Öncelikle bu kelamın kaynağına bakmakta fayda var. Soruda meâlen verilen kelamın aslı:
“كُنْتُ كَنْـزًا مَخْفِيًّا فَأَرَدْتُ أَنْ أُعْرَفَ”
şeklindedir ve anlamı “Ben gizli bir hazine idim; bilinmek istedim, mahlukatı yarattım” olarak verilebilir.
Bu sözün kudsî hadis olarak birinci dereceden sahih hadis kaynaklarında zikredilmediğini görüyoruz. Bazı ikinci dereceden kaynaklarda zikrediliyor.[1]Ebu Nuaym el-Isfahani, Hilyetü’l-Evliya, 2/300; Celaleddin Suyuti, ed-Dürerü’l-Müntesire, 1/125; Acluni, Keşfu’l-Hafa, 2/133; Aliyyu’l-Kâri, Esraru’l-Merfua, 273. Daha çok tasavvufî eserlerde yer alan bu söz halk arasında çok yayılmıştır.
Hadisi değerlendiren İslam alimlerinden Celalettin Suyuti, “ed-Dürerü’l-Müntesire” adlı eserinde bu hadise yer vermektedir. İmâm-ı Suyûtî de tıpkı İmâm-ı Nevevî’nin, Müslim şerhinde, İbn-i Hacer Askalânî’nin, Fethu’l-Bârî’de dediği gibi “İsnadı zayıf da olsa manası sahihtir”[2]İmam Nevevi, “Şerhu Sahih-i Muslim”, 17/132; İmam İbn Hacer el-Askalânî, “Feth-ul-Barî”, 11/327. demiştir.[3]İmam Suyutî, şu ifadelerle konuyu izah eder: “Bu hadisin senedinde zayıflık vardır. Ancak birçok âlim tarafından rivayet edilmiştir ve sahih bir anlam yüklemişlerdir. Bu anlam şudur: … Okumaya devam et
İmam İbn Kesir, tefsirinde “Bu hadis, Allah’ın zat ve sıfatlarını anlatan bir hadistir. Bu tür hadisler, zayıf olsalar bile kabul edilebilir.”[4]İmam İbn Kesir, “Tefsiru’l-Kur’anil-Azim”, 2/382. demiştir. İbn-i Teymiyye ve Muhammed Abduh da hemen hemen aynı ifadelerle “Bu hadis, Allah’ın zat ve sıfatlarını anlatan bir hadistir. Bu tür hadisler, zayıf olsalar bile kabul edilebilir. Hadisi şöyle anlamak lazım: Allah mahlukatı yaratmadan önce de mevcuttu. Zatında ve sıfatlarında kâmildi. Ama mahlukat henüz varlık sahasında olmadığı için onlar tarafından bilinmiyordu. Onları yarattı da kendini onlara tanıttı. Hadisteki “gizli” kelimesi, Allah’ın zat ve sıfatlarının gizli olması anlamına gelir. Allah’ın zat ve sıfatları, akıl ve duyularla bilinemez. Ancak Allah, bu zat ve sıfatlarını insanlara bildirmiştir.”[5]İbn Teymiyye, “Mecmû’u’l-Fetâvâ”, 10/53.
