İçindekiler
Ailede Din Eğitiminin Bazı Köşe Taşları
“Ailede din eğitimi” denince akla çocuğun aile ortamında dinî ve ahlâkî değerler istikametinde yetiştirilmesi gelmelidir. Söz konusu ifade bu mânâda kullanıldığında çocuğun din eğitimi, ona dinî bilgilerin öğretilmesinin yanında dinî tutum, davranış ve kişilik kazandırılmasını da kapsar. Çocuğa dinî tutum ve davranışları kazandırmanın en kestirme yolu ise ana-babasının ve diğer aile fertlerinin tutum ve davranışları ile ona örnek olması ve onu etkilemesidir. Ana-babanın aile içindeki bütün davranışları, dinî ve ahlâkî değerler bakımından doğru, tutarlı ve sürekli olduğu takdirde çocuklar bu yönde davranışlar kazanma ve kişiliklerini geliştirme imkânına sahip olurlar.
Çocuklar, çok iyi gözlemci ve taklitçi olduklarından, büyükleri dikkatle izler, onlarda gördükleri tutum ve davranışları olduğu gibi benimserler. Hâl böyle olunca, aile içindeki yetişkin davranışlarının kontrol altına alınması, her davranışın dinî ve ahlâkî değerlerle uyumlu olması çocuk eğitimi açısından son derece önem kazanmaktadır.
Aile Eğitiminin Temeli
Yaratılıştan potansiyel olarak çok üstün özelliklere, mükemmel bir ruhî dokuya sahip olarak dünyaya gelen insanın, fizikî ve zihnî olgunluğa kavuşuncaya kadar uzun bir süreye ihtiyacı vardır. Çocuk bu süre içinde kendi kendine yetmeyip yetişkinlerin yardımına ihtiyaç duymakta, onların elinde büyüdüğünden nasıl bir kişiliğe sahip olacağına, hangi değerleri edineceğine kendisi değil büyükler karar vermektedir. Çocuk her türlü etkiye açık, Gazali’nin ifadesiyle hayrı da şerri de kabul edebilecek kabiliyette yaratılmış[1]Gazali, İhyau Ulumi’d-Din, I-V, Kahire, 1306 olduğundan ana-baba onu nasıl yönlendiriyorsa, hangi yöne sevk ediyorsa çocuk o yönde yol alacaktır. Dolayısı ile hayat ilkin ailede şekillenmekte, geleceği tayin edecek kişilik ve karakter özelliklerinin temelleri aile ocağında atılmaktadır. Bu durum, yetişen her ferdin aile içinde muhatap olduğu din eğitiminin mahiyeti, yönü ve şekli hakkında bir temel oluşturmaktadır.
Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de insanları hiçbir şey bilmeyerek dünyaya getirdiğini belirterek (Nahl Sûresi, 16/78) öğrenip kişilik kazanmalarını sağlayan organlar olan gözün, kulağın ve kalbin sorumluluğuna dikkat çekmektedir. (İsrâ Sûresi, 17/36) Çocuğun fıtrattan getirdiği saf ve dingin insanî melekelerle bir kişilik geliştirmesi, bu organlar vasıtasıyla sağlanacak öğrenmelerle mümkün olacaktır. Çocuk hayatının ilk yıllarında neleri görecek, neleri işitecek, neleri hissedip düşünecekse onları öğrenecek ve onlara göre bir kişilik geliştirecektir. Ailede çocuğa ilk ve en temel öğrenme imkânlarını sunan ana-babalar onlara görmeleri gerekenleri gösterecek, işitmeleri gerekenleri işittirecek, hissetmeleri gerekenleri hissettireceklerdir. Ana-babalar çocuklarının yetiştirilmelerini ve eğitilmelerini sağlayan ilk ve temel öğretmenlerdir.
Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve selem), çocukların eğitimi hususunda ana-babanın mesuliyetine dikkat çektikleri bir hadîslerinde, “Her doğan fıtrat üzere doğar, sonra ebeveyni onu ya Yahudi, ya Hristiyan yahut Mecusi yapar.” (Buhârî, cenâiz 80, 93; Müslim, kader 22, 25) buyurmuşlardır. Burada Yahudi, Hristiyan, Mecusi denmiş olması, ebeveynin çocuğunu istediği çok farklı kalıplara sokabileceğini göstermektedir. Allah, mükemmel özelliklerle yaratıp (Tin Sûresi, 95/4) hiçbir şey bilmeyerek dünyaya gönderdiği insanoğlunun, istikametini tayin etmedeki bu ana-baba rolü ve sorumluluğu uykuları kaçırtacak ağırlıktadır. Modern eğitim biliminde de bu sorumluluğuna dikkat çekilir.[2]Selahattin Ertürk, Eğitimde Program Geliştirme, Ankara, 1998.
