Bazı meseleler vardır ki, bunları aklen izâh etmek çok zordur. Ancak bu gibi şeylerin imkânı anlatılabilir. Aslında, Allah (cc) böyle bir şeyden bahsediyorsa, artık meselenin itiraz edilecek tarafı kalmaz.
Bu soruyu iki cihetten ele alabiliriz: Böyle bir şey vâki olmuş mudur? Olmuşsa, bunun ispatı nasıl yapılır? Mümin fert bu işten haberdar olmuş mudur?
Evvelâ, Cenab-ı Hakkın, bir âlemde, ruhlara “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” Onların da: “Evet, Rabbimizsin.” demesi, kati midir? suali varid oluyor. Bu mevzu Kur’an-ı Kerim’de iki âyette ele alınmıştır. Birisinde:
Rabbin, Âdem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şâhit tutarak “Ben sizin Rabbiniz değil miyim“(demişti) (A’râf/172).
denilmekte ve böyle bir sözün alındığından bahsedilmektedir. Eski ve yeni bütün tefsirciler bu söz alınma meselesinin zaman hakkında ihtilaf içindedirler:
- Bir kısmı “zerrât âleminde daha atomlar halindeyken, ileride terkip hâline gelecek bu zerrelerden, ruhları ile beraber söz alınmıştır” demektedir.
- Bazı tefsirciler ise; ” bu, çocuğun anne karnına düştüğü zaman alınmış bir sözdür” derler.
- Bir Hadis-i Şerifin de te’yidine dayanarak, bazı muhakkik müfessirler de derler ki, “hayat nefh edildiği anda o insandan alınmış bir sözdür.”
Esas itibariyle Cenab-ı Hakk’ın varlıklarla konuşması çeşit çeşit ve değişiktir. Biz burada, belli bir şekil, belli bir sitilde konuşuyoruz. Ama, bundan başka bizim iç ve dış duygularımız, zâhir ve bâtınımız, kafa ve ruhumuz, nefsî ve lafzî konuşma tarzlarımız var… Zaman zaman bu dilleri de kullanır ve onlardan anlayanlara bir şeyler anlatırız.
Kalbin kendine göre bir konuşması vardır ki, kalp konuşur ama bu konuşma duyulmaz. Bize deseler: “Kendi içinizden ne konuştunuz öyle? “Biz de: “Şunu, şunu dedik” diye anlatırız. Kelimeleri de sırayla diziveririz. Bu nefsî bir konuşmadır.
Bazen olur ki, rüyâlarımızda bir şeyler konuşuruz. Başkalarından da bir şeyler duyarız. Ama yanımızda bulunan hiç kimse bunu duymamıştır. Sonra da kalkar, kelimesi, kelimesine, konuştuğumuz ve duyduğumuz şeyleri başkalarına naklederiz. Bu da değişik sitilde bir konuşma şeklidir.
Bazı kimseler uyanıkken dahi, misâl âleminden nazarlarına arz edilen misâlî levhaları görür ve misâlî şahıslarla konuşurlar. Belki çok maddeciler bunlara inanmaz ve “halüsinasyon” derler, varsın desinler… Resul-ü Ekrem’in (sav) mazhariyetlerinden bir tanesi de bu idi: Âlem-i misâle, âlem-i berzaha ait misâlî levhalar, Onun (sav) kutsi nazarına arz edilir, O da gördüğünü, duyduğunu, anladığını başkalarına naklederdi. Bu da ayrı bir konuşma şeklidir.
Vahiy ise, başka bir konuşma tarzıdır. Hz. Peygambere (sav), vahiy geliyordu. Efendimiz (sav) de şuuru açık olarak duyuyor ve hissediyordu; ama, buudlar âdeta başkaydı. Efendimizin (sav) dışında kimse bir şey duymuyor ve anlamıyordu. Eğer bu maddî kulağa gelecek bir şey idiyse yakınında bulunan kimselerin de duyması gerekirdi. Oysa ki, bazan zevcelerinden bir tanesinin dizine başını koyup yatarken, bazan bir sahabinin göğsüne başını dayayıp otururken, mübarek dizini birinin dizine koyduğu halde vahiy gelirdi de, O, (sav) duyardı ama, öbürleri ne bir şey duyar, ne de hissederlerdi. Resul-ü Ekrem (sav), vahyi, harfiyyen beller ve onlara anlatırdı: Bu da başka bir ses, başka bir konuşma tarzı.
Velinin kalbine ilham geliyor: âdeta onun içine fısıldanıyor. Bu da değişik sitilde bir konuşma. Morsla konuşma gibi bir şey… Mors’ta nasıl ” di..di..dit; dâ..dâ..dit” denir; operatör hemen maksadı anlar. Öyle de bir kısım şeyler velinin kalbine dikte edilir, Veli de onlardan bir kısım mânâlar çıkarır. Meselâ: veli: “Şu anda falan oğlu falan kapının önüne geldi.” der, açarlar kapıyı bakarlar o adam karşılarında… Bu da ayrı bir konuşmadır.
Bir de telepati var… Şimdinin ilim adamları, bir gün o yolla muhabereleşmeyi hesaplıyorlar. Bu da ayrı bir konuşma şeklidir. Kalbin kalbe teveccühü, insanların birbiriyle içten muhabereleşmesi. Bu da bir başka beyan.
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, Allah (cc) “lâ yuâd velâ yuhsâ” (sayısız, pek çok) konuşma stilleri yaratmış.
Şimdi gelelim meselemize.
