Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) irşat yolu, cemiyetin her kesimine açık bir şehrâh ve her seviyedeki insana bir mektep gibidir. Bu mektebin talebeleri arasında yaş ve sınıf bahis mevzuu değildir. Meselâ bu mektebe ilk intisap eden talebelerden Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh) 37, Hz. Ali (radıyallâhu anh) ise 7-8 yaşlarındadır. Yine bu mektebin müdâvimlerinden Hz. Zeyd İbni Hârise (radıyallâhu anh) -bu zat Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından hürriyetine kavuşturulmuş bir köledir- ilklerdendir. Allah Rasulü, Hz. Zeyd’in kendisini herkese ve her şeye tercih etmesine karşılık onu “evladım” deme gibi bir şerefle şereflendirmiştir. Bunun üzerine de herkes ona “Zeyd İbn Muhammed” demeye başlamıştır. Ahzâb suresindeki evlatlıkların öz oğul gibi olmadığını ifade eden âyet (Ahzâb sûresi, 33/4) nâzil olacağı âna kadar da Hz. Zeyd bu şerefli unvanı korumuştur.[1]et-Taberî, Câmiu’l-beyân 21/119-120; el-Beğavî, Meâlimü’t-tenzîl 3/506. Daha sonraları bu şanlı Sahabi, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından “Mute”ye giden orduya kumandan olarak tayin edilmiş ve burada şehadet mertebesine yükselmiştir. Yine ilklerden biri de kadınlık âleminin sultanı Hz. Haticetü’l-Kübrâ vâlidemizdir ki, bu mektebin en büyük talebelerinden biri sayılır.
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), semâ buudlu bu mektebin kapılarını, fark gözetmeksizin toplumun her kesimine ardına kadar açmıştır. Bu mektebe Bilâl-i Habeşî, Selmân-ı Fârisî ve o gün bir demirci çırağı olan -o çırağa ruhumuz fedâ olsun- Habbab (r. anhüm) devam etmektedir. Efendimiz, Bilâlleri, Selmânları ve Habbabları hemen her zaman toplumun en saygıdeğer insanlarıyla eşdeğerde tutmuş ve onları yanından hiç ayırmamıştır. Hatta bir kısım zengin ve soylu müşrikler, ihtimal Müslüman olma yoluna girince, “Sen bunları yanından ayır. Biz geldiğimiz zaman Seninle husûsî görüşelim.” şeklindeki tekliflerine Nebiler Serveri hiç mi hiç itibar etmemiştir. Her ne kadar bazı yazar ve vak’anüvistler, “Hz. Peygamber bu mevzuda müşriklere biraz temâyül eder gibi göründü.” türünden bazı yakıştırmaları olsa da bunun doğru olması mümkün değildir. Zira Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Liyağfirakellâhu mâ tekaddeme min zenbike ve mâ teahhar” (Fetih sûresi, 48/2.) hakikati ile serfirâzdır. Yani Allah, O’nun geçmişini bağışladığı gibi geleceğe ait yapacağı şeylere karşı da günah yollarını kapamıştır. Allah Rasulü (sallallâhu aleyhi ve sellem), Ebû Cehil ve Ebu Leheb gibi küfürde topluma öncülük yapan kimselerin inanmalarını ve Müslümanlığa omuz vermelerini çok arzu etmiştir ama, bunlar, bütün istidatlarını körelttiklerinden inanamamışlardır. Zâhirî esbap açısından Ebû Cehil veya Ebû Leheb’in inanması halinde bütün bir Mekke, Urve ibn Mesud’un iman etmesi halinde de bütün bir Taif halkının Müslüman olması muhtemeldi. O, bu mülâhaza ile onların iman etmeleri için farklı şeyler düşünebilirdi. Ama -kanaat-i âcizanemce- Allahu Teâlâ, O’na asla böyle bir şeyi düşünme fırsatını vermemişti. “Sabah akşam seninle beraber Allah’ın hoşnutluğundan başka bir şeyi düşünmeyenleri, sakın yanından kovma!” (En’âm sûresi, 6/52.) âyeti böyle bir fırsatın verilmeyişinin en güçlü referansıdır. Bu durum, bütün peygamberler için bahis mevzuu olsa gerek. Meselâ inkârcıların, “Hem sonra senin peşinden gidenler toplumumuzun en düşük kimseleri, bu da gözler önünde.” (Hûd sûresi, 11/27.) demelerine karşı Hz. Nuh tutum ve davranışlarıyla alâkalı kararlılığını: “Ben, o iman edenleri kovacak da değilim. Elbette onlar Rabb’lerine kavuşacaklar ama ben sizin cehâlet içinde yuvarlanan bir toplum olduğunuzu görüyorum.” (Hûd sûresi, 11/29.) sözleriyle göstermiştir.
Mekke’de fakir bir çoban olan Abdullah İbn Mesud (radıyallâhu anh), İslâm’la şereflendiği andan itibaren hayatının sonuna kadar Efendimiz’in yanından hiç ayrılmamıştır. O kadar ki bazı kimseler onu, Allah Rasulü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) aile fertlerinden biri sanırlardı.
Yine bu mektebin talebelerinden birisi de Hz. Selmân’dır. Nebiler Serveri onun için “Selmân ehl-i beytimdendir.”[2]et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 6/212; el-Hâkim, el-Müstedrek 3/691. iltifatında bulunmuştu. Hâlbuki Hz. Selmân’ın acem veya Türk olduğuna dair rivayetler var..
Evet Efendimiz, o semâvî mektebinin çerçevesini olabildiğine geniş tutmuştu. İbtida ile intihâyı cem etmiş bu yüce Nebi, talebeleriyle yaptığı derslerde öylesine bir malzeme kullanırdı ki, en aşağı seviyedeki çırağı ile -o çıraklara ruhumuz feda olsun- Hz. Cibrîl o dersten aynı şekilde istifade ederdi. Evet bu derslerden herkes kendi seviyesine göre, yararlanır ve o gül hüzmelerinden peteğine bir şeyler koymasını bilirdi. Dersler o kadar anlaşılır ve derin idi ki, Cibrîl bile bazen o huzurun sadık talebelerinden biri olarak oturup Efendimiz’in sohbetini dinlerdi. Yine Mikâil, bazen sözden çok iyi anlayan Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh) ile O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) sohbetinde bulunurdu. Hatta bir gün sohbet öylesine derinleşip buudlaşmıştı ki, Hz. Ebû Bekir kendinden geçerek hayret ve hayranlık içinde, bakışlarını Efendimiz’e çevirerek, “Sizi böyle kim edeplendirdi?” demişti. Efendimiz de herhangi bir tekellüfe girmeden bu soruya “Benim muallimim Allah’tır. Bana öğretilen şeyleri de O öğretti.” cevabını vermiştir.
Sâniyen Efendimiz tebliğ vazifesinde kendisi için gerekli olan vasıflarla tam muttasıf olarak gönderilmiştir. Evet Allah (celle celâluhu) O’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu yüce vazifesinde fetânet, ismet, emânet ve sıdkla serfirâz kılmıştır.
Fetânet, cerbezeye gitmeyen, daima insanlar için çok faydalı muhakemeler ortaya koyan ve sırat-ı mustakîmi temsil eden üstün akıl demektir. Efendimiz’de -hâşâ- cerbeze yoktur ama, her meseleyi çok kıvrak şekilde kavrama vardır. Bernard Shaw’un da, “Problemlerin üst üste yığıldığı asrımızda bütün müşkilleri bir kahve içme rahatlığı içinde çözen Hz. Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) beşer ne kadar muhtaçtır!” sözüyle ifade ettiği gibi, Allah Rasulü en muğlak meseleleri her zaman çok rahatlıkla çözmüştür. O bedeviyetten kurtarıp, küfre ait urbayı sırtlarından çıkararak iman, marifet ve muhabbetle Muhammedî ruh içine girmiş bu insanlardan bütün ahlâk-ı seyyieyi söküp atmış ve ahlâk-ı âliyeyi ruhlarının her noktasına işleyerek örnek ve medenî bir toplum ortaya çıkarmıştır. Evet Efendimiz işte o büyük dâvâ için böyle bir fetânetle hazırlanıp gönderilmiştir. Evet, sırat-ı mustakimi ifade eden mutedil bir zekanın irşat ve tebliğ adına ifâ edeceği mânâ çok büyüktür.
