Düne kadar, “medya” denilince sadece radyo, televizyon, gazete ve mecmua akla geliyor; bu isim altında beraberce mütalaa edilen ve yaygınca kullanılan kitle iletişim araçları bu dörtlüden oluşuyordu. Günümüzde bunlara “İnternet” de dahil oldu. Adını uluslararası çalışma ağı manasına gelen iki kelimenin kısaltılmasından alan “İnternet” dünyanın her köşesinden milyonlarca bilgisayarın birbirine bağlanmasıyla meydana geldi ve bambaşka bir haberleşme ağı, çok hızlı bir bilgi alış-veriş hattı teşekkül etti.
Her gün biraz daha gelişen ve büyüyen medyanın ve özellikle İnternet’in pek çok hayrı da beraberinde getirdiği inkâr edilemez. Onun sayesinde dünya kadar bilgiye bir anda ulaşabiliyorsunuz. Kendim İnternet kullanmasam da, arkadaşlarda gördüğüm kadarıyla, ancak koca bir kitabı tarayarak elde edebileceğiniz bir bilgiyi İnternet aracılığıyla birkaç tuşa basarak öğrenebiliyorsunuz. Bilgisayarınızın başındayken adeta dünyanın en büyük kütüphanesinde çalışıyormuş gibi, merak ettiğiniz hemen her mevzu ile alakalı malumâtı rahatlıkla bulabiliyorsunuz. Bir ayet, bir hadis ya da herhangi bir kelime hakkında yüzlerce müellifin mütalaasını çok kısa bir sürede ekranınızda görebiliyorsunuz. Ayrıca, küçük odanızda oturduğunuz aynı anda yeryüzünün her yanıyla kolayca haberleşebiliyor; duygu ve düşüncelerinizi bütün dünyayla paylaşabiliyorsunuz.
Fakat, maalesef, insan bir işle meşgul olurken her zaman zaruret ya da ihtiyaç sınırları içinde kalamıyor; bazen gereksiz ve faydasız şeylere de bulaşabiliyor. Hususiyle gençler, İnternet’i kullanırken lâubalîliğe açılabiliyor ve mâlâyânîliğe girebiliyorlar. Harama karşı gözünü kapayacak, kalbini zabt u rabt altına alacak, duygu ve düşüncelerine vize soracak kadar iradeli olamayanlar, seyahatlerini kendi âlemlerinde devam ettiremiyor ve zamanla başkalarının karanlık dünyalarına kayabiliyorlar. Sahilden bir kere ayrılınca da bâtılın tasvirine iyice dalıyor, sâfî zihinlerini tamamen bulandırıyor ve o bataklıklardan çıkamaz hale geliyorlar.
Heva ve heves peşinde zaman tükettikçe en ulvî insanî hislerini de birer birer kaybediyor ve bir daha geriye dönmemek üzere bataklığa gömülüyorlar. Hem öyle bir gömülüyorlar ki, anne-babalarıyla samimi sohbet etmek, eş ve çocuklarıyla hoş zaman geçirmek, hatta böylece aile hukukunu gözeterek zamanın her anını ibadet yapıyormuş gibi değerlendirmek ve arkadaşlarıyla sohbet-i Canan’da bulunmak dururken, “chat” adı altında güya “sohbet” etme bahanesiyle olmadık fısk u fücurlara, gıybet ve yalanlara, onca günahlara giriyorlar; hem vakitlerini israf ediyor hem de ailevî münasebetlerin bütün bütün bozulmasına ve yuvaların yıkılmasına bâdî olabilecek cürümler işliyorlar.
Tabii ki, bu günah ne İnternet’e ne de televizyon gibi diğer medya organlarına aittir. Bütün muvâsala ve muhâbere vasıtaları, iletişim araçları birer silah gibidir. Nasıl ki, Çanakkale’de düşmana karşı kullanılan silah öpülüp başa konulsa sezâdır, mukaddestir; fakat, bir mü’minin kanının dökülmesine sebep olan ya da bir kargaşada kullanılan silah uğursuzdur, kötüdür. Aynen öyle de, İnternet, fuhşa açık birinin elinde, insanları müstehcenliğe ve felakete götüren bir araç; hakiki bir mü’minin idaresinde ise, Cennet’e adam taşıyan nurdan bir vasıta olur. Dolayısıyla asıl kötülenmesi gerekli olan, İnternet siteleri, televizyon ekranları ya da gazete sayfaları değil, onları muzır işlerde kullanan fena insanların duygu ve düşünce örgüleridir.
