Eski-yeni din düşmanları, Allah Resulü’nün, Zeynep Validemiz (r.anha)’le evlenmesini de dillerine dolayıp, onunla Allah Resulü’ne çamur atmak istemişlerdir. Ancak, attıkları çamurun hepsi de kendi suratlarına çalınmış ve Allah Resulü’nün pâk dâmenine bir zerre bile bulaşmamıştır.
Bu hâdise, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle anlatılır:
“Allah’ın nimet verdiği, senin de nimetlendirdiğin kimseye: Eşini bırakma, Allah’tan sakın diyor, Allah’ın açığa vuracağı şeyi içinde saklıyorsun. İnsanlardan çekiniyorsun; oysa asıl kendisinden korkulması gereken Allah’tır. Zeyd, o kadından ilişiğini kesince, Biz, onu sana nikâhladık ki, (bundan böyle) evlâtlıkları, karılarıyla ilişkilerini kestikleri zaman, o kadınlarla evlenmek hususunda mü’minlere bir güçlük olmasın. Allah’ın emri yerine getirilmiştir” (Ahzâb Suresi, 33/37).
Allah Resûlü, Zeyd’i (r.a) çok severdi. Başkasını değil de sadece onu evlat edinmişti. Zeyd (r.a), Allah Resulü’ne o kadar yakın biliniyordu ki, herkes ona sanki Efendimiz’in öz evladıymış gibi bakıyor, onu Efendimiz’in öz evladı gibi görüyorlardı. Evet o, kendini Allah Resulü’nün yoluna feda etmiş; Allah Resulü de ona, sevgisinin kapılarını ardına kadar açıvermişti.
Zeyd (r.a), azatlı bir köleydi. Efendimiz onu hürriyete kavuşturmuş ve evlat edinmişti.. o günün âdetine göre de, Zeyd’den bu azatlı köle olma vasfını silip atmak mümkün değildi. Bu düşünce, âdetâ cemiyetin içine işlemiş bir illet ve bir hastalıktı. Bir insan azat edilmiş olsa dahi ikinci sınıf vatandaş olarak kabul ediliyordu. Bu düşüncenin temelinden yıkılması ve cemiyetin bu hastalıktan kurtarılması gerekiyordu. Allah Resûlü’nü derin derin düşündüren bu mes’ele de çare bekliyordu..
Ancak getirilecek çözüm, evvelâ pratikte de hüsn-ü kabul görmeliydi. Onun için Allah Resûlü, alınlarında esaret damgası taşıyan bu insanlara apayrı bir metotla yaklaştı.
Hürriyet çok mühimdi ama o en kıymetli hususu kaçırmamak, elde tutabilmek daha mühimdi. Hürriyeti taşıyamayacak bir insan, ne kadar hürriyete kavuşsa da, yine de hür bir insan gibi yaşayamaz. Nitekim Amerika’da esirler hürriyete kavuşturulduğunda, bu problem acı acı yaşanmış ve gerçek çözüm, yıllar almıştı. O gün henüz hürriyet havasını teneffüs etmeye alışmamış bu insanlar, ellerine verilen imkânları satıp, tekrar eski efendilerinin yanlarına dönmüşlerdi. Çünkü o gün için şartlar henüz hürriyet atmosferine göre hazır hâle getirilememişti. Ne fertler rûhen bu işe hazırdı, ne de cemiyet. Dolayısıyla da hürriyete kavuşturma gayretleri beklenen neticeyi vermemişti.
Allah Resûlü ise, bir taraftan onları rûhen hür düşünceye, hür harekete alıştırırken, diğer taraftan da cemiyeti hazırlıyor ve bu insanları cemiyetin birer parçası haline getirmeye çalışıyordu. Dün onlar birer ev eşyası gibiydiler, bu gün ise hepsi, cemiyetten birer uzuv haline gelmişlerdi.
Efendimiz, cemiyete yerleşmiş bu köhne zihniyete son darbeyi vuracağı fırsatı kolluyordu. Çok zor, çok çetin bir işti ama Allah Resulü, rahatlıkla onun da altından kalkabilecekti.
O, nasıl, cephenin en zor yerine evvela kendi yakınlarını sürüyordu, burada da aynı şeyi yapacaktı. Asillerden asil bir kadını, öz halasının kızını, Abdullah b. Cahş’ın (r.a) kız kardeşini, azatlı köle Zeyd’le (r.a) evlendirecekti.
Allah Resûlü, bu akraba evine her zaman girip çıkardı. Bu ev O’nun halasının eviydi.. ve bu hâne aynı zamanda senelerden beri, Allah Resûlü’nden bir teklif bekliyordu. Zira Allah Resûlü’nün zevceleri arasına girmek, her kadının en büyük idealiydi ve bunda yadırganacak bir şey de yoktu.
