İçindekiler
Bayram Düşünceleri
Ramazan öncüsü, hayırla, bereketle gelen aylar, sessiz, sakin, fakat dolu dolu bir feyzin taşıp bütün gönülleri saracağı mübarek günlerin ufukta olduğunun emareleri ve işaretleri gibidirler. Her inanmış gönül, bu ayların ilk günüyle Ramazan sath-ı mâiline girdiğini duyar, yaşar ve birkaç adım ileride kendini bekleyen bir bereket ayını olabildiğince değerlendirebilmek için, sesi-soluğu ve sergileyeceği kulluğu itibarıyla bütün duygularını bir kere daha gözden geçirir.. sanki gözleri henüz uykudan uyanmamış ve yapılacak iş, seslendirilecek mevzu ile konsantrasyon sağlanamamış da, bir kısım mırıltı ve sayıklamalarla, bu büyük iş ve kudsî teveccühün musikisini bulma, ritmini yakalama gayretini gösteriyor gibi olur.
Gönüller bitevi heyecanla dolup, ruhlar da kıvamını bulunca, bu üst üste şafaklar değerindeki günlerin arkasından hilal remziyle, fakat dolunay gibi Ramazan doğuverir. En tatlı yeller gibi inşirahla eser.. eser, gönüllerimizi sarar; canlarımızı, tenlerimizi ipekler gibi okşar geçer ve tıpkı bahar yamaçları gibi gözlerimizi güzelliklere uyarır, gönüllerimizde yükselme arzusunu coşturur.. ve şelaleler gibi, sinelerimize yumuşak, tatlı bir ürperti salar.
Nihayet bir aylık misafirlik biter, bin bir vâridâtla gelen Ramazan da gider.. gider ama, onun getirdiği ışığa uyanmış ve dirilmiş ruhlar, sürekli düşünmüş ve haşyetle ürpermiş gönüller, vuslat arzusuyla yollara dökülmüş ve köpürmüş vicdanlar bu defa da bayramın sımsıcak günleriyle kucaklaşırlar. Evet, kendilerini denize salan insanların, bir müddet sonra dört bir yandan su ile sarıldıklarını duyup hissetmeleri gibi, biz de üç aylardan sonra, kendimizi bayramın rengârenk ikliminde, huzur ve itmi’nan tüten atmosferinde buluruz.. bulur ve onu bütün duygularımızla hisseder, bütün benliğimizle yaşar ve mahiyetimizin bütün rükünleriyle paylaşırız.
Hemen bütün inanmış gönüller, bayramlardaki namazlardan, tekbirlerden, fıtır sadakalarından, kurbanlardan ve ziyaretlerden birer girizgâh, birer hayal çıkışı bularak, tıpkı içleri rüzgârlarla dolmuş yelkenler gibi tatlı tatlı hülyalar âlemine doğru kaydıklarını sanırlar. Evet, bayramlardaki umumi hava, ses, söz ve davranışların sihriyle, insan kendini uçan balonlar üstündeymiş de yerden yavaş yavaş yükseliyor, bulunduğu yerden uzaklaşıyor gibi tahayyül eder ve bayramların garip bir füsunla üzerine boşalttığı ışıklar altında hep büyülü yaşar.
Bayramlarda, geçmişi, geleceği, hâli iç içe duyar ve zevk ederiz. Mabetlerden yükselen seslerde, ziyaret ettiğimiz evlerde ve öptüğümüz mübarek ellerde, âdeta birer büyü varmış da, bizim hafif dokunmamızla, geçmişe bir sürü menfez birden açılıyor gibi olur.. derken kendimizi eski bir mescitte, dedemizle, dedemizin dedesi ve onun da dedesiyle aynı safta oturuyor gibi görür.. o gün üzerinde dudaklarımızı gezdirdiğimiz tertemiz ellerin tedaisiyle, üst üste, arka arkaya dünya kadar mübarek ellere yüz sürmüş olmanın sevincini yaşarız. Sarılıp kucakladığımız her dost ve ahbabı bağrımıza basarken, çok eski ve daha eski, ondan da eski devirlerde yaşamış yakınlarımızı da aynı anda sinemize bastırıyor ve kokluyor gibi oluruz.. oluruz da bayramın içinden sızan her düşünce, her tasavvur, her söz ve her davranışla, zamanın aydınlık dilimlerinden biri dirilir gelir, bütün ufkumuzu sarar, bizim olur, benliğimizde yaşar, herkese hayalinin vüs’ati nispetinde bir “ba’sü ba’del mevt” numunesi bahşeder geçer.
