Bu sorunun da, benzeri sualler gibi, belli mihraklarca ayarlanıp, sistemli olarak gençler arasında neşredildiğini esefle müşahede etmekteyiz. Evvelâ, bu ve benzeri soruları ortaya atanların samimiyetine inanmak oldukça güçtür. Bunun arkasında söylemek istedikleri şey ise az bir dikkâtle anlaşılacak kadar açık ve vazıhtır. Bu türlü soru imâl etme gayretlerinin en mühim hedeflerinden birisi, belki de birincisi, dinin esaslarında bir kısım tenâkuzların, zıtlıkların bulunduğu zannını uyarmaktır.
Ve, aynı cinsten soruların hemen hepsinde nifak rejiminin menfî kâideleri mevcuttur. Hâşâ… “Allah yoktur. Din bir afyondur. Mukaddesler birer tabu ve emperyalizmin istismâr vasıtaları… Âile ve onda haram ve helâl sınırları âlem-şümûl hakikatlara zıt ve belli bir dönemin değişik istismar unsurları vs. ” Perdenin aralanmasıyla ortaya çıkan şu şeyler ise doğrusu tüyler ürperticidir: Birbirine zıt emirlerle, bugüne kadar devam ede gelen din, artık akıl ve mantık’ın zaferi karşısında merciiyetini kaybetmiştir. Öyle ise serâzâd ve çakırkeyf, aklımıza esen her şeyi yapmalıyız. Bu, kız kardeş, hala ve teyze ile evlenmek bile olsa…
İşte masum gibi görülen sualin arkasındaki, tüyler ürpertici, şenî tasavvurlar ve iğrenç plânlar! Ve işte “Pozitivizm” ve “Rasyonalizm” kalkan yapılarak, körpe dimağların iğfal edilmesi!..
Cemiyetimizin bir kesiminde, din ve neslin muhâfazası prensiplerini tahrip etmeyi hedef alan bu türlü istifhamlar/sorular, îmâl edildiği çevreye bakılarak; “Bu da onların çarpık fikirlerinden biri, doğrular ise, onların iddiasının aksi olduğuna göre, bunun böyle olması en doğrudur” demek, en isabetli cevap olacaktır. Ama, biz, yine bir de bir iki cümle ile bunun üzerinde durup bir şeyler söylemek istiyoruz.
1- Evvelâ, bu bir dînî mesele, hem de dinin teferruâtına âid bir meseledir. Dîne inanmayanın, hele dînin temel prensiplerini kabul etmeyenin, bu türlü şeyleri kurcalamağa asla hakkı yoktur.
2- Din, emir ve yasaklarıyla inananlar için bağlayıcı olduğunda kimsenin tereddüdü olmasa bile, inkârcılar için böyle bir şey her zaman söz konusu olmasa gerek. Bu îtibarladır ki, bir kısım kimseler serâzâd, çakırkeyf, her istediklerini yaptıkları halde, inanan hiçbir insan onlara karışmamaktadır; nitekim şu anda da bilip karışmadığı gibi. Zira, amel ve davranışlardaki sapıklık ve inhiraflar sadece ve sadece, düşünce, tasavvur ve kanaat bozukluğundan doğar. Bunlara istikâmet kazandırılamadıktan sonra, davranışları düzeltmeğe uğraşmak beyhûdedir.
3- Bu mesele, dinin teferruâtına âid bir meseledir. Bu türlü meselelerde, beşerin tekâmülüne muhâzî (paralel) olarak, gelişme mânâsında değişmeler her zaman olmuştur. Şu anda muhatabı bulunduğumuz emir ve yasaklar -hikmetlerden kat-ı nazar- o zamanki emir ve yasaklardan farksızdır. Bu hususta mühim olan Âmirin emridir. O; dün bir batında dünyaya gelenlerin izdivacını yasaklar; bugün de anne-baba münasebeti zaviyesinden yeni yasaklar kor ve “bu muamele haramdır” der. Bu, tıpkı bir çocuğun bütün bir gelişme döneminde, hayatına ait kanunlara müdahale edilip, yemesi, içmesi, giymesi değiştirildiği; hatta seviyesine göre bir dil kullanılıp tenezzülât yapıldığı gibi.. devamlı gelişme kaydeden beşer hayatında da, aynı şeylere riayet edilmiştir. Nasıl ki, çocuğun bakım, görüm ve anlayışına riayet etmek bir küçüklük; hatta bilgisizlik değildir; aksine bir büyüklük ve irfan nişanesidir. Öyle de, dünden bugüne gelişen ve olgunlaşan insanlığın, her devrine göre kanun koymak ayn-ı hikmet ve hakikatdır.