Bu mevzuda diğer bir husus da, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in ismetidir. O’nun peygamberliğinden önceki iffet ve ismet yörüngeli hayatı, daha sonraki Peygamberlik vazifesinin bir basamağını teşkil eder. Allah Rasulü ileriye doğru adım adım giderken, kendisinde bulunan bu güzel huy ve hasletler, basamak basamak O’nu daha sonra edâ edeceği o büyük dâvânın kahramanı haline getirmiştir. O, o kadar afif bir hayat yaşamıştır ki, kendisine düşmanlık yapanlar ona, “sihirbaz”,[3]Bkz. Sâd sûresi, 38/4. “şâir”[4]Bkz. Enbiyâ sûresi, 21/5; Sâffât sûresi, 37/36; Tûr sûresi, 52/30. gibi iftiralarda bulunmalarına rağmen, O’nun ismet ve iffetine aykırı hiçbir şey söyleyememişlerdir.
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in irşadının çok güçlü ve tesirli olmasında emin oluşunun da büyük tesiri vardır. O, gerek peygamberliğinden önce ve gerekse peygamberliğinden sonra, insanlara hep emniyet telkin etmiştir. Zaten O, peygamber olmadan önce de “el-Emin” namıyla anılmaktaydı. Doğrusu O, herkese öyle bir emniyet telkin etmiştir ki, Ebû Cehil ve Ebû Leheb gibi en amansız düşmanları bile, O’nun emin oluşunu kabulde tereddüt göstermemişlerdir. Zira Allah Rasulü bütün hayatını engin bir emniyet ruhuyla geçirmiştir.
Şu tablo bu hakikate güzel bir misal tekşil eder: Hz. Yâsir (radıyallâhu anh) henüz Müslüman olmamıştır. Bir gün dışarıya çıkan oğlu Hz. Ammâr’a nereye gittiğini sorar. Hz. Ammâr: “Muhammed’in yanına.” cevabını verir. Bunu öğrenen Hz. Yâsir, oğluna şunları söyler: “O, emin bir insandır. Mekkeli O’nu böyle tanır. Eğer O, peygamber olduğunu söylüyorsa doğrudur. Çünkü O’nun yalan söylediğini kimse duymamıştır.”
Buna bağlı olarak Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir de sıdk sıfatı vardır. O (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatında bir kere olsun yalan söylememiş ve her zaman çevresine güven telkin etmiştir. Evet Nebiler Serveri hep doğru yaşamış ve doğruluğu tavsiye etmiştir. Zaten bir hadis-i şeriflerinde de o şöyle buyurur:
“Doğruluktan ayrılmayınız. Doğruluk sizi birr’e, o da sizi cennete ulaştırır. Kişi doğru olur ve daima doğruyu araştırırsa, Allah katında sıddıklardan yazılır. Yalandan sakının; yalan insanı fücûra (günaha) o da cehenneme götürür. Kişi durmadan yalan söyler ve yalan araştırırsa Allah katında yalancılardan yazılır.” (Buhârî, libâs 69, edeb 69; Müslim, birr 103-105.)
Hâsılı, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) irşat ve tebliğinde bu yüce vasıflarının çok büyük tesiri olmuştur. Günümüzde de irşat ve tebliğ erleri, gönül verdikleri dâvâda muvaffak olabilmeleri için, yukarıda zikredilen bu vasıflarla muttasıf olmak zorundadırlar. Bu vasıfları arzu edilen seviyede olmayanların değişik arıza ve problemler yaşamaları kaçınılmazdır.
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) toplumun her kesimine açık olan mektebinde, büyük ölçüde o mümtâz şahsiyetiyle müessir olmuştur. Günümüzün güzîde nesilleri de, Efendimiz’in bu sıfatlarıyla vasıflanmaları ölçüsünde çevrelerine müessir olup çok kolaylıkla insanları aydınlık ufuklara taşıyabileceklerdir.
Kaynak: Prizma 4, “İrşatta Bir Ölçü”
Dipnotlar