Muhatabın seviyesini gözeterek konuşmak ilâhî bir ahlâktır. Cenâb-ı Hak her milletin ilim ve ihata seviyesine, problemlerinin keyfiyetine ve ihtiyaçlarının türüne göre teferruatta özel emirler vermiş, hususî kanunlar vaz’etmiş ve her dönemde tenezzülât-ı kelâmiyesini farklı şekilde, değişik bir tecellî buuduyla ortaya koymuştur. Zira, mübtedî ve bedevîlere göre yeterli sayılan nice meseleler vardır ki, müntehî ve mütemeddinler için onların biraz daha açılmaları şarttır ve zaruridir.
…
Ne var ki, bugünkü nesillerin “Kullanılan dil çok ağır!..” şeklindeki yakınmalarının bir gerçeğin ifadesi olduğunu zannetmiyorum. Televizyonlardaki fikrî konuşmalarda, gazetelerdeki yazılarda, ilmî ve edebî mecmualardaki makalelerde ağır bir dil kullanıldığı kanaatinde değilim. Bazı kimseler, kendilerini çok bilgili ve kültürlü göstermek için sözleri arasında müphem ve muğlak ifadelere yer vermek suretiyle anlamayı zorlaştırıyor olabilirler. Fakat, konuşulanların ve yazılanların genelini, kitaplarlaainanıyorum. Asıl problemin, dilin her geçen gün biraz daha yalınlaştırılmasında ve gençliğin bilhassa dinî terimlere, tabirlere, ıstılahî ifadelere yabancılaştırılmasında olduğunu düşünüyorum.
Evet, insanlara onların anlayabilecekleri bir dille konuşmak gerekir; lâkin, bu gereklilik, dilin mahvedilmesine sebebiyet vermemelidir. Lisanın muhafazası da bizim için çok önemlidir. Şayet, sadece muhatapların idraki esas alınır ve bu istikamette dil sürekli yalınlaştırılarak bitevî “tenezzülât”a gidilirse, sonunda kendi dilimizin bütünüyle tahrip edilmesi kaçınılmaz olacaktır. Bundan dolayıdır ki, bir dönemde, lisanın kıymetini takdir eden ve onu tahribin hangi kötü neticelere yol açacağını bilen insanlar kullanılan kelimeler hususunda çok hassas davranırlardı. Meselâ, o büyük ulema, huzurlarında, “izah” kelimesinin yerine “açıklama” sözcüğü kullanılsa, hemen hoşnutsuzluklarını belli eder, “Bu ne demek?” der ve iki kelime arasındaki mânâ uçurumuna dikkat çekerlerdi.
Aslında, dilin muhafazası meselesinde bu denli hassas davranmak herkes için bir vazifedir. Çünkü, dilimizde, her biri birer cevher olan oturmuş ve kıvamını bulmuş kelimeler vardır. Onlara yüklenen çok derin mânâlar geçmişten geleceğe uzanan birer emanettir. Bugün konuştuğumuz dil, nesiller boyu sessiz sessiz hafızalarımıza yerleşen ve ruhlarımıza nakşedilen duygu ve düşüncelerin nakil vasıtasıdır. Asırlarca süren bir cehd sayesinde her kelime çok derin mânâ, meal ve mefhumlar kazanmıştır. Hatta, her bir kelime, bir sanat dalında, bir ilim sahasında veya teknik bir alanda özel olarak kullanılan bir terime dönüşmüştür. Onlardan bambaşka söz kalıpları ve deyimler üretilmiştir. Öyle ki, o kelimelerin yerine başka sözcükler konulduğunda asıl maksadı anlatmak neredeyse imkânsız hâle gelmiştir.
Şayet, başka kültürlerin tesiriyle kendi özüne yabancılaşan kimseler, dilimizde böylesine güzel söz ve zengin ifadeler bulunmasına rağmen, onları terk edip, âdeta kendilerinden kaçarak ve kendi değerlerine karşı saygısız davranarak acayip, tuhaf, yamuk-yumuk, eğri-büğrü ve bizim ağzımıza hiç yakışmayan kelimeleri kullanmakta ısrar eder ve öz lisanlarını anlama adına hiçbir fikir cehdi ortaya koymadan “Dil ağır, biz kavrayamıyoruz!..” derlerse; konuşan ve yazan insanlar da bu talepleri hiç sorgulamadan kabul ederlerse, peşi peşine yalınlaştırmaların, kelime kayıplarının ve dilde tahribin önüne geçilemez. Dilimizin enginliğini göremeyenler ve lisanın önemini nazar-ı itibara almayanlar tarafından, sadeleştirme adı altında, o olgun ve oturmuş kelimelerimiz kaldırılıp atılır ve yerlerine nesepsiz, pişmemiş, ham sözcükler konulur. Çok geçmeden, daha farklı bir sadelik aranır, yeni bir yalınlaştırma furyası başgösterir ve böylece lisanımız sürekli aşağıya doğru çekilip indirilir. Tenezzülât.. tenezzülât.. tenezzülât… Oysa, onun da bir sınırı olmalıdır.
Hususiyle, “ıstılah” dediğimiz, belli bir ilim ve sanat dalına mahsus olan, zamanla çok geniş mânâlar kazanan, şümullü bir hal alan kelime ve terimleri sadeleştirmek için uğraşmak beyhude bir gayrettir; onların yerlerini hakkıyla doldurabilecek daha anlaşılır kelimelerin bulunabilmesi bir yönüyle mümkün değildir. Belki zaman zaman o kelimeler izah edilebilir ama başka bir iki kelimeyle onlar asla karşılanamaz. Meselâ; “gözlem” sözcüğü –hassaten dinî mevzularda– kat’iyen “müşâhede” tabirinin yerini tutamaz. Müşâhede, mükâşefe ve musâhabe kelimeleri bazen birbirinin yerine kullanılsa da, nüanslar gözetilirse bunların da birbirinden çok farklı oldukları görülecektir. Şayet biri yerine öbürü telaffuz edilirse, bambaşka bir mânâ ortaya çıkacaktır.