Aile eğitimi konusunda neler yapılabileceği, çocukları dinî ve ahlâkî yönden istenen iyi özelliklerle yetiştirebilmek için onlara aile içinde ne tür yönlendirmeler yapılacağı, onlarla nasıl bir münasebet ve iletişim kurulacağı deneylere dayalı ilmî araştırmaları gerekli kılmaktadır. Son zamanlarda bu konuda önemli çalışmalar yapılmakta, deney ve tecrübelere dayalı birtakım prensip ve metotlar geliştirilmektedir. Şüphesiz ki, ilmî çalışmalarla tespit edilen kural ve prensipler çocuk yetiştirmede ihmal edilemez imkânlardır. Ancak bunlardan önce dikkatten uzak tutulmaması gereken husus, her çocuğun ister istemez bir değerler dünyasının içine doğması ve onunla büyümesidir.
Her çocuk, ailesinin sahip olduğu değerler sistemi yahut karmaşası içinde, aile mensuplarının bilgi birikimleri, fikir ve kanaatleri çerçevesinde bir kişilik bulmakta ve onu geliştirmektedir. Bu yüzden ailedeki din eğitimi hususunda önce ailenin değerler sistemine yönelmek, onu tanzim etmenin imkânlarını ve yollarını aramak gerekmektedir. Bu mânâda ailede çocuğun din eğitimi, geniş kapsamlı bir konu olarak, hem ana-baba hem de topyekun aile eğitimi şeklinde düşünülmelidir. Ailede çocuğun eğitimi sadece çocukla başlayıp biten bir hâdise değildir, çocuk üzerinde tesiri bulunan bütün aile fertleri bu eğitimin bir parçası, birer paydaşıdırlar. Bazen ebeveynin öğretici emeklerini diğer aile fertleri bilmeyerek ve istemeyerek de olsa boşa çıkarmakta, onların kaşıkla doldurduğunu kepçe ile boşaltmaktadırlar. Sevme güdüsüyle çocuğu ana-babaya karşı korumak, bir ikaza ve tedibe maruz kaldığında çocuğa destek çıkmak, ebeveynin koyduğu kural ve prensipleri çiğnemesinin yolunu açmak, bu hususta onu cesaretlendirmek şeklindeki davranışlar ebeveynin öğretici gayretlerini boşa çıkarmaktır. Bu davranışlar çocuğa bir iyilik değil aksine çok büyük bir kötülüktür. Eğer aile büyükleri, ebeveynin öğretici davranışlarını hatalı bulurlarsa, bunu çocuğa fark ettirmeden onlara iletmelidirler. Hele yanlışlığı, çocuğa destek mânâsında hemen o ânda asla dile getirmemelidirler. Yapılan araştırmalar çocuk üzerinde ana-babalardan ziyade, ana-babalığa soyunan yakınların etkili olduğunu göstermektedir.[3]Thomas Gordon, Etkili Ana Baba Eğitimi, Çev. E. Aksay, Sistem Yayıncılık, İstanbul, 1996.
Aile fertlerinin sadece çocukla olan münasebetlerindeki hâl ve davranışları değil, aile içindeki bütün tutum ve davranışları çocuğu etkilemektedir. Onların her tavır ve hareketi çocuk tarafından sürekli gözlenip taklit edilmektedir. Bu bakımdan aile içinde bütün fertleri kapsayan ilişkiler düzeni, herkesin konumuna göre karşılıklı sevgi, saygı ve anlayışla dinî ve ahlâkî kurallar çerçevesinde en ideal düzeyde kurulmalıdır. İşte bu aile içi münasebetler düzeni çocukların dinî eğitimleri açısından üzerinde titizlikle durulması gereken en temel faktördür.
