Ruh, Kur’ân-ı Kerim’de işaret edildiği gibi bir kanun-u emrîdir (Bkz.: İsrâ sûresi, 17/85). Ruh, âlem-i emirden gelen şuurlu bir varlıktır ve âlem-i maddîden değildir. Şimdi, bu iki âlemi kısaca izah etmeye çalışalım:
Âlem-i maddî (veya âlem-i şehadet), gördüğümüz ve şahit olduğumuz şu âlemdir. Allah (celle celâluhu) değişik türden varlıkları bu âlemde var eder, öldürür, diriltir, renklendirir, soldurur ve sürekli farklı şeyler gösterir. Meselâ O, küre-i arzı, üzerindeki ağaçları, ağaçlarda dalı budağı, dalda budakta yaprağı, yapraklar arasında meyveyi halk eder. Bütün bu ibda, inşa ve ihya ve imateler, O’nun âlem-i şehadetteki kudret ve iradesinin fizikî eserleridir.
Âlem-i emir ise maddî ölçülere girmeyen ve daha ziyade kanunların hâkim olduğu fizik ötesi bir âlemdir. Bu âlemde esas olan madde değil, mânâdır. Maddî hâsselerle mânâyı kavrama ve yakalama ise mümkün değildir. Biz, duyu organlarımızla bu âlemin sadece maddî ve şehadet âlemine uzanan fonksiyonlarını görür ve ancak bunlarla âlem-i emir hakkında bir fikre sahip oluruz. Meselâ, maddî âleme ait olan tohum, içinde taşıdığı hayat düğümü itibarıyla, emir âlemiyle de alâkalıdır. Aslında tohum âlem-i şehadetten bir varlıktır; ancak bu tohum içindeki ukde-i hayatiye ve canlanma, neşv ü nema bulma istidadıyla fizik ötesi âleme de açıktır. O, müsait vasatı bulduğu, yani toprağa atıldığı, güneşlendirildiği, sulandığı ve havalandırıldığı zaman, ondaki o ukde-i hayatiye açılıverir ve rüşeym, topraktan başını çıkarır. Derken bir filiz oluverir. İşte bu, ondaki nümüv (bitme) kanunundandır. Ağacın yaprağı, çiçek ve meyvesi hep bu nümüv kanunuyla meydana gelir. Fakat biz bu kanunu göremeyiz. Sadece bu kanunun âsârını görebiliriz.
Anne karnında cenin de Allah’ın bu kanunuyla varlığa erer, sperm gelir, yumurtanın içine girer, yumurta kapanır. Daha öncesi de var; spermin gelmesi için prostat bir kısım usâre ifraz eder, vasatı kaygan hâle getirir ve canlının rahat hareket etmesini sağlar. Sonra yumurta ince bir yerinden kapı aralar, bu misafiri kabul eder gibi ona hoşâmedîde bulunur. O, içeriye girdikten sonra da “Artık kimseyi almam!” deyip kapıyı kilitler. İşte bütün bunların içinde hükümferma olan kanunlar vardır ki, bu kanunlara ilmü’l-ecinnede cari kanunlar (Embriyoloji kanunları) denilmektedir. Bunun gibi bir de kütleler arasında birbirlerini çekme ve itme kanunları vardır ki, âlem-i emir denildiğinde işte bütün bu tür kanunlar kastedilmektedir.
Ancak bütün bu kanunlar şuursuzdur. Şuursuz olan bu kanunların verâsında Allah’ın ilmi ve iradesi vardır ve O, bunları ilmiyle, iradesiyle idare etmektedir. İnsandaki ruh da bu kanunlar cinsinden bir şeydir. Cisimleri birbirine çeken iten (câzibe-dâfia) kanunu ne ise, insandaki ruh da aynı cinsten bir kanundur. Bir tohumda rüşeymi tahrik eden, onun neşv ü nema bulmasını sağlayan kanun ne ise, insandaki ruh da aynı kanundur. Anne karnını hazırlayan, ceninin orada gelişmesini temin eden hangi kanun ise insanın ruhu da işte öyle bir kanundur. Fakat insandaki bu kanun şuurludur. Aradaki fark da budur. Onun için Kur’ân-ı Kerim, Efendimiz’e bu meseleyi anlatırken, قُلِ الرُّوحُ مِنْ أَمْرِ رَبّ۪ي (İsrâ sûresi, 17/85) demektedir.
Burada bir hususa daha dikkatlerinizi çekmek istiyorum. Allah Resûlü, hulâsa-i beşer olarak, “Ruh, benim Rabbimin emirlerindendir.” demek suretiyle kâinattaki cari kanunlar değil de beşere ait bu zîşuur kanunun hususiyetini anlatmaktadır; evet, onun aklı ve şuuru vardır. İçine girdiği cisimde hayat ve nizam hükümfermâ olur; içinden çıktığı zaman da mekanizma bozulup tefessüh etmeye durur. Ervah ile münasebet kuran binlerce insan, bunu görüp bilmektedir. Hususiyle de bunların tecrübelerinin yapıldığı günümüzde bu meseleleri inkâr etmeye asla imkân yoktur. Bugün pek çok mülhit, sadece bu meseleleri müşâhede ile imana gelmektedir.
Kaynak: Çizgimizi Hecelerken