Evrim meselesi, uzun boylu ele alınması gereken bir konu olmakla beraber, aslında düğümlendiği belli başlı noktalar vardır. Biz bu makalemizde, evrim aldatmacasının üzerinde kurulduğu iddiaları ele alacak ve bunlara kısa açıklamalarda bulunacağız.
Türlerin Benzeşmesi İddiası
Evrimin üzerine kurulduğu fikirlerinden biri türlerin benzeşmesidir. Yani, “insanla maymun birbirine çok benzer. Öyleyse, insan maymundan gelmiştir.” Bu fikir, tam bir aldanmaca ve aldatmacadır. Zira bütün varlık temelde dört unsurdan meydana gelmiştir: Azot, karbon, hidrojen ve oksijen. Öyleyse, varlığın birbirine benzemesi gayet normaldir. Birbirine hiç benzemeyen varlıklar olarak yaratılsaydık, o zaman varlıklar arası alışveriş nasıl olacaktı? Bir insan, hayvandan istifade etmeye veya onu anlamaya çalışırken, bunu nasıl yapacaktı? Eğer hiçbir şey hiçbir şeye benzemeseydi, o zaman dünya hayatı, yabancılar diyarı olacak, herkes birbirine yabancı ve soğuk davranacak ve neticede çekilmez bir hayat meydana gelecekti. Evet, varlıklardaki benzerlikler normaldir ve gereklidir. Bununla beraber, yaratılan varlıkların hepsinin değişik yapıda var edildiğini görüyoruz. Koyun koyun olarak, taş taş olarak, insan da insan olarak. Benzerliklerin olması birbirlerinden olmasını gerektirmez. Şimdi yapı olarak birbirine benzeyen şeyler birbirinden gelecek olsaydı, o zaman kedi köpekten gelecekti, kaz ördekten türeyecekti, at eşekten çıkacaktı vs. Hâlbuki bunların her biri birer ayrı tür olarak var edilmiştir ve bugün de bunlar ayrı birer cins olarak ele alınıp incelenmektedir. Organların birbirine benzemesi; varlıkların birbirinden geldiğini değil, tam tersine, etten kemikten, azottan karbondan yani aynı malzemeden değişik türden varlıklar meydana getiren bir Yüce Kudret’in varlığını ispatlar. Zira bu bir tercih ve plan meselesidir. Yani, bir Büyük Kudret, aynı malzemeden çok çeşitli varlıklar planlamış, ana organları birbirine benzemekle beraber fonksiyon, mahiyet ve manada birbirinden çok ayrı olan mahlûkat ortaya çıkmasını tercih etmiştir. Böyle yapmakla, her varlıktan ayrı bir isteğinin olduğunu bildirmiştir. Yani taştan, topraktan beklenen şey ayrıdır, ağaçtan beklenen ayrıdır, hayvandan beklenen ayrıdır, insandan beklenen ise daha bir ayrıdır. Bir marangoz, alır eline ağacı, bundan kapı da yapar, pencere de yapar, balta sapı da yapar, sehpa da yapar. Malzemeleri aynı, yer yer şekilleri de benzer olmakla beraber hepsinin gördüğü fonksiyon ve ifade ettiği mana farklı farklıdır. Yaratılıştaki benzerlik de böyledir ve bir tercih ediciye işaret etmektedir.
Kullanılmayan Organların Kaybolması İddiası
Darvin’in dayandığı ikinci temel husus; kullanılmayan organların zamanla güdükleşmesi, bodurlaşması ve kullanılmaz hale gelmesi, çok kullanılanların da gelişip güçlenmesi ve bu iki hususun sonraki nesillere aktarılmasıdır. Bu görüşün de sağlam bir temeli yoktur ve çürütülmüştür. Mesela, yılanın ayaklarının zamanla güdükleştiğini söylüyorlar. Ayağı varken neden onu kullanmayıp güdükleştirsin ki yılan! Yürür ve daha da geliştirirdi. Neden yerlerde sürüm sürüm hale gelsin. Kör bağırsak için, asırlar öncesinin insanları otla beslendiği için bu organın bir vazife gördüğünü bugün ise buna gerek kalmadığını söylüyorlar. Hâlbuki bugün bilimin tespitiyle kör bağırsağa ikinci mide nazarıyla bakılıyor. Kullanılmadığı için pasifleştiğini söyledikleri bademcikler ise, boğazdan vücuda giren mikroplara karşı bir koruma vazifesi görmektedir. Zürafanın boyunun dalların üst yapraklarına ulaşmak için uzana uzana büyüdüğünü söylüyorlar. Zürafa kadar keçi de dallara uzanır ama onların boynu neden uzamamış. Demek ki, sonradan kazanılan bir özellik değildir bunlar, bizzat Allah’ın öyle yaratmasıyla var olmuşlardır.
Sonradan kazanılan özelliklerin veraset yoluyla nesillere aktarılması (kalıtım) iddiasına gelince, mesela; halterci çalışarak kaslarını güçlendirir fakat hiçbir haltercinin çocuğu kol kasları gelişmiş olarak doğmaz. Halterci olabilmesi için onun da pazularını güçlendirmesi gerekir. On dört asırdır sünnet olan Müslümanlar arasında sünnetli olarak doğan bir insana rastlanmamıştır.
Türden Türe Geçiş İddiası
Evrimin iddia ettiği bir diğer husus da, türden türe geçiş meselesidir. Güya, bu zamana kadar bazı türler bazı türlere inkılab etmiştir. Hâlbuki bu zamana kadar hiçbir tür, bir başka türe dönüşmemiştir. Zira dönüşebilmesi için uzun zaman gerekir. Bir tek hücreli varlığın insan olabilmesi için aradan milyonlarca yıl geçmesi gerekmektedir. Bugün, insanın atası diye ortaya çıkardıkları fosillerin tarihi 1,5 milyon yıl öncesini gösteriyor. Hâlbuki yine bilim adamları tarafından Kenya’da bir gölün kenarında 2,8 milyon yıl öncesine ait bir insan fosili bulundu. Bu fosil her şeyiyle bir insan fosiliydi. Bu fosil bulunduğuna göre sonraki bulunan ve insanın atası diye söylenen fosiller, bunun torunları mı oluyordu acaba!
Ayrıca, türden türe geçişte, binlerce belki de milyonlarca ara geçiş safhası olması ve bu safhalara dair fosiller bulunması gerekirdi. Hâlbuki bu zamana kadar bir iki tane fosilin dışında bulunamadı, bulunanlar da yalancılık tokadını hemen yiyiverdi. Bilim adamları, bunların ilmi gerçeklikten uzak olduğunu ilan ettiler. Bazıları, yavaş yavaş değil de birden bire bir değişmenin olduğunu savunsalar da, bu da aklen mümkün değildir ve bilimin ortaya koyduğu gerçeklerle çelişmektedir. Zira bir sürüngenin yumurtasından birden kuş çıkıvermesi için bin tane vasfın birden değişmesi gerekir ve bu mümkün değildir. Mesela, bir atın beş tırnağını atıp da bir tırnaklı hele gelebilmesi için 5.000.000 sene gerektiği belirtilmektedir. Nerede atın tırnağı, nerede bütün bir tür ve türler..? Evet, tarih ve bilimin de gösterdiği gibi, hiçbir türden hiçbir türe geçiş yoktur ve her tür kendisi olarak bir Büyük Kudret tarafından yaratılmıştır.
Türden Türe Geçişte Mutasyon İddiası
Türden türe geçiş meselesinde genlerin mutasyona uğradığı iddia edilmektedir. Hâlbuki bir insanın bir hayvanın değil bir hücrenin bile mahiyetinin değişmesi mümkün değildir. Öteden beri bunun denemesini yapmışlar ama başarılı olamamışlardır. Mesela Drosophila sineğinin üzerinde yıllarca çalıştılar. Bir başka türe dönüşmesini beklediler ama olmadı. Çünkü genetik şifre olan DNA, dışarıdan tesir kabul etmeyecek mahiyettedir. Bazı kimyevî müdahaleler ve çevre tesirleriyle hücre üzerinde kısmî ve küçük değişiklikler görülse de bunlar mahiyetteki bir değişiklik olmayıp kalıcı da değildir. Kaldı ki, hücrede yapılacak değişiklikler faydalı da değildir. Zira bozulmayla beraber hastalıklar ve arızalar baş göstermektedir. Kanser hastalığı bunun en güzel misalidir. Hücreye dışarıdan bir sebep arız olduğunda hücre bozuluyor ve kansere yol açıyor. Eğer hücrenin değişip bir başka hüviyete bürünme ve orada faydalı bir şekilde devam etme kabiliyeti olsaydı, kanser meydana gelmezdi. Demek ki, hücrede, DNA’da kısmi ve şekli değişmeler olsa da, hüviyet değişmesi olmuyor ve bir başka mahiyete bürünmüyor. Bir hücre değişmiyorsa, bir tür nasıl değişir? İşte burada Darvinizm kendisiyle çelişmektedir.
Tabiî Ayıklanma İddiası
Evrimcilerin diğer bir iddiası da, ıstıfâ-i tabiîdir. Yani, tabiî ayıklanma. Onlara göre, kâinatta kuvvetli olanlar yaşar, zayıf olanlar hayata veda ederek ayıklanır. Bu konuda da hastalıklar, tabiî afetler, savaşlar vs. sebep olur. Hâlbuki bahsedilen durumlarda zayıfların yanında pek çok kuvvetli varlıklar da ölmektedir. Bir salgın hastalık olduğunda zayıf da güçlü de kırılıp gitmektedir. İkincisi, bugün pek çok yerde kuvvetli ile zayıf yan yana yaşamaktadır. Mesela, incecik balıklarla köpek balıkları aynı muhitte denizin derinliklerinde beraber bulunmakta, ceylanlarla aslanlar beraberce hayat sürmektedirler. Eğer bir ayıklanma söz konusu olsaydı, bugün zayıf olarak görülen varlıkların hiç biri olmayacaktı. Hâlbuki zayıf varlıkların sayısı güçlü varlıkların sayısından daha fazladır. Mesela, yabani öküzlerin sayısı, aynı sahradaki aslanlardan daha çoktur. Demek ki, kâinatta canlılar arasında bir savaş, bir mücadele değil bir yardımlaşma cereyan etmektedir. Yani, ceylanların zayıf olanları aslana gıda olmakta, böylece aslan hayatını onlarla devam ettirmektedir. Ama bu, ceylanların gittikçe güçlü bir nesil haline gelmesine yol açmamaktadır. Bilakis, zamanla ceylanların bazıları yine zayıflamakta ve aslanların gıdası onlar vesilesiyle sağlanmaktadır. Böylece, et yiyenler, bir Büyük Rızık Verici tarafından hiçbir zaman gıdasız bırakılmamaktadır. Bu küçük örnek bile tabiatta ne büyük bir dengenin ve iradenin hâkim olduğunu göstermektedir. Bu irâde ve denge, bir hakikat olduğu ve günümüzde de bütün açıklığıyla görüldüğü halde, bazıları hayatı halâ bir mücadele olarak görmekte, belki de Darvin’in ortaya attığı bu iddiayı, yönetimleri altındaki insanları idare edebilmek ve ezebilmek için bir ideoloji olarak benimsemektedirler. Komünizm, böyle bir sapık ideolojinin üzerinde kurulmuştur. Güya halklara eşitlik vaat etmiş ama yüzde seksen halkı aynı düzeyde bir gelire sahip kılarken yüzde yirmilik kaymak tabaka her zaman lüks hayat yaşamıştır. Halk bir köle gibi görülmüş ve çalıştırılmış, kaymak tabaka ise kendini her zaman efendi olarak kabul etmiş, halkın ezilmesini, zor bir hayat yaşamasını da evrimci görüşün bir safsatası olan “güçlü olan yaşar, zayıf olan ölmeye mahkûmdur” iddiasıyla masumlaştırmaya çalışmıştır.