İslâm, isminden de anlaşıldığı gibi barış ve esenlik dinidir. Ona göre bir insanın öldürülmesi, bütün insanlığın öldürülmesi demektir. İslâm’ın peygamberi olan Hz. Muhammed Mustafa (sallallahu aleyhi ve sellem) de bütün bir hayatıyla bunun en güzel örneğini vermiştir. Şayet Allah Resûlü ve müslümanlar sulhun esas olmasına rağmen savaşa katılmışlarsa bu, şartların zorlaması ve başka bir alternatifin kalmamasındandır. Zaten ilk savaşla ilgili ayetlere baktığımızda, bunun müslümanlara mecburiyette kaldıklarından verilen bir izin olduğunu görmekteyiz. 13 yıl Mekke’de zulüm altında inlemelerine rağmen asla müslümanlar savaş yapmamışlardır. Savaş ancak Medine döneminde, o da mecbur kalındığından dolayıdır. Ondan sonraki savaşların da aslında yeryüzünün selameti için ve asla haklara tecavüz edilmeden cereyan ettiğini görürüz.
Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) katılmak zorunda kaldığı savaşlara ve sebeplerine baktığımızda şu temel sebepleri görürüz:
1. Müdafaa: İslâm bir millet veya ferdin, kendi varlığını tehdit eden, onu yok etmeye, öldürmeye çalışan mukabil güce karşı, nefis müdafaasını, karşı koymayı meşru kılar, hatta bazı durumlarda onu emreder. Biri sizin varlığınızı, malınızı, canınızı, dininizi, ırzınızı tehdit ediyorsa onunla göğüs göğüse gelir, bu işin kavgasını verir ve kendisiyle hesaplaşırsınız. Mesela diyelim ki hasım bir ülke, kendisiyle sizin aranızdaki hudutları deldi ve içeriye girdi, ne yaparsınız? Ülkenizdeki bazı kimseleri ayartıp üzerinize saldırtsa ne düşünürsünüz? Bir yerde soydaşlarınız gadre uğratıldığı zaman nasıl davranırsınız? Herhâlde bu sorulara “Hiç!” deyip geçemezsiniz!
İşte, bu noktadan hareketle, Allah Resûlü tam 14 asır evvel kuvvet kullanmayı da bir disiplin olarak kabul etmiş ve müslümanın, müslümanca yaşayabilmesi için hikmetin yanında kuvvetin, irşadın yanında caydırıcı gücün bulunması zaruretine de parmak basmış ve onurlu, haysiyetli yaşama yollarını göstermiştir. Evet, kuvvetli olacak, kuvveti hakkın emrine verecek, sözünüzü dinletecek ve kesilmesi gerekli olan sesleri keseceksiniz ki, yeryüzünde, dünya muvazenesinin temsilcisi olabilesiniz.
2. Zulmü Önlemek: Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) savaş yapma zorunda kalmasının ikinci sebebi, yapılan zulümleri önlemeye yöneliktir. İslâm’da, mazlumun, mağdurun, mahkûmun sahipsiz ve garibin imdadına koşmak için harp meşru kılınmıştır.
3. Hürriyet: Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) yaptığı savaşların diğer bir sebebi ise, hak ve hakikati, doğruluk ve istikameti neşretme hürriyetini sağlama ve o hürriyeti muhafaza etmek içindir. İnsanların iradelerine ipotek konularak en tabii hak olan irade hürriyetinden mahrum bırakıldığından, Hz. Peygamber savaş yapma mecburiyetinde kalmıştır. Ama hiçbir zaman bu savaşlarda haksızlığa gitmemiş, insan hatta tabiat varlıklarına dokunulmaması için sıkı sıkıya tembihlerde bulunmuştur. Mesela Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) savaşa katılanlara şöyle demiştir:
“Yaşlılara, kadınlara, çocuklara, kendisini ibadet ü taate vermiş ruhbanlara ve mâbedlere ilişmeyiniz! Ağaçları yakmayınız! Hayvanlara dokunmayınız! Ve servetleri heder etmeyiniz.”
Efendimiz, Mekke döneminde asla maddî mukabele ve mücadelede bulunmamış, etrafını alan insanlara hep sükûnet, temkin ve sabır tavsiye buyurmuştur. Bu dönemde sadece Kur’ân’ın elmas düsturlarını kullanmış, 14 sene sinelere girip, gönülleri fethetmeye çalışmıştır. Efendimiz, o kömürü elmas, taşı toprağı altın yapan mübarek sözleri ile tam 13 sene, “Dövene elsiz, sövene dilsiz ve İslâm yolunda gönülsüz gerek.” demiştir.
O, bu kadar sabırlı ve kararlıydı ama kafir bir türlü hıncını alamıyordu ve ondan sonra da yapmayı plânladığı şeyler vardı: Müminleri bütün bütün Mekke’den uzaklaştıracak ve göçe zorlayacaklardı. Evet, doğup büyüdükleri, aziz ve şerif olarak yaşadıkları, rahat ve huzur içinde hayatlarını sürdürdükleri yuvalarından, çocuklarından koparılıp başka yerlere hicret ettirileceklerdi ve nihayet bütün müslümanlar hicret etmeye başladı. Yurt, yuva terk ediliyor ve herkes göçe zorlanıyordu.
Efendimiz, Allah’ın (celle celâluhu) emirleriyle hareket ediyor ve hissiliğin zerresine dahi yer vermiyordu, ama gel gör ki karşı tarafın hıncı bir türlü yatışmıyordu. Evet, müslümanları yurtlarından, yuvalarından ettikten ve o kadar insanı boğazladıktan, ülkelerinden ayrılma zorunda bırakıldıktan sonra dahi, bir türlü hınçlarını alamamışlardı.
İşte bu mazlumların, mağdurların, mahkûmların, kimsesizlerin hakkını korumak için bu kadar ızdırap görmüş, bu kadar sinesinden hançer yemiş müslümanlara, hesaplaşmak üzere izin veriliyordu. Aynı zamanda bu emirle Efendimiz, cihada memur ediliyordu.
Böylece tam 14 asır evvel, Allah Resûlü’nün karanlıkları yırtan o aydınlık ve ışıktan eliyle zulüm ve istibdat bertaraf ediliyor, hürriyet de getirilip insanlığın önüne seriliyordu. Bununla beraber öyle makul, öyle mantıkî hesaplaşmalar oldu ki, Allah Resûlü döneminde İslâmî cephede ölen insanların sayısı sadece 100 küsurdu. Evet, 10 senelik Allah Resûlü döneminde, dünya kadar hakikatleri gerçekleştirmek için karşı tarafla yaka paça olunuyor ve müslümanlardan, sadece 100 küsur insan vefat ediyor.
Saadet Asrı, insanlık duygusunun, düşüncesinin, insana saygı ve hürmetin geliştirildiği bir dönemdir. O’nun dünyasında mümin harp eder. Harp eder, ama hiçbir zaman sulh esintileri kesilmez ve insanî değerler tezyife uğramaz. Boş yere insan öldürülmez, ülkeler işgal edilmez ve başka milletler sömürülmez.
Kaynak: Muhittin Akgül, 99 Soruda Efendimiz