Maalesef bugün, istediğini istediği zaman göklere yükselten ve dilediğini de hemen gayyâlara batıran; bâtılı tasvîr edip sâfî zihinleri şirâzeden çıkaran ve insanları büyüleyip dilediği yana sürükleyen medya, hayırdan çok şerre sebebiyet vermektedir.. şimdilerde genç-ihtiyar, kadın-erkek, okumuş-okumamış hemen herkes televizyondan sonra İnternet denen devvâr u gaddârın elinde de bir oyuncak ve bu sihirbazın meshûr (büyülenmiş) bir piyonu halini almaya başlamıştır. Mevcut durumu itibarıyla o, bedeni ve cismâniyeti, ruhun ve kalbin önüne çıkararak, vicdana kezzâp döküp insan hissiyatını köreltmekte; gıybete ve iftirâya prim vererek dünya kadar bühtân bağımlısı yetiştirmektedir. Dolayısıyla da, onun aracılığıyla herkes, herkesle oynama imkanı bulmakta ve sürekli olumsuz şeyler yazılıp çizilmektedir.
…
Bu cümleden olarak, şu hadiseyi hatırlatmada da fayda mülahaza ediyorum: Cömertliği ile Arapça’da darbımesel haline gelmiş bulunan Hâtem-i Tâî’nin kabilesi, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) karşı savaş açmış ve mağlûp olmuştu. Harp sonunda onların bir kısmı esir düşmüştü. Esirler arasında, Hâtem’in kızı da vardı. Mağlubiyetin ezikliğiyle perişan olan kadıncağız, Allah Rasûlü’ne kendi nesebini bildirince, Peygamber Efendimiz ona çok şefkatli davranmış, saygı gösterilmesini sağlamış ve babası hürmetine Tâî kabilesi hakkında hükme bağlanan bütün cezaları affetmişti. Sonra da, Ashab-ı Kiram efendilerimize dönüp, “Zillete düşmüş olsa da, bir kavmin azizine ikramda bulunun, hürmetkar davranın.” buyurmuş ve böylece hepimize, insanları tahkir etmeme, onlara haysiyet ve onur kırıcı muamelede bulunmama ve özellikle de kendi tâbîleri arasında onların izzetini koruma hususlarında ders vermişti. Rivayetlere göre, bu âlicenaplığı gören Hâtem’in kızı müslüman olmuş, Medine’de bir müddet misafir olarak kalıp dini öğrenmiş ve Efendimiz’in izniyle yine kendi beldesine dönmüştü.
Evet, insanların onur ve haysiyetlerini koruma, özellikle de toplumun önünde yer alan insanlar hakkında itimat telkin etme ve halkın gönlünde onlara karşı hürmet hissi uyarma çok önemlidir. Bu meselenin ehemmiyetinden dolayıdır ki; Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ vetteslîmât), kendisi için ayağa kalkanlara “Acemlerin büyüklerine kalktığı gibi ayağa kalmayın!” dediği hâlde, Sa’d b. Muaz meclise girerken “Efendiniz için ayağa kalkın!” buyurmuştur.
