Zikir; anma-hatırlama, belli duaları belli bir sayı ve şekilde okuma, Allah’ı dil ve kalb ile yâdetme ve hayatı duyarak yaşayıp varlığın koridorlarında gezerken hemen her nesneden Allah’a ait bir mesaj alma demektir. Her ne kadar zikir dendiğinde, Esma-i Hüsnâ’dan bazılarını veya bir kısım duaları tekrar etme anlaşılıyorsa da asıl olan kalb ve latîfe-i Rabbaniye’nin bu hatırlama ve anmaya bağlanmasıdır.
Dille yapılan zikirde özellikle Cenâb-ı Hakk’ın isimleri tekrar edilmektedir. Bir mürşidin irşadı ve gözetiminde, o En Güzel İsimler’den bazıları belli bir sayıya göre söylenmektedir. Sayı mevzuunda Kitap ve Sünnet’te kat’i bir şey yoktur. Fakat selef-i salihinden bazıları, o mübarek isimleri ebced hesabındaki karşılıklarına göre çekmişlerdir. Meselâ, Allah lafz-ı celâlinin ebced karşılığı 66’dır. Zikir sırasında bu lafz-ı celâl’i bazıları 66 kez, bazıları da 66’nın katları adedince tekrar etmişlerdir. Bununla beraber, Esma-i İlâhî’den hangisinin sizin üzerinizde galip ve hakim olduğunu biliyorsanız, o isme devam etmenizi tavsiye etmişlerdir. Meselâ “Latîf” ismine mazhar olabilirsiniz. O zaman her namazdan sonra onu 129 defa söylersiniz; çünkü bizim bildiğimiz iki ebced hesabından birine göre Latîf ismi 129’a denk düşmektedir.
Zikir adına bazıları “Lâ mevcûde illallah” bazıları “Lâ meşhûde illallah” ya da “Lâ ilâhe illallah” ve bazıları da “lâ” dan sonra bütün esmâ-i ilâhîyi birden mülâhaza ederek “illallah” demişler ve böyle küllî bir şuur ve küllî bir mülâhaza ile “kelime-i tevhîd”e devam etmişlerdir. Tekyelerde zikir dendiğinde çoğunlukla “Lâ ilâhe illallâh” çekme anlaşılmıştır. Bu zikir “O’ndan başka Ma’budu bi’l-Hak, Maksûdu bi’l-istihkak yok, sadece O var.” manasını ifade etmesi açısından kamil bir zikirdir. Hemen hemen bütün değişik tasavvuf yolları veya tarikat versiyonları “Lâ ilahe illallah”ta birleşir, onu çeker, sonra da “Muhammedu’r-Rasulullah”la zikri bağlarlar.
Aslında zikir daha şümullü düşünülmelidir; yani anma, unutan bir insanın hatırlaması olarak değil de hatırlamanın sürekli olması, her fırsatta O’nu bir kere daha yâdetme ve bunun insan tabiatının bir yanı haline gelmesi şeklinde anlaşılmalıdır. Bu zaviyeden namaz, oruç, zekat, hac ve tefekkür de bir zikirdir.
Meselâ namaz, zatında potansiyel olarak hatırlatıcı bir güce sahiptir. Kur’an-ı Kerim, “ve ekımi’s-salâte lizikrî – Beni hatırlamak için namaz kıl” (Taha/14) ayetiyle bu hakikati nazara verir. “Gündüzün her iki tarafında ve gecenin saçaklarında (gündüze yakın olan saatlerinde) namaz kıl! Muhakkak ki, iyilik kötülükleri giderir. İşte bu, (Allah’ı) ananlar için bir hatırlatmadır.” (Hûd/114) ayeti de bu hususu ifade eder. Bu ayetten anlaşılan şey, kılınan her namazın, yekün bir hasenat teşkil etmesi ve bu hasenatın seyyiatı silip süpürüp götürmesidir. Ayrıca ayet-i kerimenin sonunda, “Zâlike zikrâ li’z-zâkirîn – İşte bu, Allah’ı ananlar için bir hatırlatmadır” denilerek, namazın hatırlatıcı gücü bir kere daha nazarlara verilmektedir.
İşte zikri, Esmâu’l-Hüsnâ’dan bazı isimleri çokça tekrarlama, O’nu anma; hatırlamayı namaz, oruç gibi ibadetlerimizle sürekli hale getirme ve bu yâdetmeyi tefekkürle iyice derinleştirerek bütün benliğimize mâl etme çerçevesinde anlamak lazımdır.
Zikirde zirve nokta başta “Latîfe-i Rabbaniye” olmak üzere vicdanın bütün rükünleriyle Allah’ı yâdetmek, yâni varlık kitabında sürekli parlayıp duran ve her an bize ayrı ayrı şeyler fısıldayan ilâhî isim ve sıfatları düşünmek; enfüsî ve âfâkî yollarla varlığı ve varlığın perde arkası sırlarını araştırmak; her zaman bir nabız gibi atan varlığın O’na şahitlik edişine dair mülâhazalarla oturup-kalkmak şeklindeki kalbî zikirdir.
