Osmanlı’ya dâir yanlış anlaşılan ve buna bağlı olarak yer yer o şekilde yansıtılan hususların başında harem hayatı gelmektedir. Kadını harem dedikodularının malzemesi olarak ele alan eserleri okuyan ve esasen bir fazilet ve ahlâk mektebi olan Osmanlı haremini, gerçek hüviyetiyle öğrenmeyen nesillerin, tarihimiz hakkında yanlış hükümlere sahip olması üzüntü vericidir.
Geçmişte evlerde, konak ve saraylarda genellikle iç avluya bakacak şekilde plânlanan, kadınların yabancı erkeklerle karşılaşmadan rahatça günlük hayatlarını sürdürdükleri bölümlere “harem” adı verilmiştir. Zaten harem kelimesi Arapçada “korunan ve mukaddes olan şey veya yer” mânâsına gelmektedir. Türk-İslâm kültüründe gerek evlerde gerekse saraylarda erkeklerin yaşadığı veya idarî işlerini yürüttüğü bölümlerle (selâmlık), ailenin yaşadığı bölüm (harem) birbirinden ayrılmıştır. Bu ayrım, Osmanlı sarayı için de geçerlidir.
Kuruluş devrinde Osmanlı padişahları, câriyelerin yanısıra komşu hükümdarların veya beylerin kızlarıyla da evlilikler yapmışlardır. Padişahların yükselme devrinden sonra, daha ziyade haremden câriye statüsündeki kadınlarla evlilik yapmalarının sebebi, üçüncü şahıslardan kaynaklanabilecek suiistimallerin önüne geçebilmektir. O dönemden itibaren sarayda, padişahların aileleriyle birlikte oturdukları harem dairesi olmakla birlikte, teşkilâtlandırılması Fatih devrinde gerçekleşmiştir. İstanbul’un fethinden sonra Beyazıt’ta inşâ edilen ve “Eski Saray” olarak bilinen yerde bulunan harem, 16. asrın ikinci yarısında Topkapı Sarayı’na taşınmıştır.
Her odanın girişinde, duvarlarında âyetlerin, hadîslerin, duaların bulunduğu bir mekân olan Osmanlı haremi, Batılılar tarafından gerçek dışı bir şekilde hayallerle süslenerek anlatılmıştır. Ancak Batı saraylarında yaşananlara göre, Osmanlı saray hayatı, mukayese edilemeyecek kadar mazbuttur. Asırlar boyunca Avrupa saraylarında yaşanan zevk ve safahat âlemleri, Batı kaynaklarında geniş yer tutmaktadır. Avrupalı için iktidar ve maddiyatın nihaî hedefi, daima böyle bir hayatı temin etmek olmuş; bunun neticesinde kadınların haysiyeti çiğnenmiş, bir mal gibi alınıp satılan kadınlara yaşlandıktan sonra da hor gözle bakılmıştır. Batılılar, geniş hayalleriyle bire bin katarak oluşturdukları gerçek dışı rivayetlerle hiç görmedikleri hâlde, harem hakkında kitaplar kaleme almışlardır. Bütün bunlara rağmen, Osmanlı haremi asaletini her zaman muhafaza etmiş ve haremde Müslüman-Türk ahlâkının beşiği olan aile hayatına leke sürülmemiştir. Padişahlar harem mensupları ile her zaman ölçülü bir yakınlık içinde bulunmuşlardır.
Osmanlı’nın yaşadığı dönemde Avrupa saraylarında kadınların karıştığı entrikalar da, tarihte çok geniş bir yer tutmaktadır. Buna mukabil Osmanlı sarayında da Kanunî’nin hasekisi Hürrem Sultan’la başlayan, Nurbânû, Safiye ve Kösem sultanlarla devam eden bir zaman diliminde bazı hâdiseler yaşanmıştır. 1. Ahmed’den itibaren neredeyse bütün 17. yüzyıl padişahlarının çocuk denecek yaşta tahta çıkmaları ve uzun bir süre idareye hâkim olamamaları, devlet teşkilâtında otoritesizlik doğurduğu gibi, harem teşkilâtında da bir sarsıntı meydana getirmiştir. Benzerine daha evvel rastlanmamış şekilde bazı vâlide sultanlar, saray ve devlet idaresinde nüfûzlarını artırmışlardır. 7 yaşında tahta çıkan 4. Mehmed’i saltanatının ilk yıllarında idare eden Hatice Turhan Sultan, haremde, kadınların asla siyasete karışmamaları gerektiği terbiyesini yerleştirmiş ve bu durum Osmanlı’nın sonuna kadar sürmüştür. Unutmamak gerekir ki, valide sultanların hanedanın devamına çok önem vermeleri, devletin devamlılığını sağlamıştır. Kösem ve Turhan sultanların devlet idaresiyle alâkalı verdikleri emirler de, onların devlet idaresinden uzak “basiretsiz ve bilgisiz” kişiler olmadıklarını ortaya koymaktadır.