Bayramlar, şanlı soyumuzun ve mübarek kökümüzün gelip bize ulaşan musikileşmiş uğultularıdır. Bu uğultuların büyüsüyle çok defa, ulaşılması imkânsız âlemlere ulaşır, her yere rüya kolaylığı ile girer, her tarafı hayal süratiyle dolaşır ve pek çok zamanı katlar, birbirine giydirir, iç içe yaşarız. Evet, kendimizi Ramazan’ın sihirlerine kaptırabildiğimiz ölçüde, âdeta geçmiş bütün ihtişamıyla canlanır, geriye gelir.. bütün kayıplarımız dirilir, bütün yitirdiklerimiz yeniden bizim olur. O eski dupduru günleri bir kere daha soluklar, ciğerlerimize çeker, mazinin gürül gürül çeşmelerinden kana kana su içer ve başka bir âlemde dolaştığımızı sanırız…
Hem o kadar derince ve o kadar kendimizi salmışçasına sanırız ki, âdeta bütün mezardakiler dirilir.. bütün çürümüş, dağılmış nesneler derlenip toparlanıp cana gelir.. parçalanıp şuraya-buraya saçılmış eşya birleşir, bütünleşir.. ömrümüzün zaman dilimleri gelip bir kere daha ruhumuzu kucaklar.. ve dün yaşadığımız, bugün de yaşıyor olduğumuz en derin, en engin zevklerin yanında, hatıra katmanlarıyla öyle büyüleyici ruhanî hazlara ulaşırız ki, artık ulaşılan bu noktada lezzet ve zevk unsurları, tıpkı rüyalarda olduğu gibi niyetlerimize, düşüncelerimize, gönüllerimize göre durmadan değişir, arzu ettiğimiz şekilde yenilenir, istediğimiz hâli alır ve bir iken bin olur. Her gördüğümüz, her duyduğumuz, her hissettiğimiz şey akıl almaz bir büyü ile şekilden şekle girer; bu sayede biz de bir histen, bir düşünceden, bir zevkten bir başka hisse, bir başka düşünceye, bir başka zevke geçer ve hayatımızı televvünler içinde sürdürürüz.
Bayram şafağı söküp minarelerin başında temcidler tınlamaya başladığı ve her yanda lâhutîliğin tütüp durduğu dakikalarda hülyalarımızı coşturup köpürten öyle sırlı şeyler duyarız ki, bunlar alır bizi derinlere, derinlerden de daha derinlere götürür ve gönüllerimize hiçbir zaman söylenemeyen ve bir şeyler anlattıkları hâlde kat’iyen ifade edilemeyen, hele gündelik lisanla asla anlatılamayan en mahrem duyguları fısıldarlar.
Evet, Itrilerin, Dede Efendilerin duygu ve düşüncelerinden birer usare gibi süzülüp gelen ezanlarımız, temcidlerimiz, tekbirlerimiz ve tehlillerimizdeki hava, üslup ve estetik, milletimizin deminin, damarının, kalbinin müphem, çok buudlu bir sesi ve hususi bir lisanıdır. Duygularımızın ifadesi ve gönüllerimizin musikisi olan bu ürperten, bu coşturan ses hevenkleri, ruhlarımıza âdeta zaman üstü ve ötelerden gelmiş söz zemzemeleri gibi tesir eder.
Bazen müezzinin komut veriyor gibi peşi peşine çığlıkları, bazen imamın ayrı bir fasıldan semavî nağmelerle inlemesi, bazen bütün cemaatin koro hâlinde gürlemesi o kadar mehîb, o kadar ürpertici ve o kadar bizdendir ki, hemen hepimiz mabetten yükselen bu sesleri mırıldanırken, upuzun ve şanlı bir geçmişi, hatta ondan da öte, cihanşümul bir gerçeği, ezelden ebede uzanan bir hakikati bütün tazeliğiyle bir kere daha hisseder ve hazla geriliriz. Bilhassa bayram günlerinde mabet, o ipekler kadar ince ve yumuşak, kuş yuvaları kadar canlı ve sıcak havasıyla hep duyguların safvetini, vücudun rahatını, ruhun itmi’nanını, yaşamanın gayesini, hayatın macerasını, milletimizin mânâ köklerini, kültürümüzün temellerini, dinimizin ölümsüzlüğünü, dilimizin musikisini, hayata bakışımızı, dünya görüşümüzü, üslup ve şivemizi fısıldar ve bize gerçek insan olma yollarını gösterir.
