Bu dünyada her başlangıcın bir de sonu vardır. Âlemlere Rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed Mustafa da (sallallahu aleyhi ve sellem) bir beşer olduğundan O’nun da bir sonu vardı. Vazifesini tamamlamış, emaneti hakkıyla ulaştırılması gerekenlere ulaştırmış ve Rabbine yönelmişti. Her yere elçiler gönderiyor, duymayanlara duyulması gerekenleri duyuruyor ve görmeyen gözleri aydınlığa kavuşturuyordu. Allah’ın vaat ettiği yardım ve fetih bütün açıklığıyla ortaya çıkmış, dolayısıyla büyük topluluklar hâlinde herkes İslâm’a koşuyordu. Sadece Arap Yarımadası değil çevre ülkelerde de İslâm, alternatifi olmayan bir din olarak kabul ediliyordu. Fethedilen yerlerde tebliğ ve irşad hizmetine ciddi anlamda ihtiyaç vardı. Allah Resûlü de bu ihtiyacı karşılamak için yetiştirdiği “yıldızlar topluluğu”ndan pek çok kimseyi buralara gönderiyordu.
Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) her yıl Ramazan ayında on gün itikaf yaparken, hicretin 10. yılının Ramazan ayında yirmi gün itikafta kaldı. Her yıl Ramazan ayında bütün Kur’ân-ı Kerim’i baştan sona kadar Cebrail’den yeniden dinleyip ona okumasına karşın, bu yıl bunu iki kez yapmıştır. Aynı zamanda Veda Haccı’nda hem hac menâsikini öğretiyordu, hem de, “Önümüzdeki yıl sizinle buluşabileceğimi ümit etmiyorum.” buyurdu. Uhud şehidlerini ziyaret etti, onlara hayır dualarda bulundu ve ağlayarak onlara veda etti.
Bu arada bir yandan da bazı yerlerde çıkan fitneleri ortadan kaldırmak için ordu hazırlıyordu. Ordunun komutanlığına da Üsâme bin Zeyd’i (r.a.) seçti. Hz. Üsame oldukça gençti. Böyle bir tayinden dolayı münafıklar hemen rahatsızlıklarını belirttiler. Bunun üzerine Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) insanları toplayarak onun komutanlığa layık bir kişi olup kendi katında önemli bir yerinin olduğunu söyleyerek ona itaat etmelerini tavsiye etti. Bunun üzerine gerek Ensâr gerekse Muhâcir Hz. Üsâme’ye tâbi olarak savaşa çıkmaya hazırlandı. Ancak Allah Resûlü hasta olduğu için ashab Medine’nin dışında bir yerde konaylayarak beklemeye koyuldu.
Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şiddetli baş ağrıları çekiyordu. Hatta bir gün Baki’ Mezarlığını ziyaretten dönerken Hz. Âişe O’nu karşılamış, başının ağrıdığını söyleyince de Allah Resûlü: “Asıl benim başım ağrıyor.” demişti. Bundan sonra gitgide bu ağrılar çoğalıyor ve bitkin bırakacak bir hâl alıyordu.
Hz. Peygamberin (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) hanımları bu hastalık esnasında onun Hz. Âişe’nin yanında kalma meylini anlamış ve bunun için de O’na izin vermişlerdi. Bunun üzerine, Resûlullah Hz. Meymune’nin evinden çıkarak bir yanında amcası oğlu Fazl diğer yanında da Hz. Ali olmak üzere Hz. Âişe’nin evine teşrif ettiler. Burada hastalığı daha da şiddetlendi. Üzerine bolca su dökerek ancak uyandırabildiler. Bir ara kendine gelir gibi olunca hemen namaz vaktinde mescide çıkmak istedi. Sonra ashabla namaz kılıp sohbet etti. Başında da ağrıları dindirmesi için sargı bulunuyordu. Minbere oturarak Uhud şehidlerine dua ve istiğfarda bulunup şöyle dedi: “Allah bir kulu kendisiyle dünya arasında muhayyer bıraktı da kul O’nun yanını tercih etti.” buyurdular. Bunun duyan samimi dostu Hz. Ebubekr ağlamaya başladı. Çünkü bununla O’nun ne kasdettiğini çok iyi anlamıştı.
Yürüme gücü bulduğu sürece Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) namaz kıldırmak için mescide gelmeye devam etti. Son kıldırdığı namaz akşam namazıydı. Başı şiddetle ağrıdığı için başını mendille bağlamış olarak geldi ve namazı kıldırdı. Namazda Mürselât sûresini okudu. Yatsı vakti gelince, “Namaz vakti oldu mu?” diye sordu. Orada bulunanlar, “Herkes sizi bekliyor.” dediler. Leğene su koydurarak yıkandı. Sonra ayağa kalkıp mescide gitmek isteyince bayıldı. Kendine geldiğinde tekrar “Namaz vakti geldi mi?” diye sordu. Oradakiler yine önceki cevabı verdiler. Allah Resûlü tekrar boy abdesti aldı ve tekrar ayağa kalkmak isteyince yine bayıldı. Ayılınca tekrar sordu, oradakiler yine aynı cevabı verdiler. Üçüncü kez mübarek vücuduna su döktü, sonra tekrar kalmak istediyse de yine kendinden geçip bayıldı. Ayılıp kendine gelince, “Ebu Bekir namazı kıldırsın.” buyurdu. Bu, çok ağır bir yüktü. Kızının odasında kalıyor o kızın babasını kendi yerine tayin ediyordu. Bu çok büyük bir şerefti, ama aynı zamanda da son derece ağır bir yüktü. Hz. Âişe (r.a.) babasının oldukça hassas bir insan olduğunu, dolayısıyla böyle bir şeyi yapmada zorlanacağını söylese de, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bunu tekrarladı ve insanlara şöyle dedi:
“Ey insanlar! Bana mal ve dostluğuyla en yakın kimse Ebûbekr’dir. Eğer sevgili bir dost edinmem gerekirse muhakkak ki Ebûbekr’i edinirdim. Ama İslâm kardeşliğimiz var. Mescide açılan kapıların hepsi kapansın yalnız Ebûbekr’in kapısı kalsın. Ben hepinizden öndeyim ve sizi bekleyeceğim. Zaten şu an havuzumu görüyorum. Esasen bana yeryüzü hazinelerinin anahtarı verildi. Vallahi ben sizin, benden sonra müşrik olacağınızdan değil de, dünya için birbirinize düşmenizden korkuyorum.” buyurdular. Bunlardan birinde biraz hastalığı hafiflemiş ve namaza çıkmıştı. O sırada namazı kıldıran Hz. Ebûbekr geri çekilmek istemiş, ancak Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ona devam etmesini işaret ederek kendisi de Hz. Ebûbekr’in arkasında oturarak namazını kılmıştır.
Hastalığında sürekli şiddetlenme ve hafifleme oluyordu. Vefat ettiği pazartesi günü, ruhunda bir sükûn ve huzur vardı. Mübarek odası mescide bitişikti. Sabahleyin perdeyi kaldırarak bakınca insanların sabah namazı kıldıklarını gördü. Gördüğü manzaradan büyük bir haz duyarak tebessüm buyurdu. İnsanlar ayak sesini duyunca Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) dışarı çıkmak istediğini sandılar. Herkes, sevinçten kendinden geçti. Neredeyse namazı bozacaklardı. İmamlık yapan Hz. Ebubekr, imamlık makamından geri çekilmek istedi. Hz. Peygamber işaret ederek ona mâni oldu ve odasına girip perdeyi indirdi. Bu, ashabın Allah Resûlü’nün (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) mübarek yüzünü son görüşleriydi.
Tarihler Rebiü’levvel ayının on ikinci pazartesi günü öğleden önceyi gösteriyordu. Mübarek başı, Hz. Âişe validemizin göğsüne yaslanmış olduğu hâlde son nefesini verdi. Âişe Validemiz bu son anları şöyle anlatır:
“Allah’ın bana ihsan ettiği nimetlerinden birisi Resûlullah`ın (sallallahu aleyhi ve sellem) benim odamda, benim nöbetimde (mübârek başı) benim göğsümün üstü ile gerdanımın arasında olarak vefat etmesidir. Bir de Allah’ın, onun vefatı sırasında benim tükürüğümle onun tükürüğünü bir arada birleştirmesidir (Şöyle ki: kardeşim) Abdurrahmân elinde bir misvâkla odaya girmişti. Ben de Resûlullah`ı (göğsüme yan) dayamıştım. Onun misvâka dikkatle baktığını gördüm. Misvâkı çok sevdiğini bildiğim için: ‘Size misvâkı alayım mı?’ diye sordum. Başı ile: ‘Evet.’ diye işaret etti. Ben de misvâkı yumuşatıp verince ağzında yürütüp fırçaladı. Bir de Resûlullah`ın (sallallahu aleyhi ve sellem) yanında sahtiyandan ufak bir su kabı, içinde su ile beraber dururdu. Ara sıra iki elini bu kaba batırıyor ve ıslanan elleriyle yüzünü sıvıyor ve: ‘Lâilâhe illâllah! Ölümün ne şiddetleri, kademeleri var.’ diyordu. Sonra elini kaldırdı. Tâ ruhu alınıncaya kadar: ‘Allah’ım beni Refîk-i A’lâ câmiasında kıl.’ duasına devam etti. Ve bu dua ile Hatemü`l-Enbiyâ`nın (mu`cizeler gösteren mübârek) eli düştü.” (Buhârî, Merda 19, Fezâilu’s-Sahâbe 5, Daavât 28).
Allah Resûlü (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) bu son hastalığında 13 gün hasta yatmıştır. Hastalığının beş gününü diğer eşlerinin odalarında geçirmiş, 8 günü de Hz. Âişe’nin yanında. Buna göre hastalığı çarşamba günü başlamış, bir hafta geçtikten sonraki pazartesi de Hakk’a yürümüştür.
Kaynak: Muhittin Akgül, 99 Soruda Efendimiz