Zikrullahın muayyen bir vakti yoktur. Zikretme, zamanın her diliminde serbest dolaşıma sahiptir ve herhangi bir hâl ile de mukayyet değildir. “Onlar Allah’ı ayakta, oturarak, hatta yan gelip yatarken de anarlar” (Âl-i İmrân/191) fehvâsınca ne zaman, ne de hâl itibârıyla zikrullah’a tahdid konmamıştır.
Ayrıca, Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de “Yâ eyyuhe’llezîne âmenü’z-kürullâhe zikran kesîrâ ve sebbihûhu bükraten ve asîlâ – Ey iman edenler! Allah’ı çok zikredin, sık sık anın. O’nu sabah akşam takdis ve tenzih edin” (Ahzâb/41-42) buyurmaktadır. Bu, bize gösterilen bir hedef, yakalamamız gereken bir ufuktur. Cenâb-ı Hakk’ı bize bahşettiği nimetler ölçüsünde anmaya çalışmamız gerekir. Ne var ki, hiç bir zaman Rezzâk-ı Kerîm’in nimetlerine gereğince karşılık veremeyiz.. veremeyiz zira, her gün binlerce defa O’nu ansak, nimetlerine şükretsek de bu Cenab-ı Allah’ın üzerimizdeki nimetlerine karşı çok az bir şükür sayılır. Çünkü “Ve in teuddû ni’metallahi lâ tuhsûhâ – Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız sayamazsınız” (İbrahîm/34) fehvasınca O’nun sayılamayacak kadar çok nimeti vardır üzerimizde.. (Gurbet Ufukları, “Zikrin Hakiki Manasına ve Zikirde Ölçü”)
**
Salavât Getirmek
Burada istidradî (arasöz) olarak bir hususu da hatırlatmak gerekir: Peygamber Efendimiz’in (sav) mübarek nâm-ı celîli anılınca salavat getirmeyi bazıları vacip kabul ederler. Salavâtı ömürde bir kere söylemenin mutlak vacip olduğunda ihtilaf yoktur, fakat bazıları Efendimiz’in adı her anıldığında “Sallallahu aleyhi ve sellem” demeyi vacip sayarlar. Bundan dolayı da “Tahiyyât” tan sonra “Allahümme salli-Allahümme bârik” okumaya da “vacip” derler. Çünkü tahiyyât’ta “Eşhedu en lâ ilâhe illallah ve eşhedu enne Muhammeden abdühu ve rasûluh” ifadesi vardır. Orada Efendimiz’in nâm-ı celîli geçtiğine göre arkadan salât u selam okunmalıdır.
Fahr-i Kainat Efendimiz’in (sav) varlığı, varlığımızın gayesini öğrenmemize vesile olmuştur. O, varlığın çehresini aydınlatan bir nur kaynağı, kainatın ille-i gayesidir. Kainat fabrikasının temel ürünü, en kıymetli meyvesi Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’dir. O’nun varlığı, bir yönüyle kainatın mebdeidir; taayyün-ü evvel bir çekirdek gibi O’nunla başlamıştır. Sonra bi’setiyle, vazife ve misyonuyla O, kainat ağacının meyvesi olarak da sonda gelmiştir. İsterseniz Nizamî gibi konuşarak şöyle diyelim; kainat şiiri O’nun adına bestelenmiştir. Hükmü bir kafiye gibi o şiirin sonunda gelmiştir. Öyleyse herşey O’na bağlanmaktadır.
Bu zaviyeden bakınca Efendimiz’e çok şey borçluyuz. Bundan dolayı, O’nun adı anıldığı her zaman salavât getirmeyi vacip sayanlar olmuştur. Fakat hiç kimse Cenab-ı Hakk’ın nâm-ı celîli anılınca, “Allah” denilince her defasında “celle celâlühû” gibi bir ta’zim ifadesi söylemeye “vacip” dememiştir. Neden? Çünkü, Allah Teâlâ’nın nimetlerinin altından kalkılamaz. O’nun her an üzerimize yağdırdığı nimetlerine o nimetler enginliğinde şükürle mukabele edilemez. Mesela, bir düşünce silsilesi farzedelim, altmış dakikalık bir saati düşünelim. Bunu evvela dakikalara ayıralım. Sonra saniyelere, sonra saliselere… sonra da âşirelere ayıralım. Âşirelerin içinde de Cenab-ı Hakk’ın lütuflarına, nimetlerine mazharız. Eğer hiç durmadan O’nun üzerimizdeki varlık, hayat, latife-i Rabbâniye, his, şuur, irade… gibi nimetlerini düşünsek ve bunların hepsine mukabelede bulunmak istesek; hiç durmadan, “elhamdu lillah, elhamdu lillah, elhamdu lillah..” desek yine de yetiştiremeyiz. Çünkü bu “elhamdu lillah”ı biz âşirenin içine sokamayız. Oysaki biz o âşire içinde de varız. Ne ile varız? Allah’ın bizi perverde ettiği nimetleriyle; O’nun bizi insanca donatması ve imana hazırlamasıyla, şuurumuzu açmasıyla varız.