Görüldüğü üzere bu söz üzerinde farklı değerlendirmeler olmuştur. Söz, itikat edilmesi gereken ana bir konuyu ele almaktan öte, Allah’ın zat ve sıfatlarıyla ilgili bir bilgi içermektedir. Bu yönüyle de hemen hemen bütün İslam alimleri, sıhhat durumunun ondan istifadeye zarar vermeyeceği kanaatindedir. Bu yüzden de manasının sahih olduğu kanaatindedirler. Zira bunu teyid eden ayetler mevcuttur. Mesela,
- “Ben, sizin Rabbinizim, bana ibadet edin.” (Âl-i İmran, 3/64),
- “O, her şeyi yaratan, ona bir nizam veren ve ondan sonra onu tanzim edendir. İşte O, Allah’tır, sizin Rabbinizdir. O’ndan başka ilah yoktur. O, her şeyi kuşatandır.” (Yasin, 36/83-84) ve
- “İns ve cinni bana ibadet etsinler diye yarattım” (Zâriyât, 51/56)
ayetleri bu konuya ışık tutmaktadır. Zariyât suresindeki (ليعبدون)-bana ibadet/kulluk etsinler kelimesini Mücâhid’in, (ليعرفون)-beni bilsinler şeklinde yorumlaması da bu sözü teyid eden bir yorumdur.[6]Sa’lebî, Tefsir, https://tafsir.app/althalabi/51/60
Hadiste üzerinde durulması gereken bir kavram, “gizli hazine” ifadesidir. Bununla Yüce Yaratan, eşyayı var etmeden önce bütün kemal sıfatları ile mevcut olduğunu bildiriyor.[7]Gazâli, İhyau Ulumiddin, Kitab’ül-İlim, c. 1, s. 249-250. Sonra bütün bu kemal ve güzelliklerinin bilinmesini murad ettiğini beyan ediyor. Üstad Bediuzzaman, bu konuyu ele alırken, “Bu hadis-i kudsîde, Sâni-i Hakîm’in, Sâni-i Âlem’in, Sâni-i Kâinât’ın, Sâni-i Mahlukât’ın, Sâni-i Evvel ve Âhir ve Zâhir ve Bâtın ve Nâfiz ve Nâfi’in, Sâni-i Mübdi’ ve Müceddid ve Bâki ve Vâhid ve Ehad olan zâtının, kendi kendini tanıtmak ve kendi güzelliklerini ve kemâlâtını göstermek için, kâinatı ve mahlûkatı halk ettiği beyan ediliyor.”[8]Bediüzzaman Said Nursi, İşârâtu’l-İ’câz, 23. diyor ve konunun daha iyi anlaşılması için şöyle bir temsilî hikayecikle konuyu akla yaklaştırıyor:
“Bir zaman bir sultan varmış. Servetçe onun pek çok hazineleri varmış. Hem o hazinelerde her çeşit cevahir, elmas ve zümrüt bulunuyormuş. Hem gizli, pek acaip defineleri varmış. Hem kemâlâtça sanayi-i garibede pek çok mahareti varmış. Hem hesapsız fünun-u acibeye marifeti, ihatası varmış. Hem nihayetsiz ulûm-u bediaya ilim ve ıttılaı varmış.
İşte her cemâl ve kemâl sahibi kendi cemâl ve kemâlini görmek ve göstermek istemesi sırrınca, o sultan-ı zîşân dahi istedi ki, bir meşher açsın, içinde sergiler dizsin, ta nâsın enzarında (insanların nazarında) saltanatının haşmetini, hem servetinin şaşaasını hem kendi san’atının harikalarını, hem kendi marifetinin garibelerini (benzersiz ürünlerini) izhar edip göstersin. Ta, cemâl ve kemâl-i mânevîsini iki vech ile müşahede etsin: Bir vechi, bizzat nazar-ı dekaik-âşinâsıyla (incelikleri görür nazarıyla) görsün. Diğeri, gayrın (başkalarının) nazarıyla baksın.”[9]Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Otuz Birinci Söz, Üçüncü Esas, s. 527.
Evet, bütün kemal ve cemalin sahibi Yüce Rabbimiz, cemal ve kemalini, kâinatı yaratarak göstermeyi murad buyurmuştur. Bu, O’nun buna ihtiyaç duymasından değildir, zira O Ganî’dir, hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Fakat bir sanat, tezahürü olmadan yani varlık sahasına bir sanat eseri çıkarmadan eksik kalır. O sanat kabiliyeti, sanat eserine dönüşmekle kemalini bulur, hikmet-i vücudu ortaya çıkar. İşte Rabbülâlemîn olan Allah, kâinatı yaratarak, cemal ve kemalinin eserlerini varlık sahasına çıkarmıştır.
Konuya bir de şu açıdan bakanlar vardır. Bu mahfî olma bir fasıldır. Evet, her an Allah birileri için mahfîdir. Yani, “Allah her zaman kendini ilmiyle biliyordu. Kudretiyle belli tasarrufları vardı. Fakat o âlemler, başka âlemlerdi. Allah bir kere de bizim fizik âlemi diyebileceğimiz, maddeden mürekkep bir âlemde kendini ifade etmek ve tanıtmak istedi. Dolayısıyla “Kenz-i mahfî”yi Allah’ın fizik âlemindeki tecellîlerinden önceki durum için kullanılan bir ifade şekli olarak değerlendirebiliriz. Ayrıca şunu da baştan bilmek gerekir ki, bizler dîk-i elfazdan (sözlerin yetersizliğinden) dolayı “önce” veya “sonra” diyoruz. Yoksa zamandan ve mekândan münezzeh olan Allah (celle celâluhû) için öncelik ve sonralık bahis mevzuu değildir.