Yine, bir gün Rasûl-ü Ekrem Efendimizin meclisinde herkes yerini almış otururken Cerîr İbni Abdullah el-Becelî hazretleri içeri girmişti. Hazreti Cerîr, kavminden 200 kişiyle birlikte Yemen’den Medine’ye gelerek müslüman olmuş saygıdeğer bir insandı. Genç, heybetli, güzel yüzlü ve imrendirici bir hâli vardı. Peygamberimizin huzuruna kim önce gelmiş ve nereye oturmuşsa orası onun hakkı idi; günümüzün nakil vasıtalarındaki numarasız koltuklarda olduğu gibi önce gelen arzu ettiği yere otururdu. Cerîr İbni Abdullah (radiyallahu anh) içeri girince oturacak yer bulamamıştı ve kendisine yer gösteren de olmamıştı. Bu durumu farkeden Peygamber Efendimiz, hemen cübbesini çıkarmış, künyesiyle ona seslenmiş “Ey Ebû Amr, al onu, üzerine otur!” demişti. Sonra da, çevresindekilere dönerek, “Bir topluluğun kerem ve şeref sahibi büyüğü yanınıza geldiği zaman, ona ikramda bulunun ve hürmet edin.” buyurmuştu.
Arz ettiğim bu misallerde de görüleceği üzere, herkese saygılı davranmalı, her insanın onur ve haysiyeti korunmalı, hiç kimse tahkir edilmemelidir; ama, milletin önünde bulunan ve özel bir konumu olan insanların izzet ve şerefleri hakkında çok daha hassas olunmalı, onlara karşı çok saygılı davranılmalıdır. Çünkü, o insanları hafife almak ve onurlarını rencide etmek sadece bir şahsın haysiyetine dokunmakla sınırlı kalmaz; temsil ettikleri müesseselerin de itibarını zedeler. Onlara saygı ise, aynı zamanda temsil ettikleri kurumlara ve topluluklara hürmet manasına gelir.
Diğer taraftan, her dönemde suç işleyenler olduğu gibi, günümüzde de rical-i devlet arasında su-i istimaller olmaktadır. Maalesef, bazı iradesiz insanlar fuhşa girmekten milletin malını yemeye kadar pek çok günahı irtikap etmişlerdir/etmektedirler. Son zamanlarda terminolojiye giren “hortumlama” tabirinden de anlaşılacağı üzere ve duyduğumuz kadarıyla koca koca bankalar boşaltılmış ve milletin serveti o hortumlar vasıtasıyla başka kanallara akıtılmıştır. İşte, şayet, millete zarar veren bu türlü cürümlerden bir şekilde haberdar olursanız, onu usulünce salahiyetli kimselere haber verebilirsiniz; o meseleyi dar dairede, kimsenin namus, haysiyet ve şerefiyle oynamadan ve yargısız infazlara gitmeden yetkili mercilere bildirebilirsiniz. Fakat, temelde bir müslüman olarak o türlü işlerin arkasına düşmemeli, kimsenin günahının takipçisi olmamalı, başkalarının hatalarını araştırmamalı ve onların –amme hukukuna girmeyen- kusurlarına gözlerinizi yummalısınız.
Zira, İslam’da insanların ayıplarını fâş etme diye bir vazife yoktur. Hatta, zina gibi büyük bir günaha şahit olan bir insan bile “Ben gördüm!” deyip şahitlik yapmak zorunda değildir. Şayet dört şahit, şehadette ittifak ederlerse, mücrime ceza verilir; fakat bu, şahitlik edenlerin sevap kazanacakları manasına da gelmemektedir. Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) bu türlü hadiselerde hep meseleyi gizli tutmak ve elden geldiğince ketmetmek yolunu seçmiştir. Bizim vazifelerimiz arasında ve mehâsin-i ahlak kuralları içinde insanların kusurlarını araştırma, onları deşifre etme ve mahcub düşürme diye bir madde yoktur. Aksine, hata ve kusur avcılığı yapma, günahları açığa vurma ve insanları tahkir etme dinimizde ahlaksızlık sayılmıştır.
