Hayal; insanın herhangi bir şeyi zihninde tasavvur ve taakkulüstü canlandırmasıdır. Onun biraz ötesine ve hakikatten uzak olanına ve bu arada mühmeli sayılan şeye de meyal denir ki, Türkçe’de bu ikisi birden “hayal-meyal” şeklinde ifade edilir. Çoğu defa rüyalar, onlardan daha gerçek olmalarına rağmen, bazen galat olarak ikisine birden “hülyâ’ denir. Halbuki rüyalar, İslâmî anlayış çerçevesinde değerlendirildiği zaman, çok defa gerçek bir yönü olduğu da görülür. Zira onlar, gözlerin âlem-i şehadete kapandığı anda, alem-i misale açılan pencere ve menfezlerden ruhumuza sızan levhalardır.
Hayal, tıpkı düşünce ve tefekkürde olduğu gibi, azme, ideale.. ait hususlarla ilgili olduğu zaman iyi ve faydalı; çirkin ve çirkef şeylere ait olduğu zaman da kötü ve zararlıdır. Hususiyle genç dimağlarda nefse ve hevesata ait hayal ve tasavvurlar, onları öyle olmayacak fenalıklara sürüklerler ki, bir daha kendilerini toplamaları çok zor olur. Hatta bazen daha taptaze bir dimağ iken sararıp giderler. Bu bakımdan, her günah içinde küfre giden bir yolun olduğu gibi, içinde fesat ve fücur olan her hayal de sahibini fıska ve dalâlete çekip götüren zihnî bir gulyabânidir.
Burada, insanın kötü şeyleri aklından geçirmekle muaheze edilip edilmeyeceği sorusu akla gelebilir. Hemen şunu ifade edelim kl, bu tamamen sübjektif ve her insanın kendi seviyesiyle alâkalı bir meseledir. Şöyle ki, mesela bazı insanlar âdeta bütün duygu ve düşünceleri itibarıyla Allah’a ve O’na ait değerlere göre kurulmuş ve plânlanmış gibidirler. Bu yönüyle de sanki onların beyin ve hafızaları, Cenab-ı Hakk tarafından karantina altına alınmış; şeytan ve şeytanî düşüncelere kapalı bir disket haline getirilmiş gibidir. Her yönüyle İlahî rahmet, İlahî hıfz ve kelâetin sıyanetinde olan bu ruhlar, şeytanın: “Rabbim! Beni azdırmana karşılık, ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleneceğim ve onların hepsini azdıracağım. Ancak ihlaslı kulların müstesna” diye tavsif ettiği ve buna karşılık Cenâb-ı Hakk’ın: “İşte bana uaran dosdoğru ı&127;ol budur. Şüphesiz benim kullarım üzerinde senin bir hakimiyetin yoktur..” (Hicr, 15/39-42) dediği, Cenab-ı Hakk’ın has kullarıdır. Dolayısıyla başka türlü mülâhazaların, onların zihinlerini meşgul etmesi az görülen şeylerdendir. Onların bu türlü şeylere iradî olarak tevessülleri ise beyinlerine bir matkap salarak fısk ve fücuru kendi düşünce dünyalarına taşımaları anlamına gelir ki, bu durumda da hemen İlahî bir tokatla uyarılmaları kaçınılmaz olur. Bu tokat, küçük bir dikenin yolda ayaklarına batması olabileceği gibi, büyük bir belanın tokmak gibi başlarına inmesi şeklinde de tecelli edebilir. Ama her ikisinde de kastedilen mânâ şudur: “Zinhar, bu türlü şeylere girmeyin..” Ancak bir de günah virüsü disketin içine sirayet etti mi, artık ondaki plân, program adına ne varsa, hepsi birden tehlike sath-ı mailine girmiş demektir ki bundan geri dönülmesi oldukça zordur.
