2000’li yılların ilk ramazan ayı. Yüreklerimizde büyülü bir heyecan var. Kalp atışlarımızda sevinç naraları, mutluluk tarrakaları. Bir ümit, bir arzu ve bir bekleyişin gizemli esintileriyle mahmuruz. Hazların metafizik versiyonu belki bu içimizde duyduklarımız. Gönüllerimiz ötelere kanat açacakmış gibi pür-neşe. Latifelerimiz, Hızır çeşmesine koşuyormuşçasına kıpır kıpır ve titrek. Geceleyin Tur dağında ışık görmüş Musalar gibiyiz şimdilerde. Rahmet güzergahından, mağfiret kapısından geçip cehennemden azat beraatimizi alacağımız o zaman ve mekan cennetine doğru yol almaktayız. Ruhumuzun, mülkün esaretinden kurtulup melekûtîliğini yaşayacağı bir ledünnî zaman tüneline girmiş, esrarlı bir yolculuğa çıkmış bulunuyoruz.
Hepimiz yoldayız. Sonu Allah’a uzanan bir yolda. Şu kadar milyar insan ve cin topluluğu olarak çıktığımız bu seyr ü seferde tabii ki hedefe ulaşanlar olacak, yaklaşanlar olacak, yarı yolda sapanlar olacak, kendilerine takılıp kalanlar olacak. Bu ramazan, bizim de rıza-i ilahiyi göğüslediğimiz bir turnike olabilir. İmanımızın hakiki tadına erdiğimiz, varlığın perde arkasına, ruh ve manasına muttali olduğumuz bir ramazan olabilir. Olsun diye bütün bir Recep ve Şaban ayını Arafe günü misilli dua, niyet ve amellerle yoğrulmuş olarak geçirmeye çalıştık, çalışıyoruz.
İnsan için her saniye, her salise sonsuzluğa açılan bir zaman parçası olmaya namzettir. Bu ramazan, o sonsuz hayatımızın kaderdenk ânını içinde saklıyor olabilir. Ebedî saadet veya sermedî şekavete açılan bir ânı, bir yol ayrımını. Amele götüren ihlaslı niyetlerimizle kazanacağız rahmet, mağfiret ve beraat fermanlarını. Acziyetimizle yani, hiçliğimizle. Kıyam, rüku ve secdelerimizdeki samimiyet, mahfiyet ve fakriyetimizle.. O’na adanmışlığımızla.
Ramazan ayı, bayram ayıdır aslında. Niçin olmasın? İnsanlığın dünya-ukba saadetinin kitabı Kur’an-ı Kerim bu ayda indirilmeye başlanmıştır, kadir gecesinde. Yani bin aydan daha hayırlı olan kadir gecesinde (Kadir 97/1-3) Niçin bayram olmasın ki ramazan? Bu ayda cennetin kapıları ardına kadar açılır, cehennem kapıları da tamamen kapatılır ve azgın şeytanlar zincire vurulurlar. (Buhari, Savm, 5.) Allah Rasulü’nün (sas) beyanları bunlar, kuru ümit edebiyatı değil. Bir kazanma kuşağıdır ramazan. Öteleri, cennetleri, rıza-i ilahîyi kazanma kuşağı. Ramazanın her ögesi böyle bir kazancı sağlayıcı mahiyettedir. Oruçlar, beş vakit namazlar, teravihler, dualar, iftarlar, sahurlar, sadakalar, fitreler. Hepsi birer sevap makinası gibi işler, uygulayıcılarını sonsuz nimet ve saadetlere eriştirirler.
Merhameti Engin, her hayırlı amele yedi, yetmiş, yedi yüz ve hatta daha fazla sevaplar verirken, ramazan orucunun sevabına ise bedel koymamıştır.
“Ramazan orucu benimdir, benim içindir. Madem kulum benim için şehvetini ve yemeğini terk ediyor. Ben de onu dilediğim gibi mükâfatlandıracağım” (Buhari, Savm, 2; Müslim, Siyâm, 164)
buyurmuştur. Mükâfatının ne olduğunu bildirmemiştir. Belli ki insanoğlunun idrak sınırlarını aşkın bir payedir bu. Ramazan ayı ve orucunun uhrevî getirilerini onlarca hadis-i şerif bile vaad edilen mükafatın sadece beşer aklının kavrayabileceği kısımları beyan etmektedir.