İslâm, canları, yuvaları ve özel hayatları açısından insanlara güvence vermiş; hangi sebeple olursa olsun, şahısların dokunulmazlığını çiğnemeyi ve aile mahremiyetlerini ortadan kaldırıcı davranışlarda bulunmayı yasaklamıştır. Kur’an-ı Kerîm’de, “Ey inananlar! Zandan kaçınınız, zira zannın çoğu günahtır. Hiç kimsenin noksanını ve ayıbını da araştırmayınız.” (Hucurât, 49/12) buyurulmuştur. Bu ayetle, insanların noksanlarının araştırılması, hatalarının ortaya dökülmesi, günahlarının fâş edilmesi ve şahsî hayata dair sırlarının açığa vurulması yasaklanmıştır. Casusluk yaparcasına eksik, kusur, hata ve günah avcılığına girişmemeleri, başkalarının ayıplarını aramamaları, kesin olmayan bilgileri mutlak hakikatmiş gibi kabul edip hiç kimseye cürüm isnat etmemeleri ve Allah’ın setrettiğini ille de açığa çıkarma gayretkeşliğine girmemeleri gibi hususlarda mü’minler ikaz edilmiştir. “Kim bir mü’minin herhangi bir kusurunu gizlerse, Settar olan Yüce Allah da dünya ve ahirette onun ayıplarını örter.” mealindeki hadis-i şerif de bu konuda inanlar için hem bir müjde hem de bir tembihtir.
Dolayısıyla, dinimize göre, medyada ve özellikle de İnternet sitelerinde, bazı devlet büyükleri ve onların aile fertleri hakkında yapılan haberler en azından gıybettir ve bu cürümleri işleyenler büyük günahlara girmiş olurlar. Dahası, bu türlü gıybetler, sadece bir-iki insan arasında gizli kalmadığından ve İnternet aracılığıyla milyonlarca insanın diline düştüğünden dolayı kat kat daha büyük birer günah sayılır. Öyle ki, bir hadis-i şerifte gıybetin bir çeşidinin yirmi küsur zinadan daha büyük bir günah olduğu ifade edilmektedir. İşte, bir gıybetin binlerce dille seslendirildiği, küçük bir gıybet gibi başlayan kîl u kâllerin çok geçmeden medya yoluyla koca koca iftiralara dönüştüğü ve ekran aracılığıyla bir anda binlerce göze, zihne ve kalbe düştüğü hesaba katılırsa, haber adı altında neşredilen o sözlerin nasıl zinadan daha öldürücü günahlara sebebiyet verdiği anlaşılacaktır. Dolayısıyla, bir müslüman, yazıp çizmek yoluyla bir kimsenin gıybetini ederken öyle büyük bir günaha girmiş olabileceğini düşünmeli ve insanlar hakkında ileri geri konuşmaktan tir tir titremelidir. Gıybet ve iftira etmenin affedilemez günahlar olduğunu bilmeli ve bunlardan uzak durmalıdır. Kendi ayıp ve günahlarıyla meşgul olup onların telafisiyle uğraşmalı; başkalarının kusurlarını ve hatalarını asla araştırmamalıdır. Kendi nefsi hakkında bir müdde-i umumî (savcı) gibi davranmalı, sürekli nefsini hesaba çekerek Allah’ın huzuruna görülmedik bir hesapla gitmemek için çok çalışmalıdır; fakat, başkaları hakkında da samimi bir avukat gibi hareket etmeli ve onlara toz kondurmamak için de elinden gelen her şeyi yapmalıdır.
İnternet sitelerini hazırlayanlar, şayet Allah’a ve iman esaslarına gerçekten inanıyorlarsa, hiç kimsenin kirli çamaşırlarını ortaya çıkarmayı ve gizli kapaklı işlerini fâş etmeyi akıllarından bile geçirmemelidirler. Gammazlığı, laf hammallığı yapmayı, milleti birbirine düşürmeyi, su-i zanda bulunmayı, gıybet etmeyi ve hele iftira atmayı Allah’ın yasakladığı çirkin amellerden ve insanı felakete sürükleyen günahlardan saymalıdırlar. Kat’iyen yargısız infazda bulunmamalı ve hiç kimsenin ırzı, şerefi ve namusu ile oynamamalıdırlar. Millet hesabına zarar ihtimali olan meseleleri yetkili mercilere üslûbunca haber verseler dahi, millete zarar vermeyen şahsî mevzularda son derece ketûm olmalıdırlar.
…
Kaynak: Diriliş Çağrısı, “Bakanın Oğlu, Komutanın Kızı ve İnternet Sayfaları“