Aile İçinde Münasebetler Düzeni
Aile içindeki ilişki ve etkileşimler çok karmaşık bir durum arz etmekle beraber ortak yaşama disiplini içinde bunların belli bir düzene sokulması çok kolay olmasa da mümkündür. Münasebetlerin düzene sokulması, çocukların eğitimi ve iyi yetiştirilmeleri bakımından önemli olduğu kadar bütün olarak ailenin yaşama kalitesi açısından da aynı ölçüde önemlidir. Yaşama kalitesi yüksek ailelerde uyumsuzluk, çekişme, gerginlik, düzensizlik ve süflî davranışlar görülmez. Uyumlu, düzenli ve kaliteli bir hayat tarzına sahip ailelerde yetişen çocukların, fazladan emek sarf edilmese de emsallerine göre kişiliği daha sağlam ve olgun kişiler olmaları tabiîdir. Çocuk eğitiminde; değerleri, kuralları, âdetleri olan ve bunlar üzerinde geliştirilmiş yaşama disiplini ve geleneğine sahip bir aile olmak önemlidir.
Aile hayatının bu yönde ciddi eksiklik ve aksaklıkları varsa öncelikle bunların giderilmesi, ailede dinî ve ahlâkî değerlere uygun hayat sistematiğinin kurulması gerekir. Aile içinde dinî ve ahlâkî kurallara uygunluk yönünden ciddi hatalar, yanlışlıklar (meselâ ailede sevgi, saygı, dürüstlük, sadakat, edep, iffet, nezaket, yardımlaşma, paylaşma, çalışkanlık, ciddiyet, sorumluluk vb. konularda bir gevşeklik, dikkatsizlik ve duyarsızlık…) varsa bunlar giderilmeden din eğitimi adına yapılan işler, alınan tedbirler neticesiz kalmaya mahkûmdur. Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de insanı cehenneme sürükleyecek davranışlardan kaçınılmasını ihtar ederken “Kendinizi ve ailenizi yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden koruyun” (Tahrim Sûresi, 66/6) buyurmaktadır. Dikkat edilirse âyette önce kendimizin, sonra da ailemizin davranış ve yaşayışını düzene sokmamız emredilmektedir.
Okul öncesi çağdaki çocukların büyükleri gözleyerek onları taklit ederek öğrenme eğilimleri baskındır. Çocuklar bu dönemde büyükler gibi olmaya özenir, onların davranışlarını doğruluk ve yanlışlık yargısında bulunmaksızın benimser. Modern eğitim bilimi, çocukların, çevrelerine uyum sağlama sürecinde önce sembollerden yola çıktıklarını, onlarla ilgilenip bütünleşmekten haz duyduklarını, sonra onları kavramaya ve anlamlandırmaya çalıştıklarını tespit etmiştir.[4]Haluk Yavuzer, Çocuk Psikolojisi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1992. Çocuklar çevrelerindeki insanların davranış sembollerini model alıp taklit etmeye çalıştıkça, aslında kendi davranışlarını geliştirirler. Bu bakımdan aile içinde dinî değerleri ve bu değerler üzerinde olumlu davranışları kazandırmanın en temel yollarından biri, çocuklara görsel zenginlikli modeller sunmaktır.
Meselâ namaz kılan, dua eden bir aile büyüğü çocuklar açısından oldukça güzel ve etkili bir modeldir. Dürüstlük, çalışkanlık, cömertlik, merhamet, saygı, yardım davranışları aile içinde yaygınlaştırılmalıdır. Öğretmek istediklerimizi yaparak, yaşayarak göstermemiz gerekir. Çocuk dinî ve ahlâkî değerlere uygun davranışların neler olduğunu, ailesinde ve büyüklerinde görmelidir. Kimi anne-babalar çocuklarının iyi davranışlar kazanmasını isteyerek onlara hep iyi şeyler söylerler, nasıl davranmaları gerektiğini anlatırlar. Fakat çocuğa söyledikleri ile kendi yaptıkları birbirini tutmadığında anne-babanın bu çelişkisini çocuk çabuk fark etmekte ve onların söylediklerine itibar etmemeye başlamaktadır.
Çocuk, hayatı yaşamaya, hayatın içinde kendisi olarak var olmaya çalışırken bunu büyüklerinin sözel telkinlerinden çok kendi yaşantıları yoluyla başarabilmektedir. Mücerret işlemler düzeni ve ortak yapı sistemleri oluşuncaya kadar çocuğun hayata dair eylemler şeması deneyimlerle oluşmaktadır. Çocuk bizzat yapmaktan, denemekten ve hissî münasebetlerden haz duyar; yapıp ettikçe öğrenir, yaşayarak öğrendikleri ile bütünleşerek o yönde bir kişilik geliştirir. Bu bakımdan çocuğun istenilen dinî ve ahlâkî değerlere uygun davranışlar geliştirebilmesi için, ona olabildiğince bu değerleri ihtiva eden özendirici yaşantılar hazırlanması, onunla paylaşılan uygun ortak yaşantı alanları oluşturulması gerekir. Böylece çocuklar bu yaşantı ortamlarında geliştirdiği ilişkilerle istenilen değerleri kazanma imkânını elde etmiş olurlar.