“Oruçlunun ağız kokusu, kıyamet günü Allah katında misk kokusundan daha hoştur, daha güzeldir.” (Buhari, Savm, 9)
“Kim Allah yolunda bir gün oruç tutarsa, Allah o kişi ile Cehennem arasına bir hendek açar, genişliği sema ile yeryüzü kadar olan bir hendek.” (Tirmizi, Cihad, 3)
“Kim bir oruçluyu iftar ettirirse, kendisine o oruçlunun sevabı kadar sevap yazılır. Üstelik oruçlunun sevabından da hiçbir şey eksiltilmez.” (Tirmizi, Savm, 82; İbn Mace, Siyâm, 45.)
“Şüphesiz ki ramazan ayı, ümmetimin ayıdır. İçlerinden hastalananlar olur, onu ziyaret ederler. Bir müslüman yalan söylemeden ve gıybet yapmadan oruç tutar, iftarını helal rızıkla yapar, farzları gözetip karanlıkta yatsı ve sabah namazlarına giderse, yılanın derisini değiştirip çıktığı gibi günahlardan kurtulup çıkar.” (Terğîb ve Terhîb, 2/442.)
“Allahü Teala, ramazanın her gün ve gecesinde, (günahları sebebiyle) cehennemi hak etmiş bir takım kimseleri bağışlar. Bir de ramazanın her gün ve gecesinde her müslümanın kabul olacak bir duası vardır.” (Terğîb ve Terhîb, 2/445)
İşte Rahmeti Sonsuz’un rahmet yağmurundan birkaç damla. Oruçlunun duası makbul, ağız kokusu makbul, ameli makbul, niyeti makbul.
İslâm’da oruç, sabah fecr-i sadıktan güneş batıncaya kadar niyet ederek yeme, içme ve cinsî münasebetten uzak durmaktır. En mükemmel manasıyla oruç ise, dinin mahzurlu gördüğü bütün söz ve fiillerden kaçınmak, haram kıldıklarından da uzak durmaktır. Oruç, dini bütün olmanın lazımıdır; çünkü İslam’ın beş şartından biridir. Oruç tutmayan mü’minin dini eksik demektir. Orucun emredilmesinin aslî hikmetlerinden birisi ruha güç kaynağı olsun diyedir. Bu güç kaynağını elde eden insan, müslüman kardeşinin duyduğu gibi duyar. Bu duyuşla ona yardım eder, gözyaşlarını siler. Kederlerini ortadan kaldırmaya çalışır. Çünkü orucun verdiği terbiye ile insan, açlığın, susuzluğun ne kadar elem verici olduğunu daha iyi anlar. Orucun bunlardan başka dünyevî-uhrevî, bedenî-ruhî pek çok faydaları daha vardır ki, bunlardan bazılarını birer cümle ile şöylece sıralamak mümkündür: Oruç, Allah’ın rubûbiyetini hatırlatır. Sayısız nimetlerine bir şükürdür. İçtimaî hayatı ve onun gerçeklerini hatırlatan bir ibadettir. Bir nefis terbiyesidir. İnsana gerçek mahiyetini hatırlatır. Sevgi ve merhamet duygularının doğmasını ve kuvvetlenmesini sağlar. Kalpleri yumuşatır, imanın gereği olan iyi huyların canlanmasına vasıta olur. İnsana sıhhat kazandırır. Sabırlı ve iktisatlı olmayı öğretir. Günahlara karşı bir kalkandır. Ve oruç bedenin zekatıdır.
Her salih amelin rıza-i ilahîye unvan olma sadedinde vaat ettiği en birinci bir Hızır payesi vardır. Orucun en mühim gayesi ve baki neticesi nedir? İlgili âyetlere baktığımızda, ramazan orucunun çok zengin vâridatı içinden bir tanesinin adeta altın ödül gibi kulların gözleri önüne yerleştirildiğini görürüz. Ramazan ayı ve oruç hükümlerinden bahseden beş âyetin ilki olan “Ey iman edenler! Sizden öncekilere farz kılındığı gibi oruç tutmak size de farz kılındı. (Leallekum tettekûn) Böylece umulur ki ittika eder (günahlardan korunur, takva dairesine girer ve müttakilerden olursunuz).” (Bakara 2/183) ayetinin sonu.. ve sonuncu olan “İşte Allah size âyetlerini böylece açıklar, (leallehum yettekûn) tâ ittika edesiniz, (emir ve nehiylere muhalefetten sakınarak takva dairesine gire, İlahî vikâye/korumaya mazhariyetle muttakilerden olasınız) diye.” (Bakara 2/187) âyetinin sonu aynı kavram ile bitiyor: takva! Her iki ayetteki “lealle” tabiri, orucun bütün faide ve menfaatlerini, maksat ve maslahatlarını, hikmet ve illetlerini şümulüyle ifade eden bir beyan-ı İlahîdir ki, hepsini maddî-manevî, dinî-dünyevî gayelere şamil olan takva hasletinde icmal etmiştir.
Ramazan’ı ahiret hesabına yönelik mükemmel bir biçimde değerlendirebilmek için âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerin ruhundan mülhem en hayatî iki ana hususu umum mü’minlerin mülahazalarına arz etmeye çalışalım:
Birincisi: Niyetli ramazan. Şuurda ufuktur bu, yakalaması gereken ufuk. Fikren, hissen ve ruhen. Niyetli ramazan derken, oruç tutmak için vacip olan niyetten bahsetmiyoruz; esas kalbin niyetinden, ruhun niyetinden bahsediyoruz. Belki ramazanı bütün olarak yaşarken, rıza-i ilahî merkezli kuşatıcı bir niyeti kastediyoruz. Niyetlerde sıhhat ve istikamet kazanmayı. Habib-i Kibriya Efendimiz buyururlar ki: “Ameller niyetlere göredir. Herkese niyet ettiği şey vardır.” (Buhari, Bed’ü’l-Vahy 1; Müslim, İmâre 155) Evet amelin gerçek kıymeti, âmilinin niyetinde gizlidir. Niyette mi’raca ise: hayatı bütünüyle ihlas üzere Allah’a adamakla ulaşılır. Hem “mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır, kafirinse ameli niyetinden hayırlıdır.”[1]Kenzu’l-Ummâl 3/419-424; Müsnedü’l-Firdevs 4/286, 303; Cem’u’l-Fevâid, 1/303, 2/265. hakikati, bir müjde-i nebevîdir.
İnanan insanlar, niyetlerini her zaman “Allah için olma”ya kilitleyebilseler, meccanen hesapsız sevaplar kazanırlar. Yattıkları yerden, muhabbet ederken, çay içerken, yemek yerken bile sürekli terakki kaydederler. Niyet, camı elmas eder; elması cam. Niyetiyle insan aziz veya zelil olur. Niyetle birbirinden ayrılır tevazu ile temellük. Niyet, sahte ile asılı birbirinden ayıran mihenktir. Tenkitin müsbetini menfisinden ayıran kılıç, niyettir. Evet niyet dindir, niyet iman. Ve niyet aslî kıymetidir insanın. İnsanların değeri, gönüllerindeki niyetlerinde gizli. Yani niyetinin kıymeti, insanın hakiki kıymetidir. Dûn şeyleri maksat edinenin kendisi de insanların dûnundadır.
Örfî imandan, tahkikî imana yükselmemiz, amelde taklitten hakikate ulaşmamız için öncelikle niyet selâmeti lazımdır. Bütün soruların cevabını hep “Allah için, O emrettiği için, Onun rızasına ulaşmak için” diye diye niyette istikrarı sağlamalıyız. Diye diye değil, inana inana. Bu meyanda tekrar ile telkinde bulunmak, niyeti kalpte sağlamlaştırır. Niyetin gönüllerimizde hem aklen, hem hissen sağlam bir yapıya kavuşması için böylesi temrinlere ihtiyaç var. Söz ve fiillerimizin niçini, hikmetli ve basiretli bir hayatın temellerini işaretler. Böyle gayeli bir hayat, bizi cennetlere götürecek büyük bir hayır hazinelerinin sahibi kılar.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, niyetler adetleri ibadetlere çevirir, der.[2]Nursi, Bediüzzaman, Lemalar, s.56, Envar Neşriyat, 1992, İstanbul; Mektubat, s.457. Evet insan Allah için yaptığı mübah olan işlerden, yani normalde sevabı da günahı da olmayan gündelik meşgalelerden bile ecir alabilir, mükafat kazanabilir. Örneğin: Niyeti namaz kılmak olan bir mü’minin camiye giderken attığı adımların bile sevabı vardır. Oysa yürümek haddizatında sevap bir amel değildir. Ancak ibadete vesile olmasından ötürü ayrıca sevap getiriyor. Yine
“Namaz kılanın diğer mubah dünyevî amelleri, güzel bir niyet ile ibadet hükmünü alır. Bu surette bütün sermaye-i ömrünü, âhirete mal edebilir.” (Nursi, Sözler, s.21.)
“Bağında yetiştirdiğin -çiçekli olsun, meyveli olsun- her nebatın, her ağacın tesbihatından, güzel bir niyet ile, bir hisse alıyorsun.” (Nursi, Sözler, s.272.)
“Nasıl ki bir zerrecik bir şişede, semavat nücumuyla beraber görünebilir. Öyle de, niyet-i hâlise ile şeffafiyet peyda eden bir zikirde veya bir âyette, semavat gibi nuranî sevab ve fazilet yerleşebilir.” (Nursi, Sözler, s.349)
Yine bütün sünnetlere ittiba etmek ancak ehass-ı havass velilere mahsus olduğu halde, herkes halis niyetiyle o ittibadan tam hissedar olabilir. (Nursi, Lemalar, s.382.) “Evet velâyetin kerameti olduğu gibi, niyet-i hâlisenin dahi kerameti vardır, samimiyetin dahi kerameti vardır.” (Nursi, Mektubat, s.372) Hayırlar vücûdî oldukları için İnsan hasenata ancak iman, arzu ve niyetle sahip olabilir. (Nursi, Lemalar, s.84) Niyetle birler bin olur, azlar çok, çoklar sonsuz olur. (Nursi, Lemalar, s.152) Allah’ın nâmütenâhi nimetlerine karşı amelle değil ancak küllî bir niyetle şükredilebilir. Çünkü niyet ve itikad, pek geniş bir şükr-ü küllîdir. (Nursi, Sözler, s.361)
Dokuzuncu asrın müceddidi sayılan Celalüddin Suyutî diyor ki: “Hacda zemzem suyunu, fıkıh dalında Üstad Siracüddin Bulkînî, hadiste ise bir Hâfız İbn Hacer olabilmek niyetiyle içtim.”[3]Suyutî, Celalüddin, Takrîru’l-İstinâd, s.162, (Çevr. Şükrü Özen, İçtihad Tartışması, Pınar Yayınları, İstanbul, 1987). Suyuti, zemzem suyunu içerken bile belirli bir niyetle içiyor. Su içmek gibi sıradan bir ameli, sıraüstü hale getiriyor. Aynı şuur hayatın bütün olgularında ve bilhassa ramazanda bize hakim olmalı. “Niyet ederek ve ecrini Allah’tan bekleyerek, ramazan orucunu tutan kimsenin geçmiş günahları affolunur.” (Buhari, Savm 6.) müjdesini veriyor Merhamet Peygamberi. Bu müjde, ancak niyet ile gerçekleşiyor. Oruçlu kimse oruca niyet ettiği gibi, bu oruçla Allah’ın rızasını, rahmet ve mağfiretini de dileyecek. Maksadı belli olacak, belirgin olacak ve olmalı. Olay şu: Ramazanda niyetlerimizi sağlam tutmalıyız. Tâ ki niyetlerimizle adetlerimiz ibadetlere dönüşsün. Ziyafetlerimiz ibadet olsun, ziyaretlerimiz ibadet olsun. Dolayısıyla: Allah için almalı, Allah için vermeli, Allah için ikram etmeli, Allah için yemeli, Allah için okumalı, Allah için kılmalı.. kısaca herşeyde Allah için olmalı. Bu, kıblesi belli amellerde bulunma, niyette ihlâsa ulaşmamız anlamına gelir. İhlâsa, yani her şeyimizle sadece ve yalnızca Allah’a yönelmemiz, Onun rızasını peylememiz, Onun için, Onun yolunda Ona doğru ve Onda Onunla olmamız demektir.
