Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem): وَأَنْذِرْ عَش۪يرَتَكَ الْأَقْرَب۪ينَ “Yakın akrabalarını uyar!” (Şuarâ Sûresi, 26/214) âyeti indiğinde ailesinin bütün fertlerini, akraba ve yakın komşularını Ebû Kubeys tepesinde toplamış ve: “Ey Abdulmuttalip oğulları! Ey Fih oğulları! Ey Lüeyy oğulları! Ben şimdi şu dağın öbür yamacında düşman süvarilerinin bulunduğunu ve size saldırmak üzere olduklarını söylesem bana inanır mısınız?” diye sormuştu. Onlar: “Evet inanırız.” deyince Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) sözlerine şöyle devam etmişti: “Ben şiddetli bir azaptan önce size gönderilmiş bir uyarıcıyım.” Bunun üzerine, Ebû Leheb öfkeden yerinde duramