Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) doğumu ve yeryüzünü şereflendirmesi insanlığın yeniden dirilişi sayılır; O’nun doğduğu gün de bizim için bir kutlu bayramdır. Çünkü biz, Rabbimizi O’nunla tanıdık. Nimete minnet ve şükran duygusunu O’ndan öğrendik. Yaratan ve yaratılan arasındaki ilişkileri, kul ve Mâbud münasebetlerini O’nun mesajlarıyla duyup anladık. O’nun ortaya koyduğu yorumlar sayesinde, kâinat, muhtevalı ve okunaklı bir kitaba dönüştü; eşya ve hadiseler de âdeta Hakk’ı söyleyen ve Hakk’a çağıran birer bülbül kesildi.
O’nun gelişiyle, yaslı çehrelerdeki keder çizgilerinin yerini en içten tebessüm emareleri aldı. O’nun ışığı başlarımızı okşamaya başladığı günden itibaren, “ebedî yokluk” korkusunun ruhlarımızdaki tesiri kırıldı; sonsuzluk isteyen sinelerimize dost ikliminden vuslat muştuları gelip ulaştı. Evet, bir insanın ötelere imanla gitmesi ve Cennet’e ehil hâle gelmesi onun adına bir bayramdır. Getirdiği mesaj vesilesiyle bütün varlığın çehresine nur saçan, nazarları ahiret yamaçlarına çevirerek topyekûn insanlığa Cennet ve Cehennem’i tanıtan ve ebedî saadet yollarını aydınlatan Allah Resûlü’nün (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) doğumu ise, bütün insanlığın ve kâinatın bayramıdır.
Allah Teâlâ her insanın içine, yaratılıştan itibaren faydalı ve güzel olana karşı bir sevgi koymuştur. İnsanlar bu sevgilerinin farklı yerlere yönlendirebilirler. Ancak her mümin kendisindeki bu sevgiyi belki de en fazla ve önemli bir kısmını, mutlaka Allah’a ve Resûlü’ne göstermelidir. Allah’a sevgiden sonra, Hz. Peygamber’e de sevgi farzdır. Çünkü O (sallallahu aleyhi ve sellem), insanları dalâletten aydınlığa, küfürden imana çıkarmada büyük bir vesile olmuştur. Ve aynı zamanda O, ahlâkın ve dinin tatbikatında müminler için en güzel bir model ve örnektir. Müminlerin ebedi hayatlarını kurtarma adına, önemli bir vesile durumunda olan Kâinatın Efendisi’ne karşı gösterecekleri sevgiden daha tabiî ne olabilir ki?
Aynı zamanda Yüce Allah da, hem kendisinin hem de Sevgili Habîbi Hz. Muhammed Mustafa’nın (sallallahu aleyhi ve sellem), her şeyden daha fazla sevilmesini istememiş midir? Kur’ân-ı Kerim’in şu açık ayeti böyle bir sevginin gerekliliğini beyan etmektedir:
“Onlara de ki; eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, hanımlarınız, akrabalarınız, kabileniz, elde ettiğiniz mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız evler ve meskenler, size Allah ve Resûlü’nden ve Allah yolunda cihaddan daha sevimli ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin. Allah böylesine fâsıklar topluluğuna hidayet nasip etmez.” (Tevbe, 9/24)
Demek ki müminin peygamberi sevmesi, Yüce Yaratıcı’nın emri olmasındandır. Böyle bir emre karşı gelme ve kabul etmeme, Yaratıcıyı kabul etmeme anlamına gelir. Bunun yanında Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de bir hadislerinde: “Beni ananızdan, babanızdan, çoluk çocuğunuzdan ve herkesten çok sevmedikçe gerçek mânâsıyla iman etmiş olmazsınız.” (Buhârî, İman 8) buyurarak bu sevginin gerekliliğini vurgulamıştır.
Yani peygamberimizi sevme şirk değil, O’na karşı gösterilmesi gereken bir vazifedir. Allah’ın değer verdiği “Örnek Kul”a değer vermedir. Değer vererek Allah’ı sevdiğimizi göstermektir. Zaten Yüce Kitabımız da onun sevgisini, hem Allah sevgisinin alameti hem de sebebi saymıştır:
“De ki, siz gerçekten Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve suçlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir.” (Âl-i İmrân, 3/31)
Müminlerin, Resûlullah’ı (sallallahu aleyhi ve sellem) içlerinden gelerek sevmeleri, aynı zamanda onlara inanmanın manevî zevkini tattırır. Bu sevgi olmadığı zaman, imandan ve İslâm’dan kaynaklanan bu zevkten mahrum kalınır ve yemek yiyip de, tat alma duygusundan yoksun olan bir kişinin durumuna düşülmüş olur. Nitekim konuyla ilgili Sevgili Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşlardır:
“Üç şey vardır ki, bunlar kimde bulunursa o kimse imanın tadını bulur. Bir kimseye Allah ve Resûlü, her şeyden daha fazla sevgili olursa, sevdiğini yalnız Allah için severse, Allah küfürden kurtardıktan sonra, tekrar küfre dönmekten, ateşe atılmaktan tiksindiği gibi tiksinirse.” (Buhârî, İman 9)
Kişi öldükten sonra kiminle olmak istiyorsa onu sevmelidir, onun hayatını örnek almalıdır, ona tâbi olmalıdır. Çünkü insan ahirette sevdikleriyle beraber olacaktır. Müminin, sevdikleriyle beraber olmayı arzu ettiği kişilerin başında, Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) geleceğine göre, dünyada (Allah’tan sonra) en çok sevdiği de pek tabiî o olacaktır. Ve O’nu sevmenin de hiçbir sakıncası yoktur. Çünkü mümin peygamberini Allah gibi değil, Allah’tan dolayı sevmektedir. İkisi arasındaki fark da dağlar kadardır.
Kaynak: Muhittin Akgül, 99 Soruda Efendimiz