Mahşerde insanların en çok pişman olacakları hususlardan birisi de: “niyetsiz yaşamış” olmaları olacak. Bütün bir hayatı ibadete çevirmek mümkün iken, fırsatı kaçırmak! Evet mahşerde keşke diyeceğimiz çok şeyimiz olacak. Yapamadığımız emr-i ilahîler, kaçamadığımız nehy-i ilahîler. Bütün bunların arasında en ucuz, en bedava hayırları bile kaçırışımıza yanacağız ötede. Keşke diyeceğiz, keşke. Adetlerimizi niyetlerimizle ibadetlere çevirebilirdik. Fani ömrümüzü baki kılabilirdik. Gülerken sevap, ağlarken sevap, yatarken sevap, dolaşırken sevap kazanabilirdik. İlimle, hizmetle yorgun düştüğümüz bir gecede biz mışıl mışıl uyurken, harıl harıl sevaplarımızı yazardı katip melekler. Bu dünyayı hakkıyla değerlendiremeden ölüp gitmekten korkmak! Takva’nın bir anlamı da bu olsa gerek. Ve dua: Allah’ım! Bu şuurlu korkuyla doldur yüreğimi ve yüzde yüz hoşnutluğuna kilitlenmeye muvaffak eyle niyetimi. Her tik ile tak’ı arasında zamanın, yalnızca Seni göstersin niyetimin ibresi. Kıblesi Sen olduğun bir kalbin atışlarında Sana doğru atılayım. Nefis ve şeytandan kurtulayım. Işığında Arş’ına yol bulayım. Kâb-ı kavseyne ulaşayım. Cemâl-i bâ kemâlinde kendimden olayım, Seni bulayım…
İkincisi: Bilgiye İman. Evet bilgi başka, iman başka, bilgiye iman ise bambaşka. Doğru bilgilerimize inanmamız icap ediyor. Dimağımızda kültür düzeyinde bulunan doğru bilgilere iman etmek için, aklî kabul kadar, hissî kabul de gerekli. Tekrarlar ve telkinler böyle bir kabûlü kolaylaştırır. Haricî yönü olan bilgilerin fiiliyata dökülmesi ve o fiillerin itiyat edinilmesi de imanı pekiştirir. Tecrübe ile de beslenen kültür düzeyindeki nazarî bilgi, böylelikle imanlaşmış olur ve inancımızın bir yanı haline gelir. Bilginin akideleşmesi diyebiliriz buna. Çok önemli, çok hayatî bir konu bu. Bilgisi nokta, imanı umman olmak. Bilgisi umman, imanı nokta olmak. İşte fark! Çok bilmek, çok okumak iman-ı kamil için yeterli bir altyapı değil. Bildiklerine inanmaktır esas olan. İnsan, inancı ölçüsünde amel yapar, bilgisi ölçüsünde değil. Bildiklerimizin yüzde birine hakkıyla inansaydık, hepimiz ibadette birer Tavus b. Keysan, birer Veysel Karani olurduk.
“Bilmemiz gereken gerçekler” noktasından bakınca hemen hepimiz cahil sayılırız. “İnanmamız gereken hakikatler” açısından bakınca ise, çoğumuzun imanı zayıf. İman katiyet ve istikrarına ulaşmamış bilgilerimiz ise birer kültürden ibarettir. Kültürlü, ancak imanı zayıf. Evet Kur’an ve sünnetten bilmemiz icap eden hususların çokluğuna nisbetle az şey biliyoruz. Fakat bu azlığa rağmen çok rahatlıkla diyebiliriz ki: Şu kadarcık da olsa İslâm adına bildiklerimizin onda birini hakkıyla yaşamış olsak, hepimiz birer evliya oluruz. Yapmıyoruz, yapamıyoruz, uygulamıyoruz, uygulayamıyoruz. Neden? Çünkü o bildiklerimize yeteri kadar inanmıyoruz. Yeteri kadar, yani bizi salih amele götürecek derecede.
Önümüzde yanan bir ateşe elimizi uzatıyor muyuz? Hayır! Neden? Çünkü elimizi yakacağından zerre kadar şüphemiz yok, hakka’l-yakin inanıyoruz buna. İşte bizler, ayet ve hadislerle yasaklanan şeylerin aynı kesinlikte haram olduğuna inanmış olsaydık, mümkünü yok haramlara giremezdik. Çünkü bu, göz göre göre kendini ateşe atmak demek olurdu ki, âmâlar bile yapmazdı bunu. Yine semanın emirlerinin bizleri cennetlere götüreceği buraklar olduğuna tam tekmil inanmış olsaydık, irademizin yettiğince o salih amelleri yerine getirmeye bakardık. Farzlar biter, sünnetler biter, müstehap ve mendupları araştırırdık, nafilelerle kurbiyet-i İlahiyeye mazhar olurduk, Hakk’ın hoşnutluğunda kendimizden olur, sonsuzluğu bulurduk.
