Yüce Allah’tan gelen her şeyi hoş görmek, kalbteki îmânın gereğidir. Çünkü kazâya rızâ göstermek ve kadere teslim olmak kâmil bir îmanın en belirgin alâmetlerinden ve en yüce değerlerinden olup insanın dünyasını Cennetlere çevirecek derecede kuvvetli bir huzur kaynağıdır. Öyle ki, bu derece kuvvetli bir îmân ve sağlam bir teslîmiyet, insana gönül rahatlığıyla ve bütün hücrelerine duyururcasına şunu söyletir:
“Hoştur bana senden gelen,
Ya gonca-gül yahut diken,
Ya hıl’at-ü yahut kefen;
Nûrun da hoş nârın da hoş,
Lutfun da hoş kahrın da hoş.”
Evet “Küllü şey’in minel’habîbi habîbün”, yani sevgiliden gelen her şey sevimlidir, hoştur ve güzeldir hükmünce, bir kimse Yüce Allah’ı seviyorsa elbette ki O’nun azameti karşısında haddini bilir, O’nun her türlü takdirine ve kazâsına gönül rızâsıyla boyun eğer, İlâhî takdirde pek çok hikmetin, faydanın ve maslahatın olduğunu düşünür, O’nun kusursuz hikmetine râm olur ve gerek düşünce gerekse davranış plânında asla kaderi tenkit etmeye kalkışmaz.
Ancak bu bilince ve bu düşünceye sahip olabilmek için önce Yüce Allah’a karşı ciddî bir ma’rifet ve muhabbet ehli olmak gerekir. Çünkü insan bilmesi derecesinde sever ve sevmesi derecesinde sevdiğinin irâdesine râm olur ve onun hükmüne boyun eğer.
Evet ancak gerçek ma’rifet ve muhabbet ehli olanlar, kazâ ve kaderin hükmüne ve fetvâsına bin can ile teslimiyet ve tevekkül gösterirler. Yüce Allah’tan gelen her şeyi hoş karşılamakla ilgili olarak verilebilecek şu örnek ne kadar mânâlı ve düşündürücüdür:
Sa’d bin Ebî Vakkâs (ra), Yüce Allah’ın ezeli ilmiyle takdir ettiği şeyin görünüşte çirkin olsa bile, netice itibariyle mutlaka güzel olduğuna inanan bir kimse idi. Yani onun kadere teslimiyeti tamdı. Hayatının sonuna doğru Hz. Sa’d’in (ra) gözleri görmez olmuştu. Bir keresinde ziyâretine gelenlerden biri kendisine, “Sen, duâsı Allah katında makbul olan birisin. Gözlerinin açılması için duâ etsen de gözlerin açılsa olmaz mı?” diye sorunca, Hz. Sa’d (ra), ona şu cevabı verdi: “Yüce Allah’ın benim hakkımdaki takdiri, gözlerimin açılmasından daha iyidir. Hem Rasûlüllah (sav) hayatta değil ki, gözlerim açılsın da doyasıya Ona bakayım. Ben gözlerimle Onu görmeyecek olduktan sonra, Onu görmeyecek olan gözleri ne yapayım. İşte ben bunları düşünüyor ve gözlerimin açılması için duâ etmiyorum.”
Sahâbe-i Kirâm’dan Ümmü Süleym (ra), çocuğu vefat ettiğinde Yüce Allah’ın takdirini gönül rızâsıyla karşılıyor, kadere karşı itirâzı ve ısyânı andıracak en küçük bir davranışta bulunmuyor ve o gece sabaha kadar sabrediyor.
Sabah olunca, kocası Ebû Talha’ya (ra) kadere karşı ciddî bir ruh teslîmiyeti ve gönül hoşnutluğu içerisinde çocuğun vefat ettiğini haber veriyor. Haberi de gayet sakin bir şekilde şöyle veriyor:
Beyefendi! Geçenlerde bizim komşular, hani bizden emânet olarak kazma-kürek gibi şeyler almışlardı ya; dün o emânetlerimizi istemeye gittim. Onlar ise kendilerine vermiş olduğumuz o emânetleri geriye vermek istemediler.
Ümmü Süleym’in bu haberi karşısında Ebû Talha (ra) diyor ki:
Onlar ne kötü komşularmış; mal onların değil ki, vermek istemesinler. Hem emânet olarak alınan bir mal, sahibine teşekkürle birlikte hiç geriye verilmez mi?
İşte kocasından beklediği cevabı alan Ümmü Süleym, ciğerpâresinin ölüm haberini şöyle veriyor:
İşte beyefendi, Yüce Allah’ın bizim nezâretimize emânet olarak verdiği bir çocuğumuz vardı ya; dün akşam Yüce Mevlâ’mız, bize verdiği o emânetini geriye aldı. Bizim bir şey demeye ve Yüce Mevlâ’mıza gönül koymaya hakkımız var mı?
Ebû Talha (ra) da diyor ki:
İyi de, sabaha kadar bana neden haber vermedin? Ben sanki bir şey mi diyecektim?
Yirminci asrın ortalarında İstanbul’da Hüsrev Hoca Efendi diye bir yüce zât vardı. Bu Hoca Efendi, insanlığa faydalı olmak için okumak isteyen bazı talebelere o günün şartları içerisinde, kendi evinde ders okutuyor ve geleceğin mânevî mimarlarını yetiştiriyordu.
Bir gün gelinlik çağında olan kızı vefat ediyor. Fakat bu yüce şahsiyet, kızı vefat ettiği günde bile talebelerine haber vermiyor ve evinde okuttuğu dersi bırakmıyor.
Evde olup bitenlerden ve evdeki cenazeden habersiz bir şekilde derslerini gören talebeler, ders bitiminde evden çıkarken, evin avlusunda gördükleri manzara karşısında hayretler içerisinde kalıyorlar. Çünkü avlunun bir kenarında yakılan bir ateşle, üzerinde konulan ve içi su dolu olan bir kazanla ve yanında bir teneşir tahtası ve bir tabutla karşılaşıyorlar. Geriye dönüp de hocalarına bu manzaranın iç yüzünü sorduklarında ise onun ibret dolu şu cevabı ile karşılaşıyorlar:
Bizim gelinlik çağında bir kızımız vardı. Dün gece Yüce Hakk’ın rahmetine kavuştu. Şu anda kadınlar onun hazırlığını yapıyorlar. Bizim bunun için dersi terk etmemiz gerekmezdi. Sizi de telâşa sokmamak ve morallerinizi bozmamak için ders esnasında size haber vermedim.
Evet Hüsrev Hocamız böyle diyor ve gelinlik çağındaki kerîmesinin vefâtını gönül rızâsıyla işte böyle karşılıyordu.
Hâsılı, kader tarafından beklenmedik bir zamanda insanın başına gelen bazı üzücü hâdiseler karşısında kalp elbetteki üzülür ve göz gözyaşı döker. Bu gayet normal olan bir şeydir. Burada öne çıkan husus, ağızla Allah’ın râzı olmayacağı bir şeyin söylenmemesi ve kaderin tenkit edilmemesidir. Çünkü üzülmek ve ağlamak insanlığın gereği olduğu gibi, yüce Allah’ın hikmetli takdirine râzı olmak ve O’nun kaderini tenkit etmemek de îmân ile ma’rifetin gereğidir.
Kaynak: Aklın Gözyaşları, Vehbi Yıldız.