Harem halkını, “harem hizmetlileri ve sakinleri” diye iki gruba ayırmak mümkündür. Haremin en itibarlı ve en yetkili şahsiyeti hiç şüphesiz, padişahın annesi olan vâlide sultandır. Kadın ve erkek personelin başında bulunan isim ise harem ağasıdır. Ayrıca haremde, hadım olarak Afrika’dan getirilen köleler istihdam edilmiştir. Osmanlılar tarafından insanlar asla hadım edilmemiştir. Osmanlı âlimleri bu meseleyi dinen caiz olmadığından haram addetmiş, ama hizmetçi olarak sarayda kullanmayı mekruh görmüşlerdir.
Bugün üzerinde çok konuşulan ve birçok açıdan yanlış değerlendirilen mesele, haremin asıl sakinleri, yani câriyelerdir. Hukuken kadın köle statüsünde olan câriyelerin esas kaynağı savaşlarda alınan esirlerdir. Savaş esirlerine iyi muamele edilmesi, İslâm’ın esaslarındandır. Esir edilen ve câriye statüsünde olan kadınların terbiye süzgecinden geçtikten sonra İslâm’a ısındırılıp hürriyetlerine kavuşturulmaları tavsiye edilmiş ve tatbikatta buna zemin hazırlanmıştır. Ayrıca o devirlerin şartları içerisinde, esir pazarlarından câriye satın alınmış, başka hükümdarlardan da, saraya câriye gönderenler olmuştur. Ama zamanın hiçbir diliminde, Osmanlı’da olduğu gibi, saraya alınan bir câriyeden, valide sultan dediğimiz, zamanın “first lady”sini çıkaran başka bir medeniyet olmamıştır.
Haremin esas fonksiyonu, padişaha ve ailesine hizmet eden kadınların yetiştirildiği uygulamalı bir eğitim müessesesi olmasıdır. Bu eğitim yuvasında câriyeler, Türk-İslâm ahlâk seciyesi ve dönemin ilim anlayışı üzere yetiştiriliyorlardı. Okuma yazma ve dinî bilgiler öğrenen; ayrıca görgü, usul, düzgün konuşma, güzel iş yapabilme esasları çerçevesinde disiplinli bir eğitim alan câriyeler, bir yandan da kabiliyetlerine göre mûsiki, biçki, dikiş, nakış dersleri aldıktan sonra haremde çeşitli işlerde istihdam ediliyorlardı. Aralarından ilerleme gösterenler kalfa seviyesine yükseliyor; padişahın, vâlide sultanın, kadınefendinin veya ikballerden birinin dairesine gönderiliyordu. Zeki ve kabiliyetli câriyeler, kendilerine verilen eğitim ve terbiye sonrasında derece derece yükselip usta oluyor ve doğrudan padişahın hizmetinde bulunuyorlardı. Sanılanın aksine, yükselmek için dünya güzeli olmaya gerek yoktu. Kendisine verilen eğitimi en iyi özümseyen, güzel yazan, güzel konuşan câriye, yarışa avantajlı başlıyordu. En alt kademe olan câriyelikten son mertebe olan ustalığa yükselme, bir sistem içinde gerçekleşiyordu. Bu sistem, devlet idaresinde bulunacak erkeklerin yetiştiği Enderun teşkilâtındaki terfi sistemine çok benziyordu.
Haremde yetişen câriyelerin bir bölümü âzâd edilip haremden çerağ ediliyordu. Yani çeyizleri hazırlandıktan ve ellerine “çerağ kâğıdı” denen bir belge verildikten sonra, kendileri gibi saray kültürü ve eğitimi alan Enderunlularla evlendiriliyordu. Devletin çeşitli kademelerinde sadakatle hizmet etmeleri için yetiştirilen Enderunlular, padişah tarafından evlendirilerek, saraya ve hanedana bağlılıkları sağlanıyordu. Bu durum, Osmanlı merkeziyetçiliğinin derinliğini yansıtıyordu. Saraydan ayrılıp hürriyetine kavuşan câriyelere “saraylılar” adı veriliyordu. Sonradan zor durumda kalanlar için her türlü tahsisat yapılıyor, eşleri ölenlere ise maaş bağlanıyordu. Saraydan ayrılmak istemeyenler hayatlarının sonuna kadar himaye ediliyorlardı.
Klâsik dönemde haremde yüzlerce câriye olmakla birlikte, bunların % 90’ı tamamen hizmetçi statüsündeydi. Hizmetleri karşılığında belli bir maaş alan bu ilk gruptakilerin, haremin ve padişah ailesinin hizmetlerini îfa dışında herhangi bir şekilde padişahla münasebetleri mevzubahis değildi. Padişah, vâlide sultanın veya hazinedar ustanın aracılığıyla câriyeler arasından, aldığı özel eğitim sonrasında zekâsı ve kabiliyetleri ile dikkat çeken birkaç tanesiyle ilgilenir, diğerlerini ne bilir, ne de görürdü. Padişahın kalkıp câriyelerin bölümüne geçmesi için “kuş olup uçması” lâzımdı. Âdeta bir üniversite gibi düşünülen haremin mimarî yapısı da buna göre tasarlanmıştı. Dolayısıyla sayısız cariyeyi resmigeçit yaptırıp dilediğini seçtiği iddiası kesinlikle gerçeği yansıtmıyordu. Harem halkının meşru dairede eğlenip dinlenebilecekleri, oraya has mahremiyeti muhafaza edebilecekleri özel bir yapı vardı. Askerî bir teşkilât gibi, burada yaşayanların bir dakika bile boş kalmaması hedeflenmişti.
