Hz. Ebû Bekir zamanında toplanılan şekliyle Kur’ân, Hz. Ömer’in hilafeti boyunca ve Hz. Osman döneminin başlarına kadar aynen kalmıştır. Hz. Osman döneminde devletin sınırları genişlemiş, Medine’deki ashab tebliğ ve irşad amacıyla farklı yerlere dağılmıştı. Gidilen her beldede halk, oraya gelen sahabînin öğrettiği kıraati talim ediyordu. Mesela Kûfeliler Abdullah ibn-i Mes’ûd’un, Basralılar Ebû Musa el-Eş’ârî’nin, Şamlılar Übey ibn-i Ka’b’ın kıraatini öğreniyordu. Böylelikle bu beldeler arasında bazı kıraat farklılıkları meydana gelmişti. Çünkü Hz. Ebû Bekir döneminde yazılan Mushaf, yedi harf (lehçe) göz önünde bulundurularak, yani bazı kelimeler, lehçelere göre değişik telaffuzları gösterecek şekilde yazılmıştı. Çoğunlukla imlası aynı olduğu hâlde, telaffuzu farklı olabiliyordu.
Yeni Müslüman olan kimseler, diğer lehçeleri bilmediklerinden, öğrendikleri kıraatin, başka bir şekli uygulanamayan tek kıraat olduğuna inanıyorlardı. Bunun için de çeşitli tartışmalar meydana geliyor, birbirlerini tekfir edecek kadar korkunç olaylar cereyan ediyordu.
Ebû Kılâbe diyor ki: “Hz. Osman’ın hilafeti sırasında muallimin biri, bir kişinin kıraatini, diğer biri başka bir kişinin kıraatini öğretiyordu. Bu farklı okuma şekillerini öğrenen öğrenciler, kendi aralarında anlaşmazlıklara düşüyor, hatta bunu zaman zaman da hocalarına götürüyorlardı. Bu iş öyle bir noktaya vardı ki, bu yüzden birbirlerini küfürle itham etmeye başladılar. Hz. Osman bu durumdan haberdar olunca, insanları toplayarak onlara ‘Siz benim yanımda bile ihtilaf ediyorsunuz. Daha uzak yerlerde bulunanlar elbette daha fazla ihtilafa düşerler.’ deyip Mushaf’ı çoğaltmak gerektiğine kanaat getirdi.”
Tahmin edileceği üzere buna benzer durumlar sık sık meydana geliyordu. Bardağı taşıran son damla, şu hadise olmuştu: Ermenistan’a yapılan seferde Suriye ve Irak askerleri beraber bulunuyorlardı. Bunlar kıraat hususunda ihtilaf ettiler, hatta birbirlerini tekfir edenler bile çıktı. Orduya kumandanlık yapan Huzeyfe b. Yemân bu durum karşısında çok üzüldü. Medine’ye döner dönmez, henüz evine gitmeden Hz. Osman’ın huzuruna giderek: “Ne olur, mahvolmadan önce şu ümmetin imdadına yetiş!” dedi. Sonra meseleyi genişçe anlatıp ümmet-i Muhammed’in Yahudi ve Hrıstiyanlar’ın kendi kitaplarında ihtilafa düştükleri gibi bir hâle düçar olabileceğinden endişe ettiğini bildirdi. (Buhârî, Fezâilu’l-Kur’ân 3)
Bunun üzerine Hz. Osman, muhacirleri ve ensârı toplayarak durumu onlarla istişare etti. Akabinde Hz. Hafsa’ya da haber göndererek Hz. Ebûbekir döneminde bir araya getirilen ve daha sonra Hz. Ömer tarafından kendisine bırakılan Mushaf’ı istedi. Hafsa da bu istek üzerine Mushaf’ı ona gönderdi. Hz. Osman; Zeyd b. Sâbit, Saîd b el-Âs, Abdurrahman b. El-Hâris ve Abdullah b. Zübeyr’i istinsâh işi ile görevlendirdi. Şayet bu hususta bir tereddüt meydana gelecek olursa, Kureyş imlasına göre yazmalarını da emretti. Hz. Osman’ın istinsah işi için seçmiş olduğu heyette bunlardan başka birtakım kişilerin daha olduğu rivayet edilmekteyse de, bunların devamlı olarak komisyon üyesi olmayan, ancak çeşitli nüshaların yazımında zaman zaman yardımcı olan kişiler konumunda oldukları anlaşılmaktadır.
Bu istinsah işi aslına tamamen uygun olarak gerçekleştirildikten sonra, asıl nüsha yeniden Hafsa’ya iade edilmiştir. İstinsah edilenler ise, ciltlenerek resmî, nihâi, değişmez birer nüsha olarak belli başlı İslâm başkentlerine gönderilmiştir. Bundan sonra bu resmi nüshalara uygunluk göstermeyen bütün nüshalar geçersiz sayılmıştır. Hatta Hz. Osman, Müslümanları bir kitap üzerinde birleştirmek ve bir yönüyle aralarında bu konulardaki ihtilafa son vermek için diğer nüshaların yakılmasını emretmiştir. Mushafların yakılmasıyla ilgili olarak bazı müsteşrikler Kur’ân yakılmış ve bazı şeyler zayi olmuş gibi bir şüphe uyandırmak için gayret sarf etmelerine rağmen, emellerine nâil olamamışlardır. Zira bu konudaki rivayetler büyük bir titizlikle incelendiğinde onları haklı çıkaracak bir durumun olmadığı açık bir şekilde görülecektir.