İşte bu kenz-i mahfî, belli bir fasıldır. Cenâb-ı Hak berzahta da kendini ifade edecek. Orada da varlığı hem kendi nazarıyla görecek hem de gören gözlerin nazarıyla. Ardından mahşer âlemini yaratacak, orada da görecek ve gösterecek. Mahşer âlemi de içinde yaşadığımız bu âleme hiç benzemeyen ayrı bir âlemdir, ne kadar sürer bilmiyoruz. Mesela biz burada atomlar, protonlar, nötronlar diyoruz; belki orada antiatomlar, antinötronlar, antiprotonlar, antipartiküller olacaktır da Allah onlardan bir âlem yaratacaktır ve orada zâtına, sıfât-ı sübhaniyesine ait hususiyetleri sergileyecektir; sergileyecektir, zira her hünerber zat kendi sanatını teşhir etmek ister. Onun teşhiri cennette de devam edecek.”[10]M. Fethullah Gülen, Kırık Testi-1; Kenz-i Mahfî.
Soruda geçen egoizmle ilgili konuya gelince, bu, yanlış bir düşünce tarzıdır. Zira egoizm, biz insanlar için söz konusu bir kavramdır; bizdeki bir eksikliğin, bir zaafın, bir düşünce kaymasının dışa vurumudur. Halbuki Allah Ganiyy-i ale’l-ıtlaktır; yani her şeyden müstağnidir, hiçbir şeye ve kimseye ihtiyacı yoktur. Dolayısıyla tanınması da ihtiyaçtan dolayı değildir. Yukarıda bahsettiğimiz üzere bu O’nun kemalinin gereğidir. O’nun Mabud olmasının tabii gereği olarak O’na ibadet edecek varlıkların olması gerekir. Rızka muhtaç varlıkların yaratılması, O’nun Rezzak olmasının en tabii neticesidir. O’nun Rahman ve Rahim olmasının en tabii sonucu, merhamete muhtaç varlıkların yaratılmasıdır.
Bu konuda şu noktalar da zikredilebilir:
- Fiillerinde kâmil olan Zat, mükemmelliğini bir eylem ve çaba sonucunda elde etmez. O, Zat’ının gereği mükemmeldir. Dolayısıyla bilinmek istemesi, kendisindeki bir ihtiyaçtan değil, kemal sıfatlarının gereğidir. Annenin evladına olan şefkatinin ondan bir beklentisinden veya bir ihtiyacından dolayı değil de anne olmasının tabii sonucu olması gibi.
- Hadiste geçen “ahbebtü” kelimesinde de bir nükte vardır. Bu “istedim, arzu ettim” anlamına gelen kelime, “sevgi” için kullanılan “habbe” fiilinden türemiştir. Evet, O, sevmiş ve istemiştir. Bu ise ihtiyaç duymaktan farklıdır. Yani, varlığı yaratmasında bir ihtiyaç söz konusu değil, aksine sevme, isteme ve dileme söz konusudur.
- Allah’ın bilinmesi, O’nun varlığı yaratması ve onlarda tecelli etmesiyle olmaktadır. Bu da yaratılmışlar üzerinde Allah’ın isim ve sıfatlarıyla tecelli etmesi demektir. Bu tecelli bir ihsandır, bir ikramdır. Varlık bu sayede kemale erecektir. Nitekim Rabbü’l-Alemin “Biz onlara ayetlerimizi, hem dış âlemde hem de kendi içlerinde göstereceğiz. Ta ki, onun hak olduğu kendilerine apaçık belli olsun.” (Fussilet, 53) buyurmaktadır.