Biz, hemen her zaman, mabette uğuldayan bu sıcak sesler içinde, göklerin yere doğru eğildiğini, yerin gidip göklerle bütünleştiğini, yıldızların yerdeki çiçeklere göz kırptıklarını, çiçeklerin gök ehline gamze çaktıklarını ve bu iki âlem arasında sırlı ve sihirli gelip gitmelerin yaşandığını duyuyor ve görüyor gibi oluruz.
Herkesi kendi ruh ve hülya derinlikleriyle bir başka âlemlere çekip götüren bu ses, bu söz ve bu görüntüler, inanmış sinelerde imrendirici güzellikleri, ürperten ra’şeleri, coşturan heyecanları ve dirilten soluklarıyla yankılana dursun, namaz bitip, semavî seyahat de tamamlanıp mabede muvakkaten veda edilince, bu defa da Hak’tan halka “nüzûl” ediliyor gibi herkes bir başka derinlikle yeniden insanlara döner.. onlarla kucaklaşır, bayramlaşır ve mabet yoluyla mazhar olduğu vâridâtı, bu kez de çarşıda-pazarda, ovada-obada, evde-iş yerinde, mektepte-kışlada rastladığı kimselerle paylaşır.. bu suretle, saatlerle takdir edilmiş sınırlı zaman parçalarına, kalbin vüs’ati, ruhun zaman üstülüğü ölçüsünde sınırsızlık kazandırır, âdeta onu sonsuzlaştırır.. ve daha dünyada iken, ebediyet ve ötelerle ne kadar derinden derine irtibatlı olduğunu ortaya kor.
Yediden yetmişe bütün Müslümanların, bunca his, bunca hayal, bunca heyecan duyabilmeleri ve ruhlarında bu denli yankı uyarabilmeleri için, kim bilir başka yollarla ne kadar zamana, ne kadar düzenlemelere ihtiyaç hâsıl olur. Ama yine de bu semaviliğe vâsıl olabileceğine ihtimal veremiyorum. Zira bayramların neşe, sevinç, keyif ve şevk u tarabı daha ziyade, yaşanılanla beraber yaşanılacağa da açık olan ukba buudundan kaynaklanmaktadır. Herkes bugün duyup tattığıyla biraz da gönüllerinin fildişi kulelerinde duyup tadacağı şeylerin büyüsünü yaşar.. ve gelip geçici bu hayattan daha çok, iç dünyasına daha uygun, daha yumuşak, daha sıcak, muhakkak bir geleceğin düşleri arasında dolaşır. Aslında insan, bir bekleyişin çocuğudur.
O, ömrünün büyük bir bölümünü, ümit ümit tüllenen bekleyiş yamaçlarında geçirir. Hemen hepimiz, özümüzdeki bir mânâ ile sımsıkı irtibatlı olan bir Cennet’i bekleriz. Bu bekleyiş, bulduklarımızı, yaşadıklarımızı beğenmeme bekleyişi değil; bu bekleyiş, duyup tatma avanslarının çehrelerinde insan olma farklılığına, insan olma imtiyazına terettüp eden ve istiabına tasavvurlarımızın dar geldiği ilâhî sürprizler bekleyişidir. Bayramlar, bunun haklılığını ve isabetliliğini, kalbin kadirşinas menfezlerinden ruhlarımızın derinliklerine fısıldayan talâkatli lisanlardır! (Günler Baharı Soluklarken, “Bayram Düşünceleri 1”)
Bayramın Mânâ Buudu
Merhum Necip Fazıl, hakiki mü’mini, iyice sıkıştırılmış bir şeker kalıbına benzetir ve “Mü’min sıkıştırılmış şeker gibidir, deryayı tatlandıracak güce sahiptir.” derdi. Evet, iyi inanmış ve inancını tavırlarına, davranışlarına da yansıtabilmiş bir insan, çevresi için rahmettir; o, bir ölçüde etrafındaki herkesi ve her şeyi tatlandırır. O öyle bir şeker kalıbı gibidir ki onu tuz yoğunluğu yüksek bir denize de atsanız, koca denizi şerbet yapabilecek kadar tat ihtiva eder.