Neslin devamı hanedan açısından çok önemliydi. Bununla birlikte çeşitli hastalıklar sebebiyle küçük yaşta ölen şehzadeler olabiliyordu. Bazı câriyelerin çocuğu olmuyor veya kız çocukları oluyordu. Bunlar padişahların birden fazla evlilik yapmalarının sebepleri arasındaydı. Padişahların evlendikleri hür hanımlarla eş statüsündeki câriyeler arasında hukukî bir fark yoktu. Padişahlar, harem dairesinde istihdam ettikleri veya karı-koca hayatı yaşadıkları câriyelere şer-î şerifin hükümlerini aynen tatbik ediyorlardı. Kısacası padişahın evi ve bir eğitim müessesesi olan haremde hayat, İslâm hukukunun belirlediği sınırlar ve esaslar içinde cereyan ediyordu. İslâm hukukuna göre, efendiler ve padişahlar, başkasıyla evli olmayan ve istifrâş hakkı kendilerine ait bulunan câriyeleri azad edip nikâh yaparak karı-koca hayatı yaşayabiliyorlardı. Osmanlı sarayında bu tür câriyelerin sayısı fazla değildi.
Osmanlı harem teşkilâtı ve oradaki günlük hayat hakkındaki bilgiler daha ziyade 19. yüzyıla, yani Batı’nın tesirinin saraya ve hareme nüfuz ettiği döneme ait olduğundan, erken dönem hakkında genellemelere gidilmesi kaçınılmaz olmuş, bu da hayalî, gerçek dışı yorumlara ve tasvirlere zemin hazırlamıştır. Ancak değişmeyen hakikat, haremde her hareketin kurala bağlandığı, sıkı bir disiplinin uygulandığı ve buranın bir sefahat mekânı olmadığıdır. Topkapı Sarayı hareminde ve bir kısmı hâlen Gülhane Parkı olan has bahçede, eğlencelerin tertip edildiği günlerde bile her şey kaidelere bağlı işlemiştir. Hanedanın Dolmabahçe, Çırağan, Yıldız ve Beşiktaş saraylarında yaşadığı yıllarda da durum bundan farklı değildir. Düğünlerde, halvetlerde, bayramlarda, kandil gecelerinde, Ramazan’ın on beşinde, Hırka-i Saâdet’in ziyaretinde, padişahların cenaze merasimlerinde de aynı hassasiyet içinde temsil edilen bu disiplin ve gelenek, Osmanlı Devleti tarih sahnesinden çekilinceye kadar devam etmiştir. Hanım sultanlar tarafından son devirde kaleme alınan hatıra ve eserler, ayrıca haremi yakından inceledikten sonra meseleyi objektif ve önyargısız olarak değerlendiren araştırmacıların yazdıkları bunu açıkça ortaya koymaktadır. Bununla birlikte, padişahların eğlendiği yer olan salonun (Hünkâr Sofası) duvarlarına, aile hayatı ve terbiye ile alâkalı âyetlerin nakşedildiği düşünüldüğünde, Batılıların haremle ilgili yazdıklarının ne kadar gerçek dışı olduğu daha iyi anlaşılır.
Altı asırlık dönemde Osmanlı hareminin Türk-İslâm geleneğine uygun bir müessese olarak varlığını sürdürdüğü bir gerçektir. Zaten haremde bulunup da saraydan memnun olmadığı için, kaçmaya yeltenen bir kişi göstermek de mümkün değildir. Yerli ve yabancı yazarlar tarafından hakkında çok şey söylenen, resimlere, dizilere ve filmlere konu olan harem hayatının, artık mahremiyet ve edep sınırları zorlanmadan, hayalî unsurlara ve kurgulara yer verilmeden ele alınması gerekmektedir. Tarihimizin doğru ve tarafsız olarak aktarılmasının yanında, ecdadımıza karşı yapabileceğimiz en büyük vefa, onları hayırlı yönleriyle yâd edebilmek ve hürmetkâr bir tavır sergileyebilmektir.
Kaynak: Murat Duman, Sızıntı Dergisi, Yıl 2011, Sayı 391.
Kaynaklar
- Ayşe Osmanoğlu, “Babam Sultan Abdülhamid” Selçuk Yayınları, 1986.
- Gülen, “Çizgimizi Hecelerken”, Nil Yayınları, 2010, ss. 115–119.
- Abdülkerim Özaydın-Nebi Bozkurt, “TDV İslâm Ansiklopedisi”, Cilt 16, “Harem”, ss.132; Mehmet İpşirli, “Osmanlı Devleti’nde Harem”, ss. 135–138.