4- Bu meselenin, suâlde ifâde edildiği şekilde cereyan etmesi, itimat edeceğimiz kaynaklarda mevcut değildir. İsrailiyat menşeli de olabilir. Ancak, Kurân’ın naslarına istinâden, hilkat zincirini Âdem (as) ve zevcesine bağladığımız için (Hucurât sûresi, 49/13), böyle bir şeyi kabûl etmeye kendimizi mecbur biliyoruz. Meselenin aslına inilmeden olduğu gibi kabûl edildiği takdirde, insanoğluna, maslahatlara riayet etme dersi vermek sadedinde, muvakkaten tecviz edilmiş, sonra da yasaklanmak suretiyle, zamanla bu kâbil ahkâmın değişebileceği hatırlatılmıştır.
5- Muvakkaten tecviz edilen böyle bir muamele, muhataplarının farklılığıyla hususiyet arz etmektedir. Evet, yetiştikleri yuva, gökten gelen emirlerle daima nurlu ve hâne halkı olarak vicdanları devamlı uyanık olan bir aile, elbette ki başkalarından çok farklı olacaktır.
Yeryüzünde ilk insan olma tazeliği; işlenen küçük günahın büyük cezasının, gönüllerde ürperti hasıl eden dehşetinin devam etmesi ve böyle bir sürçme ile cennetten uzaklaştırılmış anne ve babanın inkisâr dolu birer gönülle, başında bulundukları bir yuvada, mübahlar dahi endişe verici ve ürkütücüdür. Böyle bir yuvada, birbiriyle izdivaç yapacak kimseler, yan yana dursalar dahi, oruçlu insan gibi, ferman çıkacağı âna kadar birbirlerine ters bile bakmazlar. Böyle bir yuvada kalplerin eğilmesi, vahyin yıldırım gibi çarpan âyetleriyle düzeltilir. Ve, böyle bir yuvada bütün sınırlar yok edilse dahi, insanlar, vicdanlarının yol vermeyen surlarını aşamazlar ve aşmazlar.
Hâlbuki, günümüzdeki hânelerde, bahsedilen mânâların ve bağlayıcı hususların hiçbiri bulunmadığından, sınırlara riâyet edilemeyecektir. Belki de, çok erken yaşlarda münasebetsiz davranışlar, bütün bir hayat boyu hacâlet hâlini alıp devam edecektir. Hele, yuvanın muhtaç olduğu huzur ve emniyeti öyle ihlâl edecektir ki; o yuva artık bir çıyan yuvasına dönüşecektir.
Şimdi, bir kere düşünün! Kız kardeşine, halasına, yeğenlerine karşı, behimî hislerinin mağlûbu, sergerdân bir grubun barındığı evde, huzur tasavvur etmek mümkün müdür! Böyle bir evde, herkes göz koyduğunu kapmak için, kötülükler düşünecek, hatta öz kardeşleriyle rekabete girişecek…
Belki de, aynı düşünce ile Hz. Âdem’in (a.s.) evlâtları arasında cereyan eden cinayetlere başvurulacak ve keşmekeşlikler sürüp gidecektir.
Demek ki, koruyucu müeyyideler, vicdanları uyanık tutan sâikler mevcut olduğu zaman, o türlü mevzuat sû-i istimâl edilmese bile, tenbih edici faktörlerin yok olması, bağlayıcı atmosferin silinip gitmesiyle her çeşit su-i istimâle kapı açılabilir.
Sırf bâtılı tasvir etmemek için duyduğum ve gördüğüm şeyleri şerh etmek istemiyorum. Yoksa, ailedeki küçük ihmallerin neticesi, insanı insanlığından utandıracak öyle hâdiseler cereyan etmektedir ki, bunları duyup işitip ürpermemek mümkün değildir.