Daha önce de arz ettiğim gibi, Hz. Sevde’yi (r.anha) Efendimiz boşamak isteyince, büyük kadın gelmiş ve Allah Resûlü’ne âdeta yalvarmış.. gününü Aişe (r.anha)’ye verdiğini ortaya koymuş.. Tek isteğinin Peygamber zevcesi olarak vefat etmek olduğunu ifade etmişdi ki, bunlar, Allah Resûlü’nün nikâhı altında kalabilmek için yapılan fedakârlıklardı. Hz. Ömer (r.a), hayatı boyunca bu hâneye akraba olabilmek için çırpınıp durmuş ve Hazreti Fatıma Validemiz’e (r.anha) tâlip olmuş; ancak, Allah Resûlü onu Hz. Ali’ye (r.a) verince, Hz. Ömer’e Hz. Ali’nin kızı Ümmü Gülsüm’ü bekleme kalmıştı. Bu mübarek kadın Hz. Ömer’in nikâhı altına girdiğinde henüz çocuk yaştaydı; çocuk yaştaydı ama bu Hz. Ömer’in (r.a) Efendimiz’e akraba olma rüyasıydı. Ömer’in tek düşüncesi Efendimiz’e akraba olmaktı.
Bir halanın, yeğenine kızını vermek istemesi ve bu husustaki beklentisi gayet normaldi. Hem, Hz. Zeyneb (r.anha), her yönüyle bir peygamber hanımı olmaya layıktı. Belki o da Efendimiz’i istiyordu..
Allah Resûlü, halasının evine gitti: “Zeyneb’e tâlibim” dedi. Ev halkı sevinçten uçacak hâle gelmişlerdi… Demek senelerce bekledikleri ân gelmişti. Resûlullah, Zeyneb’e tâlip oluyordu. Feraset-i A’zâm, talebinin yanlış anlaşıldığını derhal anladı.. ve tashîh etti: “Ben, Zeyneb’i Zeyd için istiyorum.” Hepsi donup kalmıştı. İsteyen Allah Resûlü olmasaydı, teklif hemen reddolunurdu. Ama Allah Resûlü’ne itiraz etmeleri mümkün değildi. Bu evlilik, sırf Allah Resûlü’nün emri olduğu için kabul edildi ve isteksiz bir yuva kuruldu. Ne var ki, toplum hayatı adına gerçekleştirilmek istenen şey de gerçekleşmişti.
Kadın, asîl ve soyluydu. Yetişme tarzı da ona göre olmuştu. Zeyd (r.a) ise, Allah Resûlü tarafından çok sevilse bile, o günkü anlayış içinde hürriyetini sonradan elde etmiş bir köleydi. Sıradan bir aileden gelmişti; dolayısıyla da imtizaçları mümkün görünmüyordu. Daha doğrusu, Hz. Zeyd (r.a), manevî âleme açık ferasetiyle, kendini bu kadına küfüv ve denk görmüyordu. Zeynep (r.anha)’de, apayrı bir gönül, apayrı bir kalp ve apayrı bir irade vardı.. ve nübüvvet hânesine ta’lik edilmeye namzet bir pırlantaydı.
Zeyd; bu mevzu ile alâkalı defaatle Allah Resûlü’ne müracaat etmiş ve hanımından ayrılmak istediğini söylemişti; Allah Resûlü de, her defasında ona: “Hanımını tut. Allah’tan kork” deyip onu savmıştı. Efendimiz’in bir tek düşüncesi vardı; bu evlilikle, cahiliyeye ait bir düşünceyi kökünden yıkacaktı. O, bu mülahaza ile yola çıkmış ve bir evliliğe sebep olmuştu. Ancak her geçen gün huzursuzluk daha da artıyordu ki, artık kopma kertesine gelmişti.
Gerçi boşanma ufuktaydı ama Allah Resulü, pratikte, bir köle ile, bir asîl kadının evlenebileceğini de göstermişti. Allah Resulü, bir rehberdi. Rehber, dediği ve diyeceği herşeyi evvela kendisinde ve yakınlarında tatbîk etmeliydi. Bu da Allah’ın izni ve sevkiyle öyle olmuştu ama şimdi vahiy ufkunda, encamı ağır ve tahammülfersa hâdiselerin emâreleri belirmişti.
