Usulü fıkıh ifadesiyle söyleyecek olursak; dini emir ve yükümlülükler zarurî, hâcî ve tahsinî olarak üç kısma ayrılır. Zarurî olan maksatlar (Zarûriyyât), olmazsa olmaz hususlardır; din ve dünya işlerinin nizam ve intizamı bunlara bağlıdır. Zarûriyyat da beş bölüme ayrılır; Dinin korunması, nefsin korunması, neslin korunması, malın korunması ve aklın korunmasıdır.
Hâcî olan maksatlar (Hâciyyât), zarurî olmasa da kendisine ihtiyaç duyulan ve bulunmadığı zaman sıkıntı ve zorluklara sebep olan hususlardır. Mesela, ibadetlerdeki, hasta bir insanın oruç tutmaması gibi ruhsatlar hâcidir.
Tahsîniyyât ise, mekârimi ahlakı meydana getiren şeylerdir. Ahlakı haseneye uygun davranışlar ve selim vicdanların kerih göreceği hallerden uzak kalmayı sağlayacak hususlardır. Yeme içme âdâbı gibi..
Ayrıca, bu üç mertebenin de tamamlayıcı unsurları vardır ki biz bunlara mükemmilât deriz. Hâciyyat, zarûriyyât için tamamlayıcı bir unsurdur. Tahsiniyyât da hâciyyâtı tamamlar.
Anlaşılacağı üzere, din de namaz, oruç gibi mutlaka yerine getirilmesi gereken emirler vardır. Bunlardan taviz verilemez. Zaruri şeylerin neler olduğunu kendilerinden öğrendiğimiz fukahâdan (fıkıh alimlerinden) bazıları “Namazda huşû da vaciptir.” demişlerdir. Öyleyse, insan namazı vicdanında duyarak kılmalıdır. Şekil ve formül olarak bir kalıbı ortaya koymak namaz kılmak demek değildir. Bu zarurî ve hacî şeylerden sonra geriye kalanlar tahsinî ve tekmilî emirlerdir. Mesela, bir kulun, insanî derinliklere ulaşma adına göstereceği ziyade cehd ve gayret zarurî bir sorumluluk değildir, tahsînîdir, tekmilîdir. İnsan onunla mükellef değildir; ama yaparsa terakkî eder.
İşte, bir insan dinin zaruriyyât kısmına giren meseleleri mutlaka yerine getirmelidir ve bu maddî terakkiye, zenginleşmeye mani değildir. İkinci dereceden önemli olan (fürûat) meseleleri yapması, maddî terakkiye mani midir, değil midir meselesi üzerinde tartışılabilse de, ben mani olmadığı kanaatini taşıyorum. Eğer, mesai iyi tanzim edilirse, işler bölümlere ayrılır, güzelce taksim edilirse, teavün (yardımlaşma) düsturu uygulanır ve herkes birbirine yardımcı olursa, dinin tahsîniyyât kısmı arkasına düşmek de malmülk sahibi olmaya, zenginleşmeye mani değildir. İnsan hem en büyük bir âbidzâhid ve hem de en zengin bir işadamı olabilir.
Mesela, Hz. Osman mescidde yatıp kalkıyor, bazen evine gitmeyi bile zaman adına israf sayıyordu. Fakat, o dönemin en büyük zenginlerinden birisiydi. O’nun ibadet ü tâatı, kendini kulluğa vermesi ve dine hizmete adaması o ölçüde zengin olmasına mani değildi. Bunun münakaşası yapılabilir. Fakat, sorumluluk meselesine gelince, Allah’ın (cc) bize farz ve Hanefî ıstılahına göre vacip kıldığı şeyleri yaparız. Haram kıldığı veya kerahet saydığı şeylerden de içtinap ederiz. Böylece, mükellefiyetlerimizi yerine getirmiş oluruz, bunun yanında dünyevî işlerde de kusur etmemeye bakarız.
Aslında, niyetleri ve ideallerindeki yüceliğe göre müminler işin madde ve mânâ boyutunu beraber değerlendirebilirler. Bir insanın evine, çoluk çocuğuna götürdüğü her lokma, helalinden kazanırken döktüğü her damla ter, dinin esaslarını gözeterek ayırdığı mesainin her dakikası ibadet hükmüne geçebilir. Öyleyse, müminler bir taraftan manen terakkileri adına dua ederlerken, diğer taraftan da, nefsâniyeti aşıp yüksek idealleri uğruna zenginleşmeyi istemeli, malmülk sahibi olmak için kavlî ve fiilî dua etmeli; fakat, her halükarda ahiret nimetlerini esas bilip hayatını ihlas ve istikamet üzere sürdürebilmek için Cenâb-ı Allah’a sığınmalıdırlar. Bir taraftan kendi aralarında bir ve beraber olup elele kalbin zümrüt tepelerine yürürken, diğer taraftan da sebeplere riayet ederek zengin olmayı düşünmelidirler.