Anne-baba çocuğuna daha çok vakit ayırmalı, ona hikâyeler, masallar, anılar anlatmalı, onu gezdirmeli, onunla oynamalı, şakalaşmalı, konuşmalı, bazı olayları ve nesneleri birlikte incelemeli ve değerlendirmeler yapmalıdır. Özellikle yemeklerde sofraya birlikte oturmak, birlikte dua etmek, çocuğun ibadet ve sohbet ortamlarına, faydalı sosyal ve kültürel etkinliklere katılmasını sağlamak çok değerli neticeler vermektedir. Çocuğun haz duyarak katıldığı dinî törenler (bayramlaşmalar, kandil geceleri programları, mevlitler vb.) ibadetler, dualar, ilâhiler, dinî sohbetler onda ömür boyu silinmeyecek izler bırakır.
Çocuğun İki Hassas Gelişim Evresi
Çocuğun doğumdan itibaren başlayan fizikî, zihnî ve cinsî melekelerinin gelişimi, uzun zaman alan ve belli aşamalardan geçen bir seyir takip etmektedir. Gelişim psikologları, çocuğun zihnî gelişimini belli dönemlerdeki melekelerinin karakteristik özelliklerine göre evrelere ayırırlar. Bunlardan ikisi çocuğun tamamen ailenin kontrolünde olduğu okul öncesi döneme aittir. Konumuzla doğrudan ilgili olduğu için kısaca üzerinde durmak istediğimiz bu evreler, duyu-hareket dönemi ve işlem öncesi dönem diye adlandırılır.[5]Ziya Selçuk, Eğitim Psikolojisi, Atlas Yayınevi, Konya, 1992.
Duyu-Hareket Dönemi, doğumdan itibaren geçen ilk iki yıllık süreyi kapsamaktadır. Bu dönemde bebek çevresindeki nesnelere bir mânâ verememekle beraber onlara büyük bir ilgi duyar. Çocuk bu dönemde çevresiyle sadece hissî etkileşimler yaşar, annesinin sıcaklığını, sevgisini duyar, onun ilgi ve ilgisizliğinden etkilenir, çevresindeki sesleri, görüntüleri, sevgi ve kavga davranışlarını algılayıp şuuraltına kaydeder. Bu dönemde çocuğun dinî ve ahlâkî değerler kazanmasını sağlayacak öğretici anne-baba rolü, onun hep dinî ve ahlâkî değerler yönünde tutum ve davranışlar görmesini, yanlış ve aykırı sesler yerine tatlı, hoş, sevecen sesler duymasını sağlamak şeklinde olacaktır. Büyüklerin çocuğa karşı içten, sıcak ve sevecen tavırları, onun görebildiği ortamlarda başkalarına karşı gösterdiği sevgi, uyum, yardım davranışları çocukta çok olumlu tesirler bırakır.
Çocuk sevgi-nefret, cömertlik-cimrilik, uyum-uyumsuzluk, dürüstlük-hilekârlık vb. bütün duyguları duyu-hareket döneminde ana-babası ve diğer aile fertleri ile münasebetlerinden kazanmaya başlar. Ferdin sosyal gelişimi üzerinde duran Erikson’a[6]Erikson, 1902 yılında yahudi anne-babadan doğmuş Freud’un gelişim kuramından yola çıkarak geliştirdiği psikososyal gelişim kuramı ile tanınan, Danimarkalı bir bilim adamıdır. göre sosyal gelişimin ilk evresi olan 0-18 aylık dönemde çocuk annesi ile sıkı bir hissî iletişim yaşamaktadır. Bu dönemde annenin çocukla olan iletişiminin olumlu olması onda temel güven duygusunun gelişmesini sağlarken, olumsuz olması da güvensizlik duygusunun gelişmesine yol açar. Bebeğin beslenme, temizlik, dokunulma, rahatlatılma ihtiyaçlarının giderilmesinde annenin uygun zamanlı, düzenli ve tutarlı davranışları çocukta temel güven duygusunun gelişmesine vesile olurken bu konudaki düzensiz ve tutarsız davranışları da çocukta güvensizlik duygusunun oluşmasına sebep olmaktadır. Bu dönemde çocuğun duyacağı hiçbir söz göreceği hiçbir davranış ihmal edilmeye gelmez. İleride dinî ve ahlâkî yönden önemli olacak tutum ve davranışların temelini oluşturacak kayıtlar bilinçsiz de olsa bu dönemde gerçekleştirilir.