Hani anlatılır ya; birisine “Arapça bilir misin?” diye sormuşlar; o da “İyi bilirim.” deyivermiş. Bunun üzerine, “Araplar koyuna ne derler?” suali yöneltilince, adam “ganem” cevabını vermiş. “Peki, kuzuya ne derler?” diye sorulunca, o çok bilmiş adam “Büyüyünce ona da ganem derler.” demiş. İşte, hususiyle ıstılahî bir kelimeyi bir başka sözcükle ifade etmeye çalışmak bu latîfede nazara verilen tuhaflıktan farklı değildir.
Evet, bugün maalesef, insanımız ana diliyle yazılanları anlayamamaktadır; çünkü, senelerdir bu dille oynayanlar, yabancı kelimeleri atma ve dili sadeleştirme bahaneleriyle onu bütün bütün bozmuş ve neslimizi kültürümüzün temel kaynaklarından uzaklaştırmışlardır. Cemil Meriç, Cevdet Paşa’nın eserinin sadeleştirilmesiyle alâkalı olarak, “Cevdet Paşa bir dil üstadı idi, onun kitabını sadeleştirmek suretiyle derisini yüzdü ve eseri berbat ettiler.” demiştir. Heyhât ki, bizim dilimizin de derisi yüzülmüştür. Günümüzün insanı, yazılıp konuşulanların ağırlığından değil, üslupsuzluktan, uydurulmuş kelimelere rağbetten, okuma alışkanlığının azlığından, neredeyse hiç lügât kullanmadığından ve fikir cehdi ortaya koymadığından dolayı kendi değerlerimize ait düşüncelerin çok zengin ve çok olgun anlatıldığı kitaplara bile yabancı hâle gelmiştir.
Keşke, bugünkü nesil Elmalılı Hamdi Yazır, Kâmil Miras, Ahmet Hamdi Aksekili, Babanzade Ahmed Naim, İzmirli İsmail Hakkı, Şemsettin Günaltay, Cevdet Paşa, Filibeli Ahmet Hilmi, Celal Nuri, Haşim Nahit gibi dil üstadlarının kitaplarını ve Risale-i Nur Külliyatı misillü eşsiz eserleri anlayabilseydi. Keşke, bilhassa gençler anlamakta zorlandıkları vakitler lügâtlerin yardımına müracaat etseler ve dil zevkimizi duymaya çalışsalardı. Zannediyorum, başlangıçta biraz zorlansalar da, kısa bir süre sonra güzel lisanımızın cazibesine kapılacak, artık çok derin mânâları hissetmenin hazzına varacak ve zamanla sathîlikten kurtularak daha engin mülâhaza ufuklarında dolaşma imkânını yakalayacaklardı.
Bir kere daha ifade etmeliyim ki; irşâdda mühim olan, verilmek istenen mesajın muhataplar tarafından en güzel şekilde ve eksiksiz alınmasını sağlamaktır. Bu da mesajın mümkün olduğu kadar açık, net ve pürüzsüz bir tarzda ifade edilmesine bağlıdır. Bu itibarla, sırf bilgili, kültürlü ve iyi yetişmiş bir insan olarak tanınmak maksadıyla, müphem, muğlak ve felsefe yüklü konuşup yazmayı âdet hâline getirmek büyük bir yanlışlık ve aldanmışlıktır. Samimi bir irşad eri, kendi kadrini yüceltmek için iğlaka başvurma gibi bir bayağılığa düşmekten uzak olmalıdır; bununla beraber, her seviyede insanın anlayabileceği bir üslûpla hakikatleri sunmaya gayret ederken, aynı zamanda onların ulviyet ve ciddiyetine halel getirmemeye de özen göstermelidir. Zira, anlaşılır olmak, dili bütün bütün yalınlaştırmak ve mânâdan, mefhumdan, muhtevadan fedakârlıkta bulunmak demek değildir. Belki, yazan ya da konuşan insan bir iki basamak inebilir; fakat, okuyan veya dinleyen kimse de birkaç basamak yukarıya doğru çıkmalıdır ki münasip bir yerde buluşulabilsin. İlim ve ihata açısından, birisi azıcık eğilmeli, öbürü de biraz yükselmelidir ki, hakikatler kadr ü kıymetlerine uygun olarak anlatılıp anlaşılsın.
Hasılı; “İnsanlara akılları nispetinde ve idrak seviyelerine göre konuşun!” mealindeki hadis-i şerif tebliğ ve irşâdda vazgeçilmez bir kaidenin ifadesidir. Bir mürşit, sözlerinin halkın yüzde sekseni tarafından anlaşılmasını hedeflemeli ve yazılarını, konuşmalarını bu düşünceye göre örgülemelidir. Bu yüzde seksenin dışında kalan insanlardan bazıları serdedilen fikirlerin çok azını anlayabilirler; diğer bir kısmı ise, beyan tarzını ve anlatılanları hafif bulabilirler. İrşad ve tebliğde, ekseriyetin idraki esas alınmalıdır; o yüzde yirminin hissiyatına bakılmamalıdır. Hele, herkes için anlaşılır olma bahanesiyle dilin canına kıyılmamalı, derisi yüzülmemeli ve şekli bozulmamalıdır; lisan âbidesi kendi ihtişamıyla her zaman korunmalıdır.
Kaynak: Kalb İbresi, “Derisi Yüzülen Dilimiz”