İçindekiler
İnsanlar, fiziki yapıları, akıl seviyeleri, ırkları, doğup yetiştikleri ortam itibariyle farklı farklı oldukları gibi, sahip oldukları mamelek (malvarlığı) açısından da farklılık gösterirler. Aslında bu farklılıklar, toplum hayatının düzeni ve devamı açısından zorunludur. Ancak hiç kimsenin, doğuştan kendisine bahşedilmiş bu bir kısım özellikleri mülahazaya alarak başkalarına karşı üstünlük taslaması doğru olmadığı gibi; sahip olduğu bu güzelliklerin Allah’ın birer nimeti olduğunu unutarak onları sahiplenmesi ise kendini bilmezlik ve küstahlıktır. Evet, bizler neye sahipsek hepsi Allah’ın ihsanıdır.
İşte bazen Allahu Teala emanet olarak bizlere verdiği bu imkânların bir kısmını, daha sonra fazlasıyla iade etmek üzere, bizden kendi yolunda kullanmamızı ister.
“Dini tasdiklerinin ifadesi olarak, hayır işlerinde mal harcayan erkekler, mal harcayan hanımlar ve Allah’a güzel bir ödünç verenlerin ödülleri kat kat artırılacak, ayrıca onlara değerli bir mükâfat da verilecektir.” (Hadid Suresi, 57/18)
Böyle bir durumda eğer bizler kendimizi, sahip olduklarımızın gerçek maliki gibi görür ve onlar üzerinde dilediğimiz gibi tasarrufta bulunabileceğimizi zannedersek, iki dünyamızı da karartacak bir yola adım atmış oluruz.
Zekât ve Namaz Beraberliği
Bizler Allah’a karşı nasıl kulluk ve ibadet yapacağımızı yine O’nun indirdiği kitaplar ve gönderdiği Peygamberler vasıtasıyla öğreniriz. İbadetlerimizin bir kısmını bedenimizle ifa ederiz. Diğer bir kısmını ise yerine getirebilmemiz için bizim belli bir mal varlığına sahip olmamız gerekir. Bazı ibadetler de vardır ki, onun ifası için hem bedenimizi hem de mallarımızı kullanırız. Aslında bedenle yapılan ibadetlerin başında namaz geldiği gibi, malla yapılan ibadetlerin başında da zekât gelir. Ve bu ikisi İslam’ın en önemli iki rüknünü oluşturur. Bundan dolayıdır ki, Kur’an’da yirmi sekiz ayette namazla birlikte zekât vermek birlikte zikredilmiş ve böylece kulluğun en önemli iki buuduna dikkat çekilmiştir. Buradan hareketle, namaz ve zekât için, kişiyi Ganiyy-i Mutlak olan Allah’a yaklaştırmakta ve kul ile Rab arasında ciddi bir münasebet temin etmekte en önemli iki vasıtadır, diyebiliriz.
Başta da ifade ettiğimiz gibi zenginlik her ne kadar kişinin say u gayretinin bir neticesi gibi gözükse de, meseleyi daha temelden düşündüğümüzde, onun da tamamen Allah’ın lûtfu ihsanıyla olduğunu anlarız.
“Şüphesiz Rabbin rızkı dilediğine bol verir, dilediğine de daraltır.” (İsrâ Suresi, 17/30; Ra’d Suresi, 13/26)
Çünkü biz kazandığımız her şeyi, O’nun verdiği aklı kullanarak ve yine O’nun var ettiği imkânlar içinde elde ediyoruz. Diğer yandan mal-mülk kazanmayı, başkalarından daha akıllı olduğumuza da bağlayamayız. Çünkü nice dâhî seviyesinde insanlar vardır ki, karınlarını zor doyurmaktadırlar. Yani bir yönüyle zenginlik Allah vergisi olduğu gibi diğer yönüyle de bir imtihandır. Dolayısıyla, bize verilen her şeyde olduğu gibi zenginliğin de hakkını vermekle mükellefiz. Bundan dolayı zekât vermede bizler kendimizi bir tevzi’ memuru (dağıtıcı) gibi görmeli ve zekât vermeye, bizde emanet bulunan malları sahibinin istediği istikamette harcama olarak bakmalıyız. Bu duygu bizi başkalarına minnet etmekten kurtaracağı gibi, fakirlerin halini daha iyi anlamamıza ve zenginlikle fakirliğin hikmetini idrak etmemize de vesile olacaktır.
Zekât Berekettir, Temizliktir
Zekât, kelimenin sözlük anlamının da ifade ettiği gibi, sahip olduğumuz mallarımıza bu dünyada bereket katan, ahirette de onları kat kat artmış şekilde karşımıza çıkaracak çok kazançlı bir ibadettir. Aynı zamanda zekât temizleme anlamında da kullanılır ve şer’an zekâtta bu mana da mündemiçtir. Çünkü zekât insan nefsini, cimrilikten ve günah kirlerinden temizleyeceği gibi, malı da Allah ve kul haklarından temizler. Zekâtı verilmemiş malda, başta Allah hakkı sonra da fakirlerin hakkı vardır.
“Onların mallarında yoksullar ve muhtaçlar için de bir hak vardır.” (Zâriyat Suresi, 51/19)
Bediüzzaman Hazretleri de zekâtın bu yönüne şu ifadeleriyle dikkat çekiyor:
“Zekât, her şahıs için sebeb-i bereket ve dâfi-i beliyyattır. (Belaları def eder). Zekâtı vermeyenin, herhalde elinden zekât kadar bir mal çıkacak; ya lüzumsuz yerlere verecektir, ya bir musibet gelip alacaktır.”
Kur’an’da zekât kelime olarak otuzdan fazla yerde geçmektedir. Ancak kavram ve içerdiği mana itibariyle daha fazla ayeti kerimede, infakta bulunma, ihsanda bulunma, sadaka verme gibi kavramlarla bu hususun üzerinde durulmuştur. Efendimiz de (s.a.s) İslam’ın emirlerini saydığı hemen her hadisinde ikinci sıraya zekâtı koymuştur. Buna örnek olarak Muaz b. Cebeli Yemen’e gönderirken ona verdiği talimatlara bakabiliriz:
“Sen ehl-i kitab olan bir kavme gidiyorsun. Onları davet edeceğin ilk şey, Allah’a ibadettir. Onu bilip anladıklarında onlara Allah’ın onlara gece ve günde beş vakit namaz kılmayı farz kıldığını bildir. Bunu kabul edip uygulamaya başladıklarında, Allah’ın onlara mallarında zenginlerinden alınıp fakirlerine verilecek olan zekâtı farz kıldığını bildir. Zekât alırken halkın nazarında kıymetli olan mallarından sakın. Mazlumun bedduasından da kaçın. Çünkü onun bedduası ile Allah arasında hiçbir perde yoktur.” (Buhârî, Zekât 1, 41, Sadaka 1; Müslim, Îmân 31)
Başka bir hadislerinde de Efendimiz (s.a.s) şöyle buyurur:
“İslâm beş temel üzerine bina edilmiştir: Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in de O’nun Rasûlü olduğuna şehadet, namazı dosdoğru kılmak, zekât vermek, hacca gitmek ve Ramazan orucu” (Buharî, İman, 1)
Zekât Bir Köprüdür
Nasıl ki namaz hadisin ifadesiyle dinin direğidir. Yine hadisin ifadesiyle zekât da İslam’ın köprüsüdür. Demek ki, bunlardan birisi dini, diğeri asayişi koruyan iki İlahi esas olduğundan dolayı, Kur’an’da birçok ayette beraber zikredilmişlerdir. Evet, zekât zenginle fakir arasında muaveneti sağlayan bir köprüdür. Adeta insanlar arasında maddi hayatın cereyanına bir rabıta gibidir. Bu yönüyle toplumdaki birçok nifak ve şikak onunla önlenir. Aynı zamanda zekâtın madde ile mana arasında, fani ile baki arasında, Allah’la kul arasında ve dünya ile cennet arasında bir köprü olduğunu söyleyebiliriz.
Diğer yönden âlimlerimiz zekâtı verilmeyen malı kenz olarak görmüşlerdir. Ve ancak kişinin elinde bulunan mallarının, zekâtı verilmek suretiyle kenz olmaktan kurtulabileceğini ifade etmişlerdir. Bir hadisi şerifte buna dikkat çekilmiştir:
“Zekâtı verilecek miktara ulaşan şeyin zekâtı verilirse kenz sayılmaz.” (Ebû Dâvud, Zekât 3)
Kenz, fakir fukaranın hakkını gözetmeden, paraya karşı aşırı düşkünlük gösterdiğinden dolayı mal biriktirip yığma demektir ki, Kur’an’ın şu ifadeleriyle zemmedilmiştir:
“Altını, gümüşü yığıp Allah yolunda harcamayanlar var ya, işte onları acı bir azabın beklediğini müjdele!” (Tevbe Suresi, 9/34)
Hatta bazı âlimlerimiz sadece zekâtı verilen malın, kenz olmaktan kurtulamayacağı görüşünü benimsemişlerdir. Çünkü onlara göre malda zekâttan başka mükellefiyetler de vardır: Nafaka, sadaka-ı fıtır ve zekâttan fazla olarak tasaddukta bulunmak gibi.
Aslında bu dar makalenin sınırları içinde her yönüyle zekâtın mahiyetini ve hikmetlerini sayıp dökmeye imkân yoktur. Biz sadece zekâtın birkaç yönüne dikkat çekmekle iktifa ettik. Yapılan iyiliklere bire on binden, ta bire otuz bine kadar sevap verildiği Şu mübarek Ramazan ayında Rahîm ve Kerîm olan Allah, yapacağımız her türlü hayır hasenatı kabul eylesin.