İşte bayram da kısalığına rağmen haftaların, hatta ayların vâridâtını, hayrını, bereketini ve neşesini bağrında saklayan bir zaman dilimidir. Bayramda Cenâb-ı Hakk’ın öyle ekstradan teveccühleri ve sürpriz ihsanları vardır ki onlara bayram olmayan on günde, belki bir ayda, belki on ayda, belki birkaç senede ulaşılamaz. Yapılan bütün hayır ve hasenat ancak Cenâb-ı Hakk’ın teveccühüyle değer kazanır. Bayram işte öyle bir ilâhî teveccühün en önemli vesilelerindendir; âdeta bir ömrü tatlandıracak kadar engin ilâhî lütuflara mazhar olma vaktidir.
Tabi böyle bir mazhariyet Ramazan’ın hakkını vermiş, bayramda da laubaliliğe girmemiş insanlar için söz konusudur. Bayramı sadece bir tatil olarak gören, bir ay boyunca yemeden, içmeden alıkonulmuş olmanın intikamını alıyormuşçasına abur-cubur her şeyi mideye indiren ve mübarek günlerde muvakkaten uzak durduğu haramlara yeniden giren kimselerin bayramın hususi vâridâtından istifade etmesi çok zordur. Ancak bayramda da Ramazan’daki temkin ve teyakkuzunu koruyan, imsak-iftar arası mübahlardan elini-eteğini çektiği gibi hayat boyu da haramlara karşı mesafeli duran ve kulluğunun idraki içinde bulunan insanlardır ki onlar, kısa bir zaman içine çok hayır ve hasenâtın sıkıştırılmışlığına mazhar olurlar. Onlar için bayram, Ramazan’ın vâris-i hâssıdır; yani, Ramazan’da sevap ve mükâfat adına ne vaat edilmişse, bayramda da onları bulmak, aynı semerelere sahip olmak mümkündür.
Nasıl ki Kadir gecesi, sıkıştırılmış bir hayrât u hasenâtı bağrında saklar; bayram da öyledir. Şu kadar var ki Ramazan günlerini ve Kadir gecesini Allah’a kurbet (yakınlık) vesileleri olarak değerlendirmek söz konusudur; bayramda ise kurbet ümidi esastır, “Allah’ın izniyle o kurbeti elde ettik; bir neferdik, müşirliğe yükseldik.” şeklindeki reca mevzubahistir.
Bayram, kat’iyen Ramazan’dan çıkmış olmanın, oruç günlerini arkada bırakmanın ve rahatça yeme-içme serbestliğine ermenin sevinci değildir. O, kulluk vazifesini eda etmiş olma ve Cenâb-ı Hakk’ın gufranına kavuşmuş bulunma ümidiyle gelen gönül inşirahıdır. Biz, Ramazan’ı ve oruç günlerini arkada bırakmanın değil, hata ve günahların ağırlığından kurtulmuş olmanın bayramını yaparız. Alvar İmamı’nın;
“Mevlâ bizi affede, bayram o bayram olur
Cürm ü hatalar gide, bayram o bayram olur.”
sözleri genel duygu ve düşüncemizi çok güzel ifade eder. Evet, bizim bayramımız, evveli rahmet, ortası mağfiret ve sonu da Cehennem ateşinden kurtuluş olan Ramazan-ı Şerif’i tam değerlendirip, ateşten âzâd olma ümidimiz üzerine kurduğumuz bir bayramdır; Allah’ın rahmetinin enginliği ve o rahmetten nasiplenme beklentisi üzerine bina ettiğimiz bir bayram.
