Kur’an-ı Kerim ve kainat kitabının okunması birer vecîbedir. Kur’ân-ı Kerim’in yanında, kâinatın ve tekvinî emirlerin de çok iyi tahlil edilmesi, hayatın bütün kanunları ve kurallarıyla bu Kur’ânî ve tekvinî emirlere göre şekillendirilmesi şarttır. Bununla beraber, teşriî emirlerin karşılığı büyük ölçüde ahirette verilir. Yani, Kur’ân-ı Kerim’le gelen emirlere uymanın ücreti öteye bırakılır, riayet etmemenin cezası da yine ahirette verilir. Tekvinî emirlerin cezası ise büyük ölçüde dünyada tatbik edilir, kısmen de ahirete bırakılır.
Tekvinî emirlere uymamanın ahirette de cezası olduğunu sürekli söylüyorum. Çünkü onları iyi okuma, değerlendirme ve uygulama; terakkiyat-ı hâzıranın, dünyadaki zenginliğin önemli yanlarından, esaslarından ve argümanlarından biridir. Size başkalarının bakışı, hakkınızdaki takdirleri ve sizi kabul etmeleri de çok önemlidir. Çünkü o bakış, takdir ve kabule göre sizi değerlendirir, size saygı duyar ya da duymaz, sizi dinler ya da dinlemezler. İşte, eğer sizin-bizim ihmalimizle yeryüzünde Müslümanlar sefaletin temsilcisi gibi görünürlerse ve bundan dolayı da kimse onları dinlemez, onlara değer vermezse, inananlar inandırıcı olamazlar. Bu sefalet, İslâm’a ve Kur’ân’a fatura edilir. Dine sıcak bakan, yakın duran birkaç insan varsa onlar da bizim halimize takılır. Bu açıdan da, tekvinî emirlerin çok iyi okunup değerlendirilmesi, onun yanında teşriî kurallara da hassasiyetle riayet edilmesi çok önemlidir.
Ayrıca biz, “takvâ” mülâhazamızı da, bu iki emrin ikisine birden riayet etmeye bağlıyoruz. Bize göre, Kur’ân-ı Kerim’den tam istifade etmek, hem tekvinî emirleri çok iyi okumaya hem de teşriî emirler karşısında çok hassas yaşamaya bağlıdır ki, zaten insan ancak bu hususa dikkat ederse hakikî muttakî olur…
Kâmil mü’min, bu iki kitabı beraberce mütalâa edip emirlerine uyan mü’mindir. Bu hususta eksikleri olan insanın, mü’minliğinde de o derece eksikliği ve kusuru vardır. Bu kusur ötede sorulur mu, sorulmaz mı? Müslümanlığa getirdiği olumsuz yanları itibarıyla sorulabilir. Tekvinî emirler bile sorulabilir. Mesela, hicrî üçüncü dördüncü asır, bir yönüyle belki bizim Rönesans’ımız sayılır; o tedvin dönemi çok göz alıcıdır. O dönemde, müthiş beyin fırtınaları yaşanmıştır. Allah (celle celâluhû) mü’minlere, “Neden bu meseleyi daha dördüncü asırda öldürdünüz, ileriye getiremediniz?” diye sorabilir. “Neden verici iken dilenci haline geldiniz? Neden sizin bir yere kadar getirdiğiniz şeyleri Batı aldı değerlendirdi de, siz onlara karşı gâfilâne yaşadınız?” diye sorabilir. Çünkü bu mevzudaki eksiğimizin gediğimizin hepsi İslâm’a fatura edilmiştir/edilmektedir.
Evet, biz tekvinî emirleri de tahlil etmeli ve sebeplerin hakkını da vermeliyiz. Bu mevzudaki ölçümüz de şu olmalı: Sebeplere öyle riayet edeceksin ki, dıştan bakanlar seni bir determinist sanacaklar. Fakat her işin sebeplerini yerine getirip neticeyi öylesine Allah’tan (celle celâluhû) bekleyeceksin ki; öyle bir tevekkül, öyle bir teslim sergileyeceksin ki; hatta öyle bir tefviz ve öyle bir sikaya tutunacaksın ki; bu halini görenler “Bu adamın sebeplere saygısı hiç yok” diyecekler. Yani, bu iki hususun bir yönüyle kesiştiği nokta mü’minin duracağı noktadır; sebeplere riayette hiç kusur etmemek ve her işin neticesini Allah’tan beklemek, ona vermek.
Kaynak: Kırık Testi I, “Perspektif”