Genel anlamda İslam toplumu neden bu kadar duyarsızlaşmıştır? Kur’an ve Sünnet neden ruhlarında şok meydana getirmemekte, onları bağlayamamaktadır, daha doğrusu onlar Kur’an ve Sünnet’e kamilen bağlanamamaktadır? Çünkü kalplerdeki iman zafiyete uğramıştır. Ayet ve hadislere sanki bir beşer sözü imiş gibi bakılınca, onlardaki ilahî mana kendini gizlemekte, tesir uçup gitmekte ve adeta bütün yıldızlar sönmektedir. Şimdinin insanlarında kalpten ziyade akıl, akıldan ziyade de his ve hevesler hakim. Böyle olunca da İslam’ın büyük hakikatleri nasıl kavranılacak ki?
Çözüm belli: Bildiğimiz o hakikatlere iman! “Ey iman edenler, iman edin Allah’a, Rasulü’ne..!” [Nisa 4/136]beyan-ı semavîsince yeniden iman. Aklen ve kalben iman. Malum, insan kalbinin kölesidir. Bildiklerini değil, inandıkların yaşar. Bir başka ifadeyle kafasındakini değil, kalbindekini yapar. Bizler de kafalarımızdaki İslamî bilgileri, oradan kalbimize indirebilir isek, onları yaşama imkanına kavuşmuş oluruz. Bilginin kafadan kalbe inmesi demek, bilginin imanlaşması demektir. Bugün sûrî bilgiden ziyade, yakinî imana ihtiyacımız var. Kabuklar, içinde bir öz saklıyorsa kıymet ifade ederler. Okuduğumuz kitaplar, dinlediğimiz sohbetler, edindiğimiz tecrübeler bizde hep bu iman güçlenmesini netice vermeli. Netice verecek şekilde dinlemeli, anlamalı, kavramalı, manaları beynimizden yüreğimize indirgeyerek birer inanç haline getirmeliyiz. Son tahlilde şeytanların zincire vurulduğu ramazan ayında nefsanî arzuları da belli ölçüde dizginlenen her mü’min ayet ve hadislerden sahip olduğu bilgilere imanındaki rasanet ve katiyyeti ölçüsünde takva sırrına mazhar olmuş olarak vikaye-yi İlahiyeye girebilir.. ramazanın dünyevî-uhrevî vâridatından müstefid olabilir ve hakikatin ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn mertebelerine doğru yükselebilir.. nihayet sidre-i müntehasının son sınırında bir nevi mükaleme ve müşahede-i İlahiyeye mazhariyetle bütün bütün sonsuzlaşabilir.
“Şimdiye kadar bu mübarek ayı, değişik iltifat esintileriyle defaatle idrak ettik ve defaatle ramazanlaşmaya çalıştık… Ramazanda hemen her gece, uzun bir yolculuğa hazırlanıyor olma çağrışımlarıyla yataklarımızdan fırlar, bedenin arzularına bir noktada kerte vurur, dünyaya kapalı, Dost’a açık duygularla O’na mahrem olacakmışız gibi bir hisle koşar ve sevinçle köpüren bir hal alırız; alırız da dört bir yandan gelip benliğimizi saran bir kısım sihirli esintilerle gündelik düşüncelerden bütün bütün sıyrılır ve âdeta uhrevîleşiriz… Böylece düşünce ufkumuzda hep aynı ruh, aynı mana ve sürekli O’nunla irtibat yollarını araştıra araştıra bir koca ay, “gitme!” deyip yalvarmamıza rağmen çeker gider; çeker gider ama, onun hilâlinin gurûba kapanmasını müteakip de, güneşler gibi ufkumuzu aydınlatan bayramla yüz yüze geliriz.”[4]Gülen, M.Fethullah, Işığın Göründüğü Ufuk, s.122-124, Nil Yayınları, İstanbul, 2000.
Kaynak: Yeni Ümit Dergisi, Sayı: 50. Musa Hub
Dipnotlar
⇡1 | Kenzu’l-Ummâl 3/419-424; Müsnedü’l-Firdevs 4/286, 303; Cem’u’l-Fevâid, 1/303, 2/265. |
---|---|
⇡2 | Nursi, Bediüzzaman, Lemalar, s.56, Envar Neşriyat, 1992, İstanbul; Mektubat, s.457. |
⇡3 | Suyutî, Celalüddin, Takrîru’l-İstinâd, s.162, (Çevr. Şükrü Özen, İçtihad Tartışması, Pınar Yayınları, İstanbul, 1987). |
⇡4 | Gülen, M.Fethullah, Işığın Göründüğü Ufuk, s.122-124, Nil Yayınları, İstanbul, 2000. |