Allah Rasulü (s.a.s), bir hadislerinde, insanın kötülüğe niyet edip yapmadığı zaman, bir sevap kazanacağını; başka bir hadislerinde ise, fenalığa niyet edip yapmadığı halde günah kazanacağını bildirir. Bu iki hadiste kastedilen mânâ telif edildiği zaman, birinci hadisin bizim gibi avam insanlara karşı söylenmiş; ikinci hadis-i şerifin ise, Allah tarafından bol bol lütuflarla serfiraz kılınmış ve o lütuflar helezonunda yükselmiş insanlara yöneltilmiş bir hitap olduğu anlaşılır. Çünkü o insanın fenalıkları zihninde tasavvur etmesi, Allah’a kurbiyetle telif edilemeyeceğinden o, aksi bir hükümle cezalandırılır. Yine önemli (önemli olduğu kadar kudsî) bir mekanda bulunup, kendilerinden sadece okuma, düşünme, iman ve Kur’an hizmetinde çalışmakla Allah’a kurbiyet kesbetme beklenen insanların, bu türlü fısk u fücura girmesi, çarşıya-pazara çıktıklarında gözlerine dikkat etmemeleri, Allah’ın kendilerine karşı onca hıfz, himaye ve kelaetine saygısızlık olacağından, daha büyük tokatlara sebep olabilir. Onlar, bu türlü şeylere maruz kaldıklarında, şeytandan bir ok yemiş gibi hemen Allah’a teveccüh etmeli ve: “Estağfirullah Ya Rabbi!” demelidirler…
Evet işte “bu türlü mülâhazalar, bazı kullar için, vesile-i muahezedir” diyebiliriz. Nitekim tasavvufta meşhur bir söz vardır: “Hasenâtü’l -ebrar, seyyiâtü’l-mukarrebin; ebrarın hasenâtı, iyilikleri, mukarrebinin günahlarıdır.” Bu da teferruatta şer’î kıstasların, bazı insanlara göre değişmesi demektir. Evet bazı kimseler vardır ki konumları itibarıyla, daima hıfz u eman altındadır ve onlardan da bu himayeye karşı vefalı davranmaları beklenir.
Kasdî ve iradî olmaksızın, vazife icabı bu türlü şeylere tevessül eden arkadaşların dünyada başlarına birşey gelmiyorsa, ümidimiz, (inşaallah) âhirette daha büyük cezaya çarptırılacaklarından değildir. Zaten bizim de sû-i zan edip öyle düşünmemiz hiçbir zaman doğru olmaz. Zira bu arkadaşlar, vazife icabı toplumun içine girmekte ve görevlerini ancak bu şekilde yürütebilmektedirler. Dolayısıyla: “Toplumun içinde kalıp da ondan gelenlere katlanmak, tek başına olmaktan daha hayırlıdır” hadisi, onlar için bir sığınak sayılabilir. Böyle bir hayır arama düşüncesiyle, ister okulda talebe ya da hoca olarak görev yapsınlar, ister çarşıda esnaflık, isterse başka yerde çalışsınlar, kasdî olarak bu türlü şeylere tevessül etmedikleri müddetçe, tıpkı sokakta gezerken paçalara sıçrayan çamurun namaza engel olmadığı gibi bu durum da onlar için sorumluluk vesilesi olmaz. Çünkü zaruret anında mahzurlu şeyler, -zaruret miktarınca mübahtır.
Fakat bir mecburiyet olmadan, kasdî ve iradî olarak bu türlü şeylere kapı aralanırsa, o zaman da Cenâb-ı Hakk burada sormasa bile, âhirette sorabilir; dünyada sorulması ehven; ahirette sorulması ise, daha eşed/şiddetlidir. Dolayısıyla, özellikle Cenâb-ı Hakk’ın has dairesi içinde bulunan kişilerin, içtimaî münasebetlerinde olabildiğince dikkatli olmaları ve iktisat etmeleri gerekmektedir. Bir kısım arkadaşların bu mevzulardaki hassasiyetini hafife almak kesinlikle doğru değildir. Zira biz, yıllardan beri bu insanlara Efendimiz’in, Sahabe’nin ve onlardan sonra gelen diğer büyüklerimizin bu tür mevzulardaki hassasiyetlerini anlatmış ve dinin asırlardan beri yıkılan kalesini tamire çalışan arkadaşlar olarak, hiçbir şekilde gayr-i meşru tavır içine girmeden bu yolda yürümeye kararlı olduklarını vurgulamışızdır. Bu hassasiyet, dinimizin bir emridir ve bunlardan taviz vermemiz de mümkün değildir.