Günümüzde ilmi baş tacı edip her şeyi ona bağlayan bir kısım materyalistler olduğu gibi, müspet ilimlerin hiçbir şey ifade etmediğini ve bir işe yaramadığını iddia eden cahil ve mutaassıp insanlar da az değil.
Bu konuda dünya çapında bir ilim adamı olan Albert Einstein’ın yaklaşımı ile Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin yaklaşımı bir mânâda benzerlik arz etmektedir. Einstein, “Dinsiz ilim kör, ilimsiz din de topaldır.” derken, Üstad ise şöyle demiştir:
“Vicdanın ziyası ulûm-u diniyedir. Aklın nuru fünûn-u medeniyedir. İkisinin imtizacı ile hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervâz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup; ikincisinde hile, şüphe tevellüt eder.” (Bediüzzaman, Münazarat).
Einstein başka bir defa da “Kâinatın Yaratıcısına olan inanç, ilmî araştırmanın en kuvvetli ve en asil muharrik gücüdür.” diyerek farklı bir hususa dikkat çeker.
İnsan mantığı, muhakemeyi ve aklî ilimleri ister ve pozitif ilimlerle meşgul olmayı iktiza eder. Kalbe gelince o da dinî ilimlerle ve ruhanî hayatın verdiği vâridâtla meşgul olmayı gerektirir. İşte bunların ikisi imtizaç ettiği zaman ilim adamının himmeti bir üveyik gibi kanatlanır. Bunun aksi bir durum söz konusu olduğunda ise insanın taassuba girdiği, mantık ve muhakemede şüphe ve tereddütlerinin hâsıl olduğu ve ilâhî ilimlerle irtibatının kesildiği, hususiyle de felsefenin açtığı yaralarla hep tereddüt içinde bocaladığı görülür. Bu iki hastalığa dûçâr olmamanın yegâne çaresi kalb ile kafa ziyasının cem edilip mantıkî bir prizmadan geçirilerek İslâmî düşünce çizgisinin yakalanmasıdır.
Meseleye bir de tarih perspektifinden bakarak açıklık getirmenin yerinde olacağını düşünüyorum. Tarihte takva ile fünûn-u medeniyede ilerlediğimiz pek çok zaman olmuştur. Ta hicrî beşinci asırda biz Asya’da bir Rönesans gerçekleştirmişiz ki, Avrupa henüz böyle bir kelimeyi bilmiyordu. Hicrî beşinci asra kadar pek çok ilim adamı aynı zamanda zâhidâne bir hayat yaşamışlardır. Evet, bizim rasathanede oturup aynı zamanda gökyüzünü temâşâ ederken yıldızların hareketleri karşısında hıçkıra hıçkıra ağlayan âlimlerimiz vardır. Niceleri orada vecde gelip kendinden geçmiştir. Yani denebilir ki o zaman ilim araştırma merkezlerimiz ve rasathanelerimiz aynı zamanda tekye ve zaviye vazifesi görüyordu. Keza ilim tarihimize bakıldığında anatomi alanındaki çalışmalarımız, insan vücudunun esrarengiz noktalarındaki araştırmalarımız çok defa başımızı döndürürdü. Diyebiliriz ki, belli bir dönemde fünûn-u medeniye de aynen ve aynı mekânda medrese ilimleri gibi tahsil ediliyordu.
Bu meselede Farabî’nin bir kısım kural dışı sözlerine ve İbn Sina’nın bazı eğri büğrü düşüncelerine bakıp aldanmamak lâzımdır. Kaldı ki onlar da hep Müslüman olduklarını ifade etmişlerdir. Bir kısım yaklaşım ve üslûplarında hata olsa da böyle demiş ve böyle düşünmüşlerdir. Tarih boyunca seleflerimiz arasında dünya kadar beş başı mamur insan yetişmiştir ki hepsinin ayrı bir derinliği olmuştur. Ancak hicrî beşinci asırdan itibarendir ki, kalb kafadan ayrılmış ve bunlardan hangisi hâkimse diğerini talâk-ı selâseyle boşamıştır. Ve denebilir ki ondan sonra da bu ikisi bir ölçüde hep ayrı yaşamışlardır.
Şimdi isterseniz meseleyi bir de yakın tarihimiz açısından ele alalım: Biz, Tanzimat’la Avrupa’nın ana salonuna, Meşrutiyet’le de harem dairesine hem de balıklamasına girdik. Cumhuriyet’le münasebetlerimiz daha bir derinleşti. Bunlar, bizim hesaplarımıza bağlı olduğu takdirde elbette ki mahzursuzdu. Ama acaba hep öyle olabildi mi?
Üstad Hazretleri sürekli kalb-kafa imtizacından (bütünlüğünden) bahseder. Ben ise o ikisine evlendirme mânâsında izdivaç demeyi tercih ettim. Bu millete hizmet etmeye gönül vermiş olanlar, iman ve hayat mülâhazaları ile, çağlaya çağlaya nihayetinde ummana ulaşıp ayrı bir kıvama ulaştığında, işte o zaman işi elinde bulunduranların yerine getirmeleri gereken en mühim vazife, aklın ziyası olan fünûn-u medeniye ile kalbin nuru olan ulûm-u diniyeyi yani aklı ve kalbi evlendirmek olmalıdır. Biraz da esprili bir üslûpla asırlardan beri birbirine küsmüş ve cüdâ düşmüş akıl erkeğini kalb dişisiyle evlendirmek ve “Yeter bunca ayrı yaşamak, Batıyla bunca zevc-i âher olup hulle yaptınız, artık geriye dönebilirsin!” diyerek bu izdivacı gerçekleştirmek, gelecek adına çok önemlidir.
Bu arada şunu da ifade etmenin yerinde olacağını düşünüyorum. Cenâb-ı Hakk’ın bu millete ve milel-i İslâmiye’ye lütfedeceği nimetlere bel bağlayarak hükümleri onlara bina etmek, İslâm’a hizmet düşüncemiz açısından bize düşmeyeceğinden onlarla meşgul olmayı hizmet felsefemize ve yolumuza zıt ve ters görüyoruz. Ayrıca böyle bir yaklaşım Rabbimiz’le pazarlık yapmak mânâsına geldiğinden dolayı böyle bir saygısızlıkta bulunmanın da kat’iyen doğru olmadığını ifade etmek istiyorum.
Bu vesile ile bir hatıramı aktarmak isterim: Burdur’da ilk sorguya çekildiğim sıralarda bana “Yahu hoca! Allah aşkına senin gayen nedir?” demişlerdi. Ben de tavrımı hiç bozmadan, “Vallahi şahsen ben akılla kalbi evlendirmeyi düşünüyorum.” deyip fünûn-u medeniye ile ulûm-u diniyenin izdivacından, talebenin himmetinin pervaz etmesinden bahsetmiştim. Ama aradan beş on dakika geçince aynı soruya bir daha muhatap olmuştum. Ben yine, “Elimden gelse zâviye, medrese ve mektep ruhunu barıştırmak istediğimi, bunlardan birinin bizim ruh enginliğimizi ve İslâmî ufkumuzu ifade ettiğini, diğerinin de kâinat kitabını hallaç etmede bize kanat olacağını” anlattım. Zannediyorum üç dört defa bana evirip çevirip aynı soruyu sordular. Ben de aynı mihverde cevap vermeye çalıştım. Tabiî bu arada benim de hakikaten çocuksu tavırlarım olmuş olabilir. Sonra görevlilerden biri bana şunu söylemişti: “Yahu hoca, senin yerinde olsaydım ben her şeyi dosdoğru konuşurdum.” Oysa ben hiç mi hiç yalan konuşmamıştım. Zaten şimdiye kadar da hiç böyle bir düşüncemiz olmamıştı. Bundan sonra da olmayacaktı. Biz başkaları gibi düşünseydik şimdiye kadar bunun bir tereşşuhu olurdu. Ama bizim öyle bir hesabımız ve düşüncemiz hiç olmamıştı; evet bunu bir kez daha ifade etmek istedim.