Gerçi, oruç sonunda bize lütfedileceği vaat buyrulan şeyleri henüz almadık. Allah’ın özel teveccühünü maddi alıcılarımızla ve dünyevî ölçülerimizle takdir etmemiz de mümkün değildir. الصَّوْمُ لِي وَأنَا أَجْزِي بِهِ “Oruç sırf Benim içindir; onun karşılığını da bizzat Ben vereceğim.” (Buhârî, tevhid 35; Müslim, sıyâm 160.) vaad-i sübhânîsi ile nazara verilen mükâfat her ne ise onu da tam bilemiyoruz ve henüz o mükâfatı da almadık. Fakat Allah’ın vaadine öyle inanıyoruz ki bunları bize verecek ve bizim beklentilerimizin çok ötesinde, bitip tükenme bilmeyen hazinelerinin büyüklüğüne göre bize lütuflarda bulunacak. İnanıyoruz ki bizi Ramazan’a ulaştıran, bir ay boyunca iftar-sahur arası kulluk mekiği dokuma imkânına kavuşturan, elimizden geldiği kadarıyla vazifelerimizi yapma güç ve kuvveti vererek nihayet bizi bayramla buluşturan Rahman u Rahîm, ileride şimdikinden daha fazla mesut olacağımız mutlu günleri de nasip edecek. İşte bu inançla bayramı idrak ediyor ve ebedî saadet saraylarında geçireceğimiz asıl bayramların hülyalarıyla doluyoruz.
Evet, bütün bir ömür boyu, Cennet yolunda önümüzü kesen sıkıntılar, meşakkatler ve gailelerle; Cehennem’e çeken türlü türlü arzu, iştiha ve şehvetlerle mücadele ede ede cuma yamaçlarına ulaşacağımızı ümit ettiğimiz gibi, iyi bir imtihan vermeye çalışıp “Hak rızası” çizgisinde geçirmeye gayret ettiğimiz Ramazan’dan sonra da ahiret hesabına önemli yatırımlara muvaffak olduğumuz düşüncesiyle, buna muvaffak eden Zât’a karşı içimizde rahmet buudlu bir kısım beklentilerin hâsıl olması gayet normaldir, hatta bu türlü ümit ve beklentiler Allah’a inanmış olmanın gereğidir. Dolayısıyla bayram bizim için, ebedî saadet adına ümit ve beklentilerimizi bağladığımız inşirah günüdür.
Bizim Bayramlarımız
Diğer taraftan bizim bayramlarımız başka kültürlerin karnaval ve kutlamalarından çok farklıdır. Mü’minlerin tavır ve davranışlarında bayramlarda bile laubalilik, taşkınlık ve dengesizlik asla görülmez. Mü’minlerin, dengeli hareketlerinde, vakur davranışlarında, derin bakışlarında hep Kur’ân’a uyanmış ve Kur’ân dinlemiş olmanın ciddiyeti vardır. Onlar, her zaman olduğu gibi bayramlarda da Allah’a ve Peygamber’e açık durur; başkalarıyla münasebetlerini saygı, sevgi ve şefkat yörüngeli götürürler. O mübarek günlerin hiçbir ânını heder etmemeye çalışırlar.
Bilindiği kadarıyla Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) döneminde bayram günlerinde işler tatil edilmiyordu. İnsanlar günlük işlerini yine yapıyorlardı. Bayram namazı ve hutbesiyle o günü diğerlerine göre daha farklı karşılıyorlardı; sonra da birbirlerine tebessüm teatisinde bulunuyor, fakiri-fukarayı gözetiyor ve eşe-dosta yemek yediriyorlardı. Günümüzde bayramlar biraz da bizim kendi törelerimizin rengine bürünüyor. Böyle mübarek bir gün bahane yapılarak tatil ilan ediliyor. Kabir ziyaretlerine daha bir ehemmiyet veriliyor. Sıla-i rahim adına gidip gelmeler, arayıp sormalar bayrama ayrı bir derinlik kazandırıyor.
Anne, baba ve çocuklar arasındaki münasebetler bir kere daha pekiştirilmiş oluyor. Çocuk yuvaları ve huzur evleri gibi yerlerde ziyaretçi bekleyen ve arayıp soranı olmama talihsizliğiyle kıvranan kimseler ziyaret ediliyor, sevindiriliyor. Böylece bir yönüyle, daha geniş mânâda bir sıla-i rahimde bulunuluyor. Cenâb-ı Allah’ın af ve mağfiretine erme ümit ve beklentisi esas olmakla beraber, temelde dine aykırı olmayan, belki asıl kaynaklar itibarıyla dine dayanan ama zâhiren örflerimizden, âdetlerimizden kaynaklanan şeyler de bayrama farklı mânâlar katıyor.
Kaynak: Gufranla Tüllenen İbadet: Oruç, “Ramazan Bayramı”