Allah (cc) bize “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” buyurdu; ama, bunu hangi konuşma sitilinde söyledi, bilemiyoruz. Şayet, velinin kalbine dikte edilen mors alfabesi gibi bir tarzla bildirmişse; bunu, herhalde kulaklarımızla duyacağımız bir sesle beklememiz doğru olmaz. Bu bir ilham ise, vahiy değildir. Vahiy ise, ilham değildir. Ruha bir konuşma ise, cesede bir konuşma değildir. Cesede bir hitap ise ruha hitap nevinden değildir…
Şu nokta çok önemlidir, insanlar, misâl âleminde, berzah âleminde veya ervah âleminde gördükleri duydukları şeyleri, bu âlemin mikyasları ile değerlendirdikleri takdirde yanılırlar.
Muhbir-i Sâdık (sav) bize diyor ki: “Kabirde Münker-Nekir gelir, size soru sorar” Acaba adamın neyine soru soracaklar? İster cesedine sorsunlar, ister ruhuna; netice değişmez; Ama, ölü duysa bile onun yanında bulunan kimseler bunu duymazlar. Hatta bir teyp koyup, mikrofonunu da kabrin içine sokuverseler, yine bir ses tespit edemezler. Çünkü, artık mükâleme başka buudlarda oluyor; sizin buudlarınızda değil. Hani Einstein’in ve daha başkalarının ortaya attığı dördüncü, beşinci buud var ya, işte bunun gibi, mekân değişikliğine göre mesele değişecek, başka bir hüviyetle karşınıza çıkacaktır.
Binaenaleyh, bu elestü bi-Rabbikum ‘Allah’ın (cc) ruhla olan, ruha mahsus bir mükâlemesidir. Bunun tesirini ben duyayım hıfz edeyim şeklinde beklememek lâzımdır. Belki vicdandan bir his şeklinde aksedeceğini intizar etmek gerektir. Biz vicdanla ve ona gelen ilhamlarla bunu hissedebiliriz.
Bir keresinde bu meselenin izâhını yaparken, birisi dedi ki: “Ben bunu duymadım.” Ben de “Duydum” dedim. “Sen duymamışsan başının çaresine bak! Çünkü, ben duyduğumu çok iyi hatırlıyorum.” Ne ile duyduğum sorulacak olursa, içimdeki ebed arzusuyla, mütenâhi olduğum halde nâmütenâhi arzularımla duydum bu sesi. Evet esasen ben Allah’ı da bilemem; çünkü sınırlıyım. Sınırsızı nasıl idrâk edeyim. İşte sınırsıza karşı içimdeki bu hâhişkârlık ve arzu ile duyduğumu anlıyorum. Şu sınırlı âlemde benim gibi bir böcek, sınırlı aleminde, sınırlı hayatını yaşayıp ölmesi gerekirken ve onun düşünce sahasına giren şeyler de böyle sınırlı şeylerden ibaret olması gerekirken, ben sınırsızlık içinde nâmütenâhiyi düşünüyorum. İçimde ebed arzusu var; Cennet ve Cemâlullah arzusunu taşıyorum. Bütün dünya benim olsa, gamım gitmiyor. İçimde bu hâl var da, bundan dolayı ben “onu duydum” diyorum.
Vicdan dediğimiz şey ne ise, kendisine ait fakülteleriyle, bölümleriyle daima Allah’ı terennüm eder ve hiç yalan söylemez. Ona arzu ettiği, talep ettiği şeyi verdiğiniz zaman, onu huzura kavuşturmuş olursunuz. Onun için Lâtife-i Rabbâniye olan kalbin ancak, vicdanın bu huzuru ile huzura kavuşacağına işareten Kur’an-ı Kerim “Dikkat edin, kalbler, ancak Allah’ı anış ve onu duyuşla mutmain olur, oturaklaşır ve huzura kavuşur.“(Ra’d/28) buyuruyor.
Bir diğer husus da şudur:
Bergson gibi bir kısım feylesoflar bütün aklî, naklî delilleri bir tarafa bırakarak, Allah’ın varlığında sadece vicdanlarını delil olarak kullanmışlardır. Bir noktada Kant, “Ben, Allah’ı azametine uygun anlayabilmek için bütün malumatımı arkaya attım!” diyor. Bergson sadece sezgisiyle bu istikamette gidiyor; tek delil de vicdanı…
Vicdan, Allah’ı inkârdan muzdariptir. Vicdan Allah’a imanla huzura kavuşur. İnsan vicdanının sesini derinden derine dinlediği zaman ezelî ve ebedî bir Mabud arzusunu onun içinde duyacaktır. İşte bu hava, bu edâ, insanın vicdanında sessiz kelimelerle ifadesini bulan ve Allahu Tealâ’nın: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” hitabına verilen “Evet Rabbimizsin” cevabıdır ki; dikkat etse herkes, ruhun derinliklerinden kopup yükselen bu sesi duyabilir. Yoksa bu kafada, cesedde aranırsa tenakuza düşülmüş olur. O, herkesin vicdanında vardır, meknîdir. Ancak, ispatı, kendi sahasında yapılabilir bir husustur. Ehl-i tahkik, ehl-i şuhud, asfiyâ, evliya ve Enbiya, bunu açık ve seçik, görmüş ve göstermişlerdir.
Ama, aklî ispatına gelince, tabii, bazı meselelere aklî dendiği zaman mahsusâtı ispat ettiğimiz gibi, yani size bir çınar ağacını, bir çam ağacını göstermek gibi, bunu göstermemiz mümkün değildir. Vicdanını dinleyen, içinden geçenleri seyreden, bunu görecek, bilecek ve duyacaktır.
Kaynak: Tereddütler II