Allah Resulü, Cenâb-ı Hakk’ın bildirmesiyle, bir gün Zeyneb’in (r.anha) kendi hanımı olacağını da biliyordu. Açıklama emri olmadığı için de bunu hep gizliyordu. Zaten Hz. Âişe Validemiz’in (r.anha) ifadesiyle, eğer Allah Resûlü, kendisine gelen vahiyden birşey gizleyebilseydi, işte bu izdivaçla alakalı âyeti gizlerdi433. Evet, Zeyneb (r.anha) ile evlenme Allah Resûlü’ne o kadar ağır gelmişti. Ancak ezelde kıyılmış bir nikâhı reddetmek kimin haddineydi. Allah (c.c) “Onu sana nikâhladık.” diyordu. Bu nikâh, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk tarafından kıyılmıştı. Bu nikâhın şahidleri de, mele-i a’lâ’nın sakinleriydi. Bu bedeli çok ağır nikâhla, Allah (c.c), bir hüküm daha bildiriyordu: “Evlatlıklar, insanın öz evladı gibi değildir.” Hanımlarını boşarlarsa, baba durumunda olanların onları alması caizdir. Hâlbuki cahiliye devrinde evlatlık, öz evlat gibi kabul ediliyor ve onlar, ölse veya hanımlarını boşasalar, onların hanımlarıyla evlenmek caiz görülmüyordu. Cahiliyeye ait bu telakki de yıkılmalıydı; yıkılıyordu da; ancak, bu koca enkazı âdetâ tek başına Resûlullah omuzlarında taşıyordu.
Bu ağır imtihanın önemli unsurlarından:
Zeyneb Validemiz’in (r.anha) şu talihine bakın ki, yaptığı iki evlilikle, cahiliyeye ait iki bâtıl düşüncenin yıkılmasına sebep oluyordu.
Bazı tefsirlerde uydurma bir hâdise nakledilir:
Efendimiz, güya bir gün Zeyneb Validemiz’i (r.anha) görmüş.. hem de nikâhlı olduğu bir dönemde.. onun güzelliği karşısında ….. demiş.. bunu da Zeyneb Validemiz duymuş (vs.)… İsrailiyât kaynaklı bu türlü müzahref söz ve düşünceler, maalesef bir kısım ehli sünnet âlimleri üzerinde de te’sirli olmuştur. Bunlardan ismini arz edemeyeceğim mühim bir müfessir: “Zeyd eve gelince manzarayı çaktı” şeklindeki bir ifadeye yer vermiştir ki, böyle bir düşünce, ancak bir din düşmanının uydurabileceği iğrençlikte bir düzmecedir. Ben, o müfessirimize saygımın ifadesi olarak “Dilin kurusun” demiyorum; ama bu sözü bilerek ve inanarak söyleyen, kim olursa olsun, onun dili kurumalıdır.
Evvela, Efendimiz, Zeyneb’i (r.anha) ilk defa görüyor değildi ki.. Zeyneb (r.anha), O’nun gözü önünde büyümüştü.
İkincisi: Eğer Allah Resûlü’nün içinde Zeyneb’e (r.anha) karşı zerre kadar temayül olsaydı, onu niçin Zeyd’le (r.a) evlendirsindi ki; gidip kendisi için tâlip olurdu.
Üçüncüsü: Ev halkının bütünüyle, Zeyneb’in (r.anha) Allah Resûlü’ne zevce olmasını can u gönülden istediklerini yukarıda arz etmiştik. Allah Resûlü’nün, onu almasına mâni ne idi ki, Zeyd’le (r.a) evlenmesini istedi de kendine nikâhlamadı?
Demek ki, Allah Resûlü’nün, Zeyneb Validemiz’le (r.anha) evlenmesi tamamen bir emir gereğiydi. Allah (c.c) emretti ve Allah Resûlü de bu emre icabet etti. Diğer söylenen uydurma sözlerin hepsi, dünkü Volterlerin, yakın tarihteki Goldziherlerin ve daha bilmem kimlerin hazırladıkları senaryolardır; iftira ve yalan olmaktan başka da, hiçbir ma’nâları yoktur. Allah Resûlü, o Allah Resûlü olacak; Zeyneb, o Zeyneb olacak; Zeyd de, o Zeyd olacak da; onların dediği gibi bir hâdise cereyan edecek. Aman Allahım! Bu ne korkunç iftira, bu ne korkunç yalan bu ne korkunç bir cehalet ve bu ne korkunç bir din düşmanlığıdır!
Esefle ifade edeyim ki; bugün bu malzemeleri, kendini onlara kaptırmış, içimizdeki figüranlar da kullanmaktadır. Zannediyorum onları, tamamen aşağılık duygusu ve aşağılık kompleksi böyle aşağılık bir iş yapmaya ve söz söylemeye sevk etmiştir?. Ne diyebiliriz ki, hidayet Allah’ın (c.c) elindedir. Rabbim onlara da hidayet etsin!
Konuya, “her nebî ma’sûmdur, Allah Resûlü ise ma’sûmlar ma’sûmudur”, diyerek başladık ve müşahhas misâllerle, Allah Resulü’nün ma’sumiyetini göstermeye gayret ettik. Ancak şunu da itiraf etmeliyiz ki, O’nun ma’sumiyeti, bizim anlatabildiğimizin de çok üstünde ve ötesindedir. Biz, bu mevzuyu ancak, kendi kapasitemiz ölçüsünde aktarabildik…
Kaynak: Sonsuz Nur, “Peygamber Efendimiz’in İsmeti“