Bir hakikati, bir düşünceyi ikame etmek, yerleştirmek başkadır, devam ettirmek daha başkadır. Binbir ihtimamla teessüs ettirilmiş nice mefkûre ve ona bağlı müessese vardır ki, kuruluş ve işleyiş şartları itibariyle herhangi bir kusur söz konusu olmasa da, devam adına gerekli olan hassasiyet gösterilemediğinden iki adım ileriye gidilememiş; hatta bir kısım “şerrü’l-halef”ler yüzünden teessüsüyle yıkılış sürecinin başlaması bir olmuştur.
Evet bir şeyi inşa etme çok önemlidir. Ne var ki, inşa edilen her ne ise onun idamesi ve geliştirilmesi ondan daha önemlidir. İlk Müslümanlar, daha sonra da bizim milletimiz, bir topulum ayakta tutabilecek dinamiklerin cemiyete mal olması, sonra da korunup kollanması mevzuunda fevkalade titiz davranmış aklî, mantıkî, hissî hiçbir boşluğa meydan vermedikleri gibi, bilip inandıklarını hayata geçirme konusunda da asla kusur etmemişlerdi. Elbetteki bununla ferdî kusurları kastetmiyorum. Maksadım sıhhatli toplum ve onun istikbal vadetmesi için gerekli olan esaslardır Daha sonraları ise, bizim gibi bazı mirasyediler, ya da meselenin ruhunu bilmeyenler ve İslâmî konuları sadece bir yönüyle ele alanlar, işi temelinden bozduk ve bize emanet edilen tarihi mirası geliştiremedik; hatta bir manada kuruttuk.
Kur’ân-ı Kerîm’de,”Kulumuz İdris’i, İbrahim’i hatırla”, “Kitap’ta İbrahim’i, Musa’yı, Meryem’i vb. an” şeklinde, çeşitli nebilerin durumlarını bize peşi peşine sıralayan ayet-i kerimeler bulunmaktadır. Kur’ân-ı Kerim, Meryem süresinde bu seçkin insanların hususiyetleriyle beraber açtıkları çığırları da anlattıktan sonra şöyle buyurur:
“Nihayet onların peşinde öyle bir nesil geldi ki, bunlar namazı zayi ettiler; nefislerinin arzularına uydular. İşte bu yüzden de ileride sapıklıklarının cezasını çekecekler.” (Meryem, 19/59)
İşin mebdeinde Hz. Nuh, Hz. Adem, Hz. Musa, Hz. Mesih, hatta Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm Muhammed Mustafa (sav) olabilir. Şayet onlardan sonra gelenler şerrü’l-halef, yani onlara ters dönmüş, dolayısıyla da namazı zayi eden -dikkat edilirse, namazı terk eden demiyor- kılarken kılmıyor sayılan, Allah’a yakınlık vesilelerini uzaklık unsurları gibi kullanan, huzurda gaybûbet yaşayan; bu yetmiyormuş gibi kalkıp şehavâta yani cismânî arzularına uyan, dini kendi hevâsına göre yaşayan kimseler ise, yolun başlangıcındaki büyük insanların büyüklüklerinden yararlanmaları mümkün değildir.
Bizden evvelkilerin kaybettiği aynı noktada biz de kaybetme durumuyla yüz yüzeyiz. Namaz kılmak ağır geldiği için namazsız bir Müslümanlık, oruç zor olduğu için oruçsuz İslâmiyet ve cismânî arzulara uymada hudut tanımayan bir din anlayışı. İşte dünü de bugünü de kirleten mülevves düşünce!
Oysa ki mümin, her haliyle hem imanın, hem emniyetin hem de Hakk’a teslimiyetin temsilcisi demektir. Evet o, Allah’a inandığı gibi, O’nun huzurunda iki büklüm ve yasakları karşısında da tir tir titreyen insan demektir.
Kaynak: Çekirdekten Çınara, “Terbiyeyi Her Yaşta Devam Ettirme”