İşlem Öncesi Dönem diye ifade edilen zihnî gelişimin ikinci evresi ise 2 yaş ile 6 yaş arasında geçen süreyi kapsamaktadır. Bu dönemde çocuk nesnelere mânâ vermeye, onların münasebetlerini fark etmeye başlar, nesnelere yönelik hareketlerini belli sathî düşüncelere dayandırsa da mantıkî davranış gösteremez; kötüyü, yanlışı, faydalıyı, zararlıyı kendine göre bir ilişki seviyesinde algılayabilir ve ancak bu seviyede onlara karşı tutum alabilir. Bu dönemde çocuk bir şeyin kötü veya yanlış olduğunu, öğretilmedikçe veya denemedikçe bilemez, her gördüğünü taklit etmeye çalışır ve büyüklerin yaptığı her davranışı iyi ve doğru olarak kabul eder.
Yine bu dönemde çocuk ben merkezlidir, kendi eğilim ve arzularını ön plânda tutarak başkalarının bakış açısı ile kendi bakış açısı arasında ayırım yapamaz. Anne-babanın yoğun bir şekilde korumacı davrandığı bu dönemde çocuk kendisine enteresan ve çekici gelen hâdise ve ilişkiler içinde kişiliğini geliştirme, kendisi olma ve bağımsız davranma eğilimindedir. Bu tutkuyla her şeye atılmak ve her şeyi denemek ister, öğrenme arzusu üst düzeydedir, ana-babayı bıktırırcasına çok soru sorar. Ana-baba; “Ne yapacaksın, sen anlamazsın, büyüyünce öğrenirsin, her şeyi sorman/öğrenmen şart mı?” gibi itirazlara başvurmadan sabırlı bir şekilde çocuğun her sorusunu onun anlayabileceği şekilde cevaplamalıdır. Ana-baba çocuğun öğrenme ve özgürleşme eğilimlerini hiçbir şekilde bastırmamalı, çocuğu kollama ve gözetme tutkusunu, onu çevreleyen bir kafes hâline getirmemelidir. Çoğu ana-baba koruma refleksi ile farkında olmadan çocuklarını bıktırıcı bir sınırlama içine alırlar. Bu dönemde ana-babanın sınırlayıcı tavrı ile çocuğun özgürleşme eğilimi şeklinde başlayan zıt yönlü davranış ilişkisi, dikkatli bir şekilde uzlaştırılmadığı takdirde ileride tarafları birbirinden uzaklaştıracak yönde gelişme potansiyeline sahiptir.
Zıt Yönlü Davranışların Kontrolü
Genellikle ebeveyn çocuğunu dâima koruma ve kontrol altında tutma, çocuk da özgür davranma ve kendi kişiliğini ortaya koyma tutkusu ile hareket eder. Henüz tek başına sokağa çıkamayacak yaştaki bir çocuğu annesi elinden tutup yolun kenarında gezdirirken çocuk annesinin elinden kurtulup rasgele yürümeye, yolun ortasına dalmaya çalışır. Anne de takılıp düşmesin, başına bir kaza gelmesin diye onu sıkı bir şekilde kontrol altında tutar. Burada dikkat edilmesi gereken önemli husus; çocuğun özgürleşme eğilimi ile ebeveynin sınırlama eğiliminin ortaya koyduğu çelişki ve çekişme hâlidir. Başlangıçta gayet normal görünen bu zıt yönlü davranışlar önemsenmediği takdirde yıllar ilerledikçe başka alanlarda ve başka şekillerde her iki taraf için de bir tutku hâlinde sürüp gider.
