Bu sözde, ilk olarak insan ruhunda filizlendiği zaman onu; toplumda neşv ü nemâ bulduğu zaman da toplumu temelinden sarsan “yalan” illetine dikkat çekilmektedir.
Yalan en basit tarifiyle, Allah tarafından bilinen bir şeyin aksini iddia etmektir. Kur’ân-ı Kerim, kainat çapında büyük bir hakikati inkar ettikleri için, Allah’ı inkâr edenlerin hâl ve tavırlarını yalan olarak nitelemiştir. “Allah’a karşı yalan uyduran ve peygambere gelen gerçeği (Kur’ân’ı) yalan sayandan daha zalim kimdir?”[1] âyeti, vâkıaya mütabık olmayan beyan ve tavrın ne korkunç bir günah olduğunu ifade bakımından, bilmem ki başka beyana ihtiyaç var mı?
Sâniyen; yalan, insandaki emniyet ve sadakat hislerini ortadan kaldıran en kötü bir haslettir. Zira hayatında birkaç defa yalan söylemiş bir insan, daha sonra kendisinden sadır olacak bütün doğrulara gölge düşürmüş olur. Doğruluğun bu derece önemli olmasındandır ki, nübüvvete ait tebliğ, fetanet (akl-ı azam), ifrât ve tefrite düşmeme ve sırat-ı müstakîm erbabı olma gibi esaslar, vahyin tayfları altında gelişmesine karşılık sıdk ve emniyet gibi hasseler, peygamberin gençliğinden itibaren başlar ve hayatı boyunca da devam eder. Eğer bir Nebi’nin, peygamberliğinden evvel bir yalanı veya emniyetsizliği olsaydı, peygamberliği döneminde insanlar, “Sen daha önce de zaten yalan söylüyordun. Şimdi söylediklerinin yalan olmadığını nereden bilelim!” der ve bunu onun yüzüne vururlardı.
Sıdk, peygamberlerin en önde gelen sıfatlarındandır ve yalan, en uzak oldukları vasıflardandır. Kur’ân-ı Kerim’in Enbiyâ sûresi 58-68. âyetlerde anlatılan hadisede Hz. İbrahim, kavminin taptığı putları kırdıktan sonra baltayı büyük putun boynuna asarak, putları, onun kırdığı havasını verip, “Belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır.” mazmunundaki hilâf-ı vâki görünümlü beyanı, “bel fealeh, kebiruhum hâzâ” şeklinde, vakıf ve vasılda küçük bir tasarrufla doğru bir sözdür. Ancak böyle bir üslup makam-ı âlâ-yı nübüvvete yakışmadığından dolayı da Hz. İbrahim, ötede kendisinden şefaat isteyenlere “Böyle bir cürmü işlemiş bir insan size şefaat edemez.” diyerek, yalanın ürperticiliğini vurgulaması fevkalâde önemlidir.
İnsanlığın İftihar Tablosu, peygamberliğinden önceki dönemde doğruluk ve güvenilirliği ile meşhurdu. Onlarca hâdiseden sadece şu hâdise bile O’nun bu özelliğini ifade etmesi açısından ciddî bir belge sayılır. Bir aralık Kâbe tamir edilmiş; Hacerü’l-Es’ad’ın tekrar eski yerine konulmasına gelince kabileler arasında anlaşmazlık çıkmıştı. Kılıçlarını yarıya kadar kınlarından sıyırmış ve herkes bu şerefin kendine ait olmasında ısrarlıydı. Sonunda, şöyle bir karara vardılar. Kâbe’ye ilk girenin hakemliğini kabul edip problemi çözeceklerdi. Herkes merakla bekliyordu ki, içeriye Peygamberimiz girdi. Allah Rasulü’nün hiçbir şeyden haberi yoktu. O’nun dosta-düşmana güven veren gül yüzü görününce, oradakilerin hepsi “İşte ‘Emin’ geliyor.” dediler ve O’nun hükmüne kayıtsız şartsız razı olacaklarını söylediler.
O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) düşmanları arasında bile emin oluşunu belgeleyen bir başka hâdise de şöyle cereyan eder: Nebiler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem), kendisine peygamberlik geldikten sonra, bir gün halkı etrafına toplar ve Ebû Kubeys tepesine doğru teveccüh ederek şöyle buyurur: “Size biraz sonra şu tepenin arkasından büyük bir düşman ordusu geleceğini haber versem bana inanır mısınız?” Müşrikler bu suale “Evet, inanırız.” şeklinde cevap verirler. Bunun üzerine Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Bilmelisiniz ki, ben, Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberim.” diyor; diyor ama oraya toplananların çoğu temerrütlerine devam ediyorlar.
Bugün dâvâ-yı nübüvvetin kapı kulları sayılan hak erleri de, tıpkı Nebiler Serveri gibi, sıdk ve emanet hususuna çok dikkat etmeli ve her söyledikleri sözü, mutlaka doğru söylemelidir. Yalanın revaç bulduğu ve herkesin yalan söylemede rahat olduğu günümüzde doğruluk daha bir değer kazanmıştır. Onun için Kur’ân talebeleri yalanın en küçüğüne dahi hiç mi hiç tenezzül etmemeli; ya doğru söylemeli veya konuşmamalılar.
Sâlisen; bazı hususî durumlarda insan, dâvâ, millet ve devlet menfaatlerini muhafaza adına hilâf-ı vâki beyanda bulunma zorunda kalabilir. Böyle durumlarda bile çok dikkat edilmeli ve kat’iyen yalan söylenmemelidir. Evet, emniyetin temsilcisi ve hakkın şahitleri her zaman doğru düşünmeli, doğru konuşmalı ve doğru hareket etmelidirler. Evet insanın her söylediği doğru olmalıdır ama “Her doğru da her yerde söylenmemelidir.” Meselâ, savaş anında bir düşmana “Bizim cephanenin yeri şurası” diyerek cephaneliği göstermek, düşmana koz vermek ve kendi cepheni tahrip etmek demektir. Binaenaleyh, bu türlü durumlarda, zararsız doğrularla iktifa edilmeli, kendi cephesine zarar verebilecek doğrular ifşâ edilmemelidir.
Hâsılı insan, cennete girmek için dahi olsa yalana kapı aralamamalı ve “Her söylediğin hak olsun, fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yoktur.” hakikatini nazar-ı itibara alarak her zaman doğru söylemelidir.
——————————————————————————–
[1] Zümer, 39/2