Küçük Bir Sermaye
Öyleyse Allah zikredilir, Allah’a şükredilir, fakat yine de O’nun bütün nimetlerine mukabelede bulunmak mümkün değildir. Ancak biz elimizden ne kadar geliyorsa o kadarını yapmalı, ortaya koyduğumuzun azlığı şuuru içinde O’na dönerek, “Ci’tüke bi bidâatin müzcâtin, fe evfi lenâ Yâ Vefiy! – Ey herşeyin karşılığını tam olarak veren en Vefalı! Sana değersiz, çok küçük bir sermaye ile gelsem de, Sen onu tam kabul et ve bana öyle mukabelede bulun!” demeliyiz. Hani,Yusuf aleyhisalatu ve’s selamın kardeşleri HazretiYusuf’a: “Ci’nâ bi bidâatin müzcâtin, fe evfi lenâ’l-keyle ve tesaddak aleynâ – Biz değersiz bir sermaye ile geldik ama sen (lütuf ve kereminle) tahsisatımızı tam ölçek ver de parasını veremediğimiz kısmı da sadakan say.” demişlerdi. Biz de Cenab-ı Hakk’a, “Hiç bir şeye değmeyen, minnacık bir sermaye ile Sana teveccüh ettik. Sen Vefiysin, bizim bu pek küçük sermayemize çok büyük lütuflarla, ihsanlarla mukabelede bulunmak Senin şanındandır. Şanına sığınıyoruz.” demeliyiz.
Evet, biz Cenâb-ı Hakk’ı ne kadar anarsak analım yine de O’nun nimetlerine karşı şükür, hamd ve tesbih mukabelesini gereğince yerine getirmiş olamayız. Bu sebeple, daha önce hatırlattığım ayet-i kerimede, “Yâ eyyuhe’llezîne âmenü’z-kürullâhe zikran kesîrâ” denilip Allah’ın çokça anılması söylendikten sonra “ve sebbihûhu bükraten ve asîlâ” denilerek Cenab-ı Hakk’ı tesbih ve takdis etme, O’nun noksan sıfatlardan müberrâ ve münezzeh olduğunu anlatma mevzûu nazara verilmektedir. Zaten biz de bunun için sabah-akşam “Sübhâneke Yâ Allah, teâleyte Yâ Rahman, ecirnâ mine’n-nâr, bi afvike Yâ Rahman” diyor; O’nu tesbih, takdis ve tenzih ediyoruz.
Böylece de, memur olduğumuz şeyleri elimizden geldiğince yerine getirerek bir yönüyle “çok”un misalini ortaya koymuş oluyoruz. Evet, dûn-himmet olmamalı.. “şu kadar yeter” denmemeli. Rabbimizi ne kadar anarsak analım yine de O’nun bize olan nimetleri karşısında zikir ve şükürde bulunamadığımız mülahazası hatırdan çıkarılmamalı.
Diğer taraftan, Cenâb-ı Hak, “Anın Beni ki anayım sizi!” (Bakara/152) buyurmaktadır. Yani biz, Allah’ı zikr u fikr u ibadetle yâdedeceğiz, O da bizi teşrîf ve tekrîmle anacak.. biz duâ ve münacâtlarla O’nu mırıldanıp duracağız, O da icâbetle bize lütuflar yağdıracak.. biz dünyevî işlerimizin arasında O’nu unutmayacağız, O da dünya ve ukbâ gâilelerini bertaraf ederek bizi ihsanla şereflendirecek.. biz yalnız kaldığımız dönemlerde de O’nunla dolup taşacağız, O da yalnızlıklara itildiğimiz yerlerde bize “Enîs u Celîs” olacak.. biz rahat olduğumuz zamanlarda O’nu dilden düşürmeyeceğiz, O’da rahatımızı kaçıran hâdiseler karşısında rahmet esintileri gönderecek.. biz O’nun yolunda ihlâslı olacağız, O da bizi gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, insan tasavvurunu aşan hususî iltifat ve hususî pâyelerle şereflendirecek.
Allah (cc) ayetin devamında “veşkürû lî ve lâ tekfürûn” buyurmaktadır. Yani, “Beni anın; nimetlerimi, lütuflarımı anın, onlara karşı lâkayd kalmayın, görmezlikten gelmeyin; şükürle mukabelede bulunun, nankörlük etmeyin” demektedir. Acaba, ne yapsak ki körlük ve nankörlük olmasa? Ve ne yapsak ki, O’nu anmış sayılsak ve aynı zamanda O’nun tarafından da anılanlar sırasına girsek? (Kırık Testi I, “Evrâd u Ezkâr”)