Yazılan bu mushaflar, camide okunarak Müslümanların ittifakına mazhar olmuş, biri Medine’de bırakılarak diğer üçü, o zamanın başlıca İslâm merkezleri olan Şam, Kûfe ve Basra’ya gönderilmiştir. Başka bir rivayete göre ise bu mushafların sayısı yedi olup, bunlar da Mekke, Bahreyn ve Yemene gönderilmiştir.”
Bazı Şiiler, Hz. Osman’ın Kur’ân metnini tahrif ettiği, daha doğrusu Hz. Ali ile ilgili birtakım âyetleri Mushaf’a dahil etmediği hususunda ithamda bulunabilmişlerdir. Bu iddia gerçekten doğru olsaydı, Kur’ân’ın istinsâhı sırasında sayıları oldukça fazla olan hâfız sahâbinin bu mushafları kendi ezberleriyle karşılaştırarak böyle bir şeyin var olduğunu ortaya koymaları gerekirdi. Hatta bu siyasetten memnun olmayan İbn Mes’ûd bile Hz. Osman tarafından istinsâh ettirilen bu nüshaların sıhhatini ikrâr etmiştir. Kısaca Şiiler dahil bütün İslâm âleminde 13 asırdan beri okunan yegâne Mushaf, Hz. Osman tarafından istinsâh edilen mushaftır. Şia’nın en mühim kollarından biri olan İmamiye fırkasının Kur’ân-ı Kerîm’e dair akîdesini Ebû Ca’fer şöyle ifade etmektedir:
“Yüce Allah’ın, Resûlü Hz. Muhammed’e (sallallahu aleyhi ve sellem) vahyettiği Kur’ân-ı Kerîm’in kemiyetine ait inancımız şudur: Bu Kur’ân, şu anda insanların ellerinde bulunan Kur’ân’dan başka bir şey değildir. Müslümanların çoğunluğu tarafından kabul edilen sûre sayısı 114’tür; ancak bize göre Duha ve Şerh, Fil ve Kureyş ve aynı zamanda Enfâl ve Tevbe sûreleri ayrı ayrı sûreler olmayıp başlı başına müstakil birer sûredir. Kur’ân hakkındaki bu düşüncemizden başka, asıl Kur’ân’ın bundan daha fazla olduğu iddiasıyla ilgili bir inancı bize nispet eden kimse, bizim hakkımızda yalan söylemiştir.
Yukarıdan beri anlattıklarımızı özetleyecek olursak; Kur’ân’ın yazılıp çoğaltılmasıyla ilgili olarak gerek Hz. Peygamber gerek Hz. Ebûbekir gerekse Hz. Osman zamanında yapılan faaliyetlerde birtakım farklılıklar vardır. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) zamanında yapılan şey, Kur’ân parçalarının çeşitli malzemelere yazılarak âyetlerin yerlerinin tespit edilmesidir. Böyle bir icraatin amacı ise, onun ezberlenmesinin yanında yazıyla da tespit edilmesidir.
Hz. Ebubekir zamanında, sahâbeden kurra olanların, katıldıkları savaşlarda şehit düşmeleri ve Kur’ân hafızlarının yok olmasıyla Kur’ân’ın da kaybolup gitmesinden endişe edilmiştir. Bu dönemde yapılan; çeşitli yazı malzemelerinde bulunan vahiy parçalarının büyük bir titizlilikle toplanarak, tilaveti nesholunmayanlarla yetinilerek ve kendileriyle Kur’ân’ın nâzil olduğu yedi harfi içine alarak âyetleri sıralanmış halde toplamaktır.
Hz. Osman’ın icraatinin arka planında ise, kıraat vecihlerinde ihtilafların hayli artması, bunun da tehlikeli bir boyuta ulaşması yatmaktadır. Dolayısıyla yedi harf bırakılmış, sadece Kur’ân’ın nâzil olduğu Kureyş lehçesi kullanılmıştır. Böylelikle Müslümanları bir Mushaf ve bir lehçe üzerinde toplamak amaçlanmıştır.
İbnu’t-Tîn ve diğer bazı âlimler bu hususta şöyle demişlerdir: Hz. Ebûbekir’in cem’i ile Hz. Osman’ın cem’i arasındaki fark şudur: Ebûbekir’in cem’i; Kur’ân hafızlarının şehit olmasıyla, Kur’ân’dan bir şeyin kaybolup gitmesi korkusundan dolayı idi. Çünkü Kur’ân, bir kitap hâlinde toplanmış değildi. Ebûbekir onu, Hz. Peygamber’in kendilerine bildirdiği biçimde, sûrelerinin âyetlerini sıralayarak sayfalar hâlinde topladı.
Hz. Osman’ın cem’i ise; Kur’ân’ı kolaylarına gelen kendi lügatleri ile okumaları sebebiyle kıraat vecihlerinde ihtilaf çoğalıp bunu birbirlerini hatalı saymaya vardırınca, bu konuda işin büyümesinden korkup sûrelerini sıralayarak ve diğer lügatleri bırakıp Kureyş lügatı ile yetinerek Hz. Ebûbekir’in cem’ettiği sayfaları bir mushaf halinde toplamaktır.
Kaynak: Kur’an İklimine Seyahat, Muhittin Akgül