Gelelim sorunun nirengi noktasına. Yukarda görüleceği üzere, Allah, yarattığı hiçbir varlığa benzemez. Kâmil sıfatlarla muttasıftır. Hiçbir şeye ihtiyaç duymaz. Yaptığı hiçbir işini de bir ihtiyacından dolayı yapmaz. Kemalinin gereği olarak öyle tecelli eder. Şimdi, insanın kendini bir gizli hazine olarak görmesi, bilinmek istemesi, sevilmek istemesi egoizm olarak yorumlanabilir. Ancak, Allah için böyle bir şey düşünmek asla doğru değildir. Dinimiz, Allah’ın her şeyin yaratıcısı olduğunu, insanın O’nu tanıması adına nefsiyle mücadele etmesi gerektiğini, Yaratanın güç ve kudretini takdir etmesini ve ona saygı duyması ve bunun gereğini yerine getirmesi gerektiğini öğretir ki, bu hadiste işaret edilen konu da budur. Bu söz, Allah’ın yaratıcı gücünü kavramamızı, aczimizi idrak etmemizi ve Rabbimize karşı tevazu ve mahviyet içinde olmamızı anlatmaktadır.
Bazı kavramlar vardır ki, ancak bizim için kullanılabilir. Zira, biz yaratılmış, eksikliklerle malul, hatalara açık, kusurlu varlıklarız. Bu yönüyle cimrilik, haset, ego, nefret, endişe, korku, keder ve suçluluk gibi his ve duygular bizim için söz konusudur. Bu hislerin zıtları da vardır dereceleri de. Bir meselede derecelenme varsa, onun zıddı var demektir. Karanlığın ancak aydınlık sayesinde derecelendirilmesi, tatlının acı sayesinde derecelendirilmesi gibi. Allah celle celâlühü hiçbir konuda hiçbir kimse ile kıyas edilemez. Ne zıddı vardır ne de misli. Hal böyle olunca, O, kendisini anlattığı sıfatlarında mutlaktır, tektir, yektir. Mesela, “Allahu Ekber” tekbir lafzının meâlini “Allah en büyüktür” şeklinde vermekten ziyade “Allah büyüktür” demek daha güzeldir. Zira O’nun büyüklüğünü bir başkasıyla kıyas etmek mümkün değildir. O mevzuda, O tektir. Buna benzer bütün teşbihler mecâzîdir.
Yine mecazi ifadelerin kullanıldığı bir kudsî hadiste “Azamet gömleğim, kibriyâ ise kaftanımdır.”[11]Bkz. Müslim, Birr: 136; Ebû Dâvud, Libâs: 25; İbn-i Mâce, Zühd: 16; Müsned: 2:248, 376, 414, 427, 442, 4:416; İbn-i Hibban, Sahih, 1:272, 7:473; Alâuddin el-Hindî, Kenzü’l-Ummâl: … Okumaya devam et “Kibriya benim ridâm (belden yukarı giyilen elbise, bir anlamda gömlek), azamet ise benim izârımdır (belden aşağı giyilen elbise). Bunlardan biri konusunda bana ters düşen kimseye azap ederim.”[12]Bkz. Müslim, Sahih, el-Bir babı, c. III, s. 2023, H. No 2620; Ebû Dâvud, Libas babı, c. IV, s. 350, H. No 4090; İbn Mâce, Ez-Zühd, c. II, s. 1397 H. No 4174; Ahmed, El-Müsned, c. II, s. 376, … Okumaya devam et buyurulmuştur. Bu hadislerin anlamını da ego ile izah etmek hata olur. Tıpkı, bir sultanın kendisini sultan olarak tanıtması, mülkünün büyüklüğünü veya sahip olduğu imkân ve kudreti ifadesi nasıl kibir sayılmaz, tabiatın seslendirilmesi olursa, Cenab-ı Hakk’ın, azametini, büyüklüğünü ifade etmesi de böyledir. Zira büyüklük, azamet, kudret, kahir olma gibi konularda Allah tektir, yektir; mülkün sahibi O’dur, istediği gibi mülkünde tasarruf etme yetkisi de O’na aittir.
Yazar: Dr. Ali Ünsal
KAYNAKLAR
- Ebu Nuaym el-Isfahani, Hilyetü’l-Evliya, Beyrut, Darü’l-Fikr, Lübnan,1996
- Celaleddin Suyuti, ed-Dürerü’l-Müntesire, Darü’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1983
- Acluni, Keşfu’l-Hafâ, Darü’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1997
- Aliyyu’l-Kâri, Esraru’l-Merfûa, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1985
- Mevlânâ Celâleddin-i Rumî, Mesnevi, Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı, İstanbul, 2000
- Mevlânâ Câmî, Divan-ı Mevlânâ Câmî, Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı, İstanbul, 2000
- Niyazi-i Mısrî, Divân-ı Niyaz-i Mısrî, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1984
- Şeyh Ahmet Cezerî, Divân-ı Şeyh Ahmet Cezerî, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1984
- Bediüzzaman Said Nursi, İşârâtu’l-İ’câz, Sözler Yayınevi, İstanbul, 2023
- Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Otuz Birinci Söz, Üçüncü Esas, s. 527, Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 2023.
- Nevevi, Yahya, Şerhu Sahih-i Muslim, Darü’l-Fikr, Beyrut, 1996.
- İbn Hacer el-Askalânî, Ebu’l-Fadl, Feth-ul-Barî, Darü’l-Fikr, Beyrut, 2001.
- İbn Kesir, Ebu’l-Fida İsmail, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azîm, Darü’l-Fikr, Beyrut, 1989.
- İbn Teymiyye, Ebu’l-A’la, Mecmû’u’l-Fetâvâ, Darü’l-Vatan, Riyad, 1998.
- Muhammed bin Abdulvehhab, Fetâvâ, Darü’l-Vatan, Riyad, 2000.
- Abduh, Muhammed, Şerhu Esmâ’illahi’l-Husnâ, Darü’l-Ma’rife, Beyrut, 1995.
- Gazâlî, Muhammed bin Muhammed bin Muhammed bin Ahmed Tûsî, İhyau Ulumiddin, Kitab’ül-İlim, s. 249-250, Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2023.
- https://herkul.org/bamteli/yeryuzu-hazinesi-ve-dil-madeni/
- https://fgulen.com/tr/eserleri/kirik-testi-1/kenz-i-mahfi
- https://tafsir.app/althalabi/51/60
Dipnotlar
⇡1 | Ebu Nuaym el-Isfahani, Hilyetü’l-Evliya, 2/300; Celaleddin Suyuti, ed-Dürerü’l-Müntesire, 1/125; Acluni, Keşfu’l-Hafa, 2/133; Aliyyu’l-Kâri, Esraru’l-Merfua, 273. |
---|---|
⇡2 | İmam Nevevi, “Şerhu Sahih-i Muslim”, 17/132; İmam İbn Hacer el-Askalânî, “Feth-ul-Barî”, 11/327. |
⇡3 | İmam Suyutî, şu ifadelerle konuyu izah eder: “Bu hadisin senedinde zayıflık vardır. Ancak birçok âlim tarafından rivayet edilmiştir ve sahih bir anlam yüklemişlerdir. Bu anlam şudur: Allah Teâlâ, mahlûkatı yaratmadan önce de vardı. Ancak mahlûkat tarafından bilinmiyordu. Mahlûkatı yaratınca, onlara kendini gösterdi, tanıttırdı ve onların tanıyıp ibadet etmelerini sağladı.” |
⇡4 | İmam İbn Kesir, “Tefsiru’l-Kur’anil-Azim”, 2/382. |
⇡5 | İbn Teymiyye, “Mecmû’u’l-Fetâvâ”, 10/53. |
⇡6 | Sa’lebî, Tefsir, https://tafsir.app/althalabi/51/60 |
⇡7 | Gazâli, İhyau Ulumiddin, Kitab’ül-İlim, c. 1, s. 249-250. |
⇡8 | Bediüzzaman Said Nursi, İşârâtu’l-İ’câz, 23. |
⇡9 | Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Otuz Birinci Söz, Üçüncü Esas, s. 527. |
⇡10 | M. Fethullah Gülen, Kırık Testi-1; Kenz-i Mahfî. |
⇡11 | Bkz. Müslim, Birr: 136; Ebû Dâvud, Libâs: 25; İbn-i Mâce, Zühd: 16; Müsned: 2:248, 376, 414, 427, 442, 4:416; İbn-i Hibban, Sahih, 1:272, 7:473; Alâuddin el-Hindî, Kenzü’l-Ummâl: 3:534. |
⇡12 | Bkz. Müslim, Sahih, el-Bir babı, c. III, s. 2023, H. No 2620; Ebû Dâvud, Libas babı, c. IV, s. 350, H. No 4090; İbn Mâce, Ez-Zühd, c. II, s. 1397 H. No 4174; Ahmed, El-Müsned, c. II, s. 376, 414, 427-442. |