Bu zıt yönlü eğilim gösteren davranışlar baştan itibaren iyi yönetilmediği takdirde zamanla her iki taraf için de problem olmaya başlar ve bu problem daha başka problemleri davet eder. Burada problem oluşmasını önlemek için, durumu kontrol etme ve münasebetleri doğru bir şekilde yönetme sorumluluğu anne-babaya aittir, çocuktan bu konuda bir şey beklenemez. İlişkiler iyi yönetilemezse, anne-babanın aşırı sahiplenici ve korumacı tavrı çocuğun özgürleşme hasretini besleyeceğinden çocuk kendine yeter duruma geldikçe ebeveyninden uzaklaşır. Anne-baba çocuğun bazen yanlış da olsa özgür davranışına -meselâ düşüp canının yanmasına- izin verirse çocuk ağlayarak annesinin yardımını isteyecek ve ona ihtiyacı olduğunu öğrenecektir.
Aile içinde anne-baba ile çocuk arasındaki zıt yönlü eğilimlerin istenmeyen yönde gelişmesinin asıl sebebi; anne-babanın bebeklik yıllarından itibaren çocuğa karşı alışkanlık hâline getirdiği sınırlayıcı tutumunu, akılcı ve şuurlu bir şekilde geliştirememesidir. Çoğunlukla anne-babalar çocuk büyüdükçe ona karşı davranışlarını geliştirmek yerine çocuğun hep kurallara uyan, söz dinleyen, itaatkâr davranan birisi olmasını beklerler. Oysa o her geçen gün büyümekte, gelişmekte, kişiliğini bulmakta ve kendisi olma yolunda mesafe almaktadır. Ana-baba onun hayat basamaklarını tırmandıkça yükseldiğini, etrafa bakış açısının genişlediğini, karar verme yönünün geliştiğini görebilmeli, onun hayata açılma heves ve arzularını sınırlayan korumacılık bağlarını dikkatli bir şekilde gevşetebilmelidir.
Sıkı korumacı tutumun en belirgin yanlışlıklarından biri, çocuğun her yanlış yahut istenmeyen davranışını yargılayarak ona sürekli nasihatte bulunmaktır. Nasihat çocuğa, suçlandığı, yetersiz olduğu, kabul görmediği hissini verecek şekilde ve sürekli olarak yapıldığında onun psikolojik olarak yıpranmasına sebep olabilmektedir. Nasihatin zamanı, üslûbu ve tarzı çok önemlidir. Öte yandan dinî ve ahlâkî değerler açısından yanlış bir davranışı gözlenen çocuğun “sen şöyle yaptın”, “yine böyle yaptın”, “hep böyle yapıyorsun”, “sen doğru bir şey yapmaz mısın”, “bir de biz söylemeden şöyle yapsan” vb. sözlerle yargılanması bir fayda sağlamamaktadır. Aksine bu tür yargılama sözleri, 6-12 yaş arası çocukların bütünleştirici ve kategorize edici yaklaşımları sebebiyle yanlış neticeler verebilir.
Sürekli yargı sözleri ile telkinde bulunmak, bu yaşlardaki çocukların hassasiyetlerini körelttiği gibi, şekle ait bazı benzerlikler kurdukları diğer konulardaki cesaretlerini de kırabilir. Çocuğun yanlış olan ilk deneyimlerinin, otoriter ve yargılayıcı tavırlarla karşılanması, onun her zaman hata edebileceği korkusu ile kendine güveninin zayıflamasına ve kişilik gelişiminin olumsuz yönde seyrine sebep olabilir. Bunun için ana-baba çocuğun bir yanlış davranışını düzeltmek istediğinde, onun bunu niçin yaptığını sorgulamaktan kaçınarak, ona suçlandığı hissini vermeden, davranışının yanlışlığını öğretmelidir.
Kaynak: Prof. Dr. Suat Cebeci, Yeni Ümit:88
Dipnotlar
⇡1 | Gazali, İhyau Ulumi’d-Din, I-V, Kahire, 1306 |
---|---|
⇡2 | Selahattin Ertürk, Eğitimde Program Geliştirme, Ankara, 1998. |
⇡3 | Thomas Gordon, Etkili Ana Baba Eğitimi, Çev. E. Aksay, Sistem Yayıncılık, İstanbul, 1996. |
⇡4 | Haluk Yavuzer, Çocuk Psikolojisi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1992. |
⇡5 | Ziya Selçuk, Eğitim Psikolojisi, Atlas Yayınevi, Konya, 1992. |
⇡6 | Erikson, 1902 yılında yahudi anne-babadan doğmuş Freud’un gelişim kuramından yola çıkarak geliştirdiği psikososyal gelişim kuramı ile tanınan, Danimarkalı bir bilim adamıdır. |