Aile, toplumun en önemli direğidir. Aile nasılsa toplum da öyle olur. Hatta aile, hem dünya hem de ahiret saadetini kazanma adına büyük bir vesiledir. Aile, buram buram cennet kokan bir bahçedir. Aile, insanın başını sokup kendini dinleyeceği, huzur soluklayacağı bir neşe kaynağıdır. Öyleyse, bu kadar ehemmiyeti olan bir müessesede dengeli bir hayat sürdürmek gerekir. Böyle bir hayat ise ancak karı-kocanın haklarını idrak etmesi ve mesuliyetlerini yerine getirmesiyle mümkün olur.
Dinimiz iki tarafın da birbirlerine karşı hak ve sorumluluklarını belirtmiştir. Bununla beraber, bu hakların yerine getirilmesinde anlayışlılığı da bir esas olarak benimsemiş, müntesipleri olan biz Müslümanlara mutlaka anlayışlı davranmamızı tavsiye etmiştir. Evet, haklar yerine gelecektir/getirilecektir ama gelmediği ya da çeşitli mânilerden dolayı getirilemediği takdirde mutlaka anlayış prensibine göre hareket edilmelidir ki aile müessesesi sarsılmadan ve yıkılmadan devam etsin yoksa “Benim vazifem şu.” deyip daha fazlasına karışmayan, “Hakkımdır bu, alırım.” diye direten bir koca ya da kadın, hakkım derken başkalarının hakkını çiğneyecek kadar ileri gidebilir ve bütün bir ailenin hukuku ihlal edilebilir.
Mesela mehir kadının bir hakkıdır. Hemen verilen mehir (mehr-i muaccel) ve ertelenen, sonra ödenen mehir (mehr-i müeccel) şeklinde iki türlü ödeme şekli vardır. Bazen olur da kocası hanımının mehrini ödeyemez. Hayat boyu maddî sıkıntı çekerler. İşte burada “hak, hak” deyip kadının mehrini almada ısrar etmesi, aileyi tamamen çıkmaza sokacak ve belki de onun dağılmasına sebep olacaktır.
Yine mesela erkeğin aynı anda iki kadınla evli bulunması belli şartlar çerçevesinde bir haktır. Yani erkek, birinci evliliği devam ederken ikinci bir kadınla evlenmek istediğinde buna dinen karşı çıkılmaz çünkü hukuken verilmiş bir salâhiyettir fakat ikinci evlilik olduğu takdirde birinci evliliği tehlikeye girecekse, yani erkek ikinci evlilik yaparak kendimi daha iyi korurum derken hazır kurulu yuvasını yıkacaksa işte burada erkeğin anlayışlı olması, yuvasının saadetini, çocuklarının huzurunu düşünmesi ve alternatif sabır yollarını denemesi gerekir.
Diğer yandan, kadının evde yemek yapması, bulaşık yıkaması vs. hukuken belirlenmiş temel bir vazife değildir. Bunlar, insanî boyutuyla geleneklerimize girmiş ve hatta aksi hiç söz konusu olmayacak kadar benimsenmiş güzel uygulamalardır. Ancak, kadının benim böyle bir vazifem yok diye maddî durumu el vermediği hâlde kocasından hizmetçi tutmasını istemesi, yuvayı devam ettirici değil bölüp parçalayıcı bir rol oynar. Kaldı ki kocasının maddî durumu müsait olsa bile, kadının hizmetçi istemeden evde yemek yapması, bulaşık yıkaması, çocuğunu emzirmesi vs. hizmetler, karı-koca arasındaki sevgiyi ve saygıyı arttırıcı unsurlardır. Tabii ki bu konularda kocası da hanımına yardım edecek, onu sıkıntı içerisinde bırakmayacaktır.
Verdiğimiz misallerden anlaşılıyor ki karı-kocanın temel haklarından feragat ve fedakârlık göstererek anlayışlı davranmaları, beraberliklerini karşılıklı merhamet ve saygı temelinde sürdürmeleri, yuvayı ayakta tutan temel unsur olmaktadır.
Burada şöyle bir soru akla gelebilir: Madem aile içerisinde temel haklar konusunda anlayış ve fedakârlık gösterilmesi gerekiyor, o hâlde neden temel haklar ve vazifeler ortaya konulmuş? Böyle bir soruya cevaben diyebiliriz ki bu hak ve vazifeler, karı-kocada mesuliyet bilincini geliştirmek, yetki sınırlarını belirleyerek hadden aşmayı engellemek ve bir de mahkemeye intikal eden bir mesele olduğunda hâkimin karar vermesinde müşahhas ölçü oluşturmak için konulmuştur. Burada iki türlü yaklaşımdan bahsedebiliriz: Birisi, karı-koca arasındaki ilişkilerin sınırlarını belirleyen hükümler, diğeri de bu hükümlerin pratik hayata taşınmasıdır. Hükümler açısından meseleye bakınca, karı-kocadan her biri, haklarını bilecek ve nerede durduğunun/durması gerektiğinin idraki içerisinde yaşayacak. Ancak, ekonomik, psikolojik, sosyolojik, biyolojik pek çok sebeple, her zaman bu haklarını uygulama imkânı bulamayacağından meseleye bir de pratik yaşantı açısından bakacak. Sonra kendisine, “Haklarımı ne kadar uygulayabilirim, uygularsam ailemle ne kadar uyum içerisinde olurum, haklarımın gereğini yerine getirmemin neticeleri ne olur.” diye soracaktır.
Şimdi meseleyi bu iki açıdan değerlendirecek olursak şunları söyleyebiliriz: Mesela kadının, kocasını ikinci bir kadınla evlenmeme konusunda zorlamaya hakkı yoktur çünkü mesele böyle hükme bağlanmıştır. Kadının bunu bilmesi ve buna göre davranması gerekir. Ancak yukarıda da dediğimiz gibi koca da bu konuda anlayışı elden bırakmayacak ve bu hakkın uygulanmasında pratik hayat itibarıyla sakıncalar olduğunu bilecek ve neticede sabretmeyi tercih edecektir. Buna göre bugün Müslümanların yaşadığı pek çok yerde erkeğin ikinci evliliği, konuyla ilgili ahkâm açısından uygun olsa da pratik yaşantı açısından uygun değildir zira ikinci evliliği düşündüğü takdirde yuvasının dağılma riski vardır. Mehir konusunda da aynı durum söz konusudur. Koca, bunun hanımının bir hakkı olduğunu bilecek, mesuliyeti üzerine alacak, hanım da bu konuda kocasını zora sokmayacaktır.
Burada yanlış anlaşılmasın, meseleyi tamamen hukuk zeminine çekmek istemiyoruz çünkü aileyi sadece hukuk zemininde götürmek, aileyi çok katı bir kurum hâline getirir ve sevgiden, saygıdan mahrum, aile adına bir sürü beraberlikler ortaya çıkarır fakat bu sûrî ve sun’î beraberliklerin neticesinde de boşanmaların büyük rakamlara ulaşması ve sahipsiz, şefkatsiz nesillerin insanlığın önemli bir problemi hâline gelmesi kaçınılmaz olacaktır. Bu yüzden, işin hukukî yönünün bilinmesiyle beraber aile müessesesinin mutlaka karşılıklı anlayış, sevgi, saygı, hürmet, şefkat ve vefa atmosferinde sürdürülmesi gerekir.[1]Evliliği, sadece hukukî bir birliktelik olarak görmek yanlış olduğu gibi onu sadece romantik bir beraberlikten ibaret sanmak da aynı şekilde sakat bir anlayıştır.
Aile hukukundan bahsedilen pek çok âyette, karşılıklı iyiliğin emredilmesi, takvanın esas alınması, faziletin öne çıkarılması ne kadar manidardır! Mesela boşanma meydana geldiğinde, belli şartlar içerisinde kocanın karısına verdiği mehrin hepsini alma hakkı vardır. Ancak, Allah (celle celâluhû) bu konuda fazileti tavsiye ederek şöyle buyuruyor:
وَأَنْ تَعْفُۤوا أَقْرَبُ لِلتَّقْوٰى وَلَا تَنْسَوُا الْفَضْلَ بَيْنَكُمْ إِنَّ اللّٰهَ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصيرٌ “Ey kocalar, sizin bağışlamanız (müsamaha gösterip mehrin tamamını bırakmanız) takvâya daha uygun düşer! Birbirinize lütuf ve mürüvvet göstermeyi unutmayın. Allah sizin bütün işlediklerinizi görür.” ( Bakara Sûresi, 2/237.)
Evet, hukuk, temel sınırları belirler ve insana bir mesuliyet şuuru verir. Ancak, hukukun uygulanmasında mutlaka karşılıklı sevgi, saygı, merhamet ve anlayışlılık göstermek de vicdanî, ahlâkî bir vazifedir. Son olarak Bediüzzaman Hazretleri’nin, eserlerinin çeşitli yerlerinde ısrarla vurguladığı bu hususu özet mahiyetinde vermek istiyoruz: Herkesin evi, küçük bir dünyasıdır. O dünyanın hayatı ve saadeti; erkeğin ortaya koyması gereken hakiki, şefkatli ve fedakârca bir merhamet ile kadının göstermesi gereken samimi, ciddi ve vefalı bir hürmet sayesinde mümkün olur. Evet, erkek şefkat ve merhametini gösterecek, kadın da beyine karşı vefalı ve hürmetli olacaktır. Bu iki değerli varlık, birbirlerinin güzelliklerini takdir ve taklit edecekler, kusurlarını da merhametle ve sabırla ıslah etmeye çalışacaklardır. Fıtraten taşıdıkları bazı özellikleri ise düzeltmeye kalkmayacaklar, onları öyle kabul edeceklerdir. Her iki taraf da aileden maksadın, Allah ve Resûlü’nün hoşnut olacağı ideal bir nesil yetiştirmek ve ebedî cennetlerde beraber yaşamak olduğunu unutmayacak, bunun için karşılıklı saygı, hürmet, vefa, sevgi ve merhameti elden bırakmayacaklardır.[2]Bkz: Bediüzzaman, Sözler, 10. Söz, 32. Söz; Lem’alar, 24. Lema.
Dipnotlar