Bir hususu daha noktalarken diyebiliriz ki; barınaklarının duvarlarında “İniniz, bazınız bazınıza düşman olarak.” (Bakara sûresi, 2/36) sesinin ihtizazları duyulan bir topluluk, hâvi bulunduğu haşyet, saygı, ürperti ve sarsıcı endişelerle günümüzün hânelerine benzemediği gibi, o hâneye âit muvakkat ahkâm da, hânelerimizdeki âhkâma benzemeyecektir.
Kaldı ki, bu şekilde cereyan eden muamelenin adedi hakkında da bir şey söylememiz oldukça güçtür. Belki, hâdise bir kere, belki de iki kere cereyan etmiştir!
6- İzdivacın tekeffül ettiği hikmetlerden bir tanesi de servet dağılımını temin ve malın belli ellerde terâküm ve tedâvülünü önlemektir. Hâlbuki, o devirde bütün insanlar Hz. Âdem’in evlâtlarından ibaret olduğu ve küre-i arz baştan başa onların istifadelerine takdim edildiği için, ne temerküz, ne tehaşşüt, ne de terâküm asla bahis mevzûu değildi. Günümüzde ise, içtimâî yapı, kazandığı hüviyetle büyük farklılıklar arz etmektedir…
Şunu da hemen arz edeyim ki; başka tariklerle servet dağılımı yapılsa da, değişik ahkâm ortaya çıkması kat’iyen söz konusu değildir. Bu mevzûda söylenmiş ve söylenecek bir söz, mutlak hikmet sahibinin hikmetli beyanından ibarettir. Acaba, Cenâb-ı Hak, Âdem ve Havvâ’yı yaratmada, sonra da evlâtlarının izdivacından başka bir yol koyamaz mıydı?
Zât-ı Ulûhiyet’e karşı böyle bir soru, hem bilgisizlik hem de sû-i edeptir.
Allah (c.c.) bir Âdem (a.s.) ve Havvâ yarattığı gibi, ikinci bir Âdem ve Havvâ da yaratabilir. Hem şu anda ve bütün geçmiş devirlerde, binlerce, yüz binlerce âlemler yaratan Allah’a, (c.c.) ikinci bir Âdem ve Havvâ yaratmak hiç mi hiç ağır gelmez. Ne var ki, hikmeti öyle iktizâ ettiği için öyle yapmıştır.
Hem bizim sınırlı ve bozuk güzellik ölçülerimize hikmet ve hendesemize göre yaratacak değildi ya! Biz, kâinattaki güzellik ve çirkinlikleri, O’nun emir ve nehiyleri menşurundan geçirmek suretiyle güzellik ve çirkinlik şuuruna erebildik. O’nun her emrini minhâc edinerek eşya ve hâdiselerin tefsirine koyulduk. Her hükmünün, birer sabit kanun olduğunu kavradığımız nispette, ortaya attığımız prensiplerde isabet edebildik.
O, bütün insanlığı Âdem (a.s.) ve Havvâ köküne bağladı ise, öyle olmasını en güzel kabul ettik. Kaldı ki, insanlar arasındaki râbıtanın böyle bir kökle alâkası da, oldukça kuvvetlidir.
Cismâniyetteki bu vahdet, ruhlardaki birliğin tohumunu taşımaktadır. Tıpkı bir ağacın köküne ve çekirdeğine inildikçe birlik zuhûr ettiği gibi… Daha ileri gidilince her şeyin “Âdem” vahdeti içinde saklı olduğu görülecektir. Bu safhada ağaç hem erkek ve hem de dişiyi birden temsil etmektedir. Aşılayan da odur, aşılanan da. Birbirinden uzaklaşıp erkeklik-dişilik ayrılığı ortaya çıkınca, telkih ve telakkuh durumu da değişik olacaktır.
İnsan olarak herkese karşı duyduğumuz insanî alâkayı, Âdem (a.s.) ve Havvâ vahdetiyle, Yaradan’ın gönlümüze koyduğu muhabbette ve insanlıkta görüyoruz. Dünkü ahkâmın bugünkü değişikliği ise, hükümleri karşısında iki büklüm olduğumuz Zât’ın hikmetine; hikmeti içindeki kökten uzaklaşmaya ve beşerî silsile içindeki techîz edilmeye; erkeğiyle kadınıyla insanlığın özüne ait mânâları yüklenmeye veriyor; “Her işte hikmeti vardır, abes fiil işlemez Allah.” diyoruz.
Kaynak: Asrın Getirdiği Tereddütler 1