Sadede dönelim; bana göre kalbi kafayla evlendirmenin zamanı gelmiştir. Bir taraftan fünûn-u medeniye dediğimiz fizik, kimya, matematik ve fen bilimleri, diğer taraftan da ulûm-u diniyeyi imtizaç ettirmenin tam zamanıdır. Hatta günümüzde insanları idare etme adına sosyal bilimler de çok önemli bir hâl almıştır. Sosyal bilimler bizim gibi geri kalmış milletlerde pek önemsenmemesine mukabil pek çok açıdan ilerlemiş milletlerde bugün çok değer verilen bir bilim dalıdır. Bu bilim dalına gerekli değeri vermeyen milletler daha ziyade fen bilimlerine ağırlık verirler. Aslında geleceğin zimamdarları, idarecileri ve siyasetçileri sosyal bilimlerle uğraşan insanlardan çıkacaktır. Bu itibarla da fünûn-u medeniye denen bütün medenî ilimlere bu nazarla bakmak mümkündür.
Ayrıca fünûn-u medeniyede terakki ancak ulûm-u diniyeye sarılmakla mümkündür. Evet, müspet ilimlerde ilerleyebilme, kâinatın basiretli bir şekilde okunup yorumlanmasına, âdeta bir meşher gibi temâşâ edilmesine ve bir kitap gibi gözden geçirilip değerlendirilmesine bağlıdır. Kısaca, oturmuş bir imana ve Kur’ân’ın ufkunu yakalamaya bağlıdır. Geleceğin ilim adamları bu hususu kat’iyen ihmal etmemelidirler.
Dikkat çekmek istediğimiz diğer bir nokta, bu mevzuda fikirlerini naklettiğimiz Einstein ile Üstad Bediüzzaman’ın hemen hemen aynı hususu seslendirmiş olmalarıdır. Bununla beraber yaklaşımlarının biraz farklı olduğu da önemli bir husustur. Bunlardan birinin yaklaşımı din ağırlıklı olduğundan, o kendine has özel bir çizgidedir. Diğerinin yaklaşımı ise, kendini fünûn-u müsbeteye biraz fazla kaptırdığından, onda da ilim önde, din geridedir. Bu konuda Bediüzzaman’ın yaklaşımında dinin önde, fakat ilmin “kendi çerçevesinde” olduğunu ve kesinlikle (ilmin) geride olmadığını söylemek de yerinde olur; zira her ikisi de birbirine yakın fikirler beyan etmişlerdir. Ama aynı şeyi söylemelerine rağmen her ikisinin yaklaşımları farklı farklıdır.
Günümüzde de din ve ilmin birlikte ele alınması, zannediyorum bize yeni bir ufuk açacaktır. Çünkü her meseleyi götürüp Big Bang’a (Büyük Patlama) bağlamak ve kaostan nizam ve âhenk beklemek er ya da geç yolda kalmayı netice verecek bir yaklaşımdır. Bu, günümüzde de sıkça münakaşası yapılan bir mesele olmasına karşılık âlemin varlığı mevzuunda ilim adamları kaostan nizam çıkmayacağını açıkça ifade etmektedirler. Üstad da Risalelerin değişik yerlerinde ısrarla bu yaklaşımın üzerinde durmakta ve özellikle de “Tabiat Risalesi”nde sebepleri anlatırken “kendi kendine teşekkül etme” meselesinin olamayacağını aklî ve ilmî bir şekilde ortaya koymaktadır.[1]Bkz.: Bediüzzaman, Lem’alar s.224-226 (Yirmi Üçüncü Lem’a, İkinci Mesele).
Binaenaleyh bugün din ile ilmi birleştirmek için yeniden çalışmalar yapmak gerekmektedir. Bu çalışmalara imza atarken belki işin başlangıcında biraz zorlanmamız gerekebilir. Bugün başkalarının yanlış da olsa hazırlayıp belli bir blokaj üzerinde istif ettiği sistem ve teorileri değerlendirerek bir yere varmaya çalışmak söz konusu olabilir. Evet, şimdilik belki mevcut neticeleri transfer ederek değerlendirip ulûm-u diniye ile bir bütünlük oluşturacak şekilde kendi dünyamızı kurmaya çalışmalıyız. Şimdilerde mevcut ilmin karşılaştığımız bir kısım aşırı pozitif yanlarını ayıklamaya tâbi tutmalı, hakikatle uyum içinde olanlarını almalı, sonra da yeni açılımlara geçmeliyiz. İhtimal böyle bir meşguliyet değişik alternatiflerin oluşmasını da netice verecektir. Ama bununla uğraşırken fizikî dünya içinde onun bir buudu olarak metafiziği ihmal etmemeli ve onu da mutlaka düşünmeliyiz. Hatta bu yaklaşım, işimizi sadece fen sahasında kolaylaştırmakla kalmayacak, aynı zamanda bizim estetik ve sanat anlayışımıza, romandan tiyatroya kadar hemen her hususta kendisini hissettirecektir. Yani meseleye kaos bir dünyadan yaklaşma söz konusu olduğu gibi, yaratılmış olmanın aydınlığıyla beslenen bir başlangıçtan yaklaşma da söz konusu olabilir. Daha da açacak olursak, meseleyi hem götürüp Allah’a dayandıracak bir yaklaşım içinde bulunmak hem de tecrübî alanda kusur etmeden varlığı doğru yorumlayarak varlık ve hakikat arasında çelişkiye düşülmemiş olacaktır.
Burada şunu da ifade etmekte yarar var: Bugün ilim ve dini tekrar barıştırma şansına zannediyorum sadece Müslümanlar sahip. Bir dönemde Avrupa’da Orta Çağ’ın karanlığında skolastik düşünce ile din ve ilmi telif etme gibi bir tekellüf içine girilmiş ise de işin tabiatı müsait olmadığı için bu hususta bir ilerleme kaydedilememiştir. Ancak Müslümanlar bu konuda çok şanslı sayılırlar. Zira şimdiye kadar onların ilim adına keşfettikleri çok şey vardır ve bundan sonra da pek çok şey olacaktır. Ben burada aşağılık duygusu içinde, “İlim adına ne keşfederseniz onu Kur’ân daha önceden söylemiştir.” şeklinde bir yaklaşımda bulunmayacağım. Fakat ilim adına ortaya konan hususların hiçbirinin Kur’ânî gerçeklerle çelişmeyeceğini en gür sesle haykırmaktan da geri kalmayacağım. Evet, günümüzde ilmî gerçekler incelendiğinde, eskilerin ifadesiyle her bir gerçeğin Kur’ân ile telif ve teellüf (uyum) içinde bulunduğunu görmek mümkündür.
Pozitif bilimlerde ihtisas yapan uzmanlar, imkân el verdiği ölçüde keşke ihtisaslarının arasında hiç olmazsa biraz da Kur’ân tefsiri okuyabilseler. Hatta bu konuda daha tercüme edilmemiş olsa ve biraz tekellüflü yorumları ihtiva etse de Tantavî Cevherî’nin (v. 1940) “el-Cevâhir fî Tefsîri’l-Kur’âni’l-Kerim” adlı tefsiri okunabilse çok faydalı olabileceğini zannediyorum. “Kur’ân ve Çağdaş İlimler” adında bir eseri daha olan Cevherî’nin bu tefsiri, içinde bazı tekellüflü telifleri bulunsa da Kur’ân âyetleri ile ilmî gerçeklerin telifini ifade açısından çok enfes tespitleri ihtiva eden ansiklopedik bir eserdir.
Kaynak: Çizgimizi Hecelerken, “Kalp ve Kafa İzdivacı“
Dipnotlar
⇡1 | Bkz.: Bediüzzaman, Lem’alar s.224-226 (Yirmi Üçüncü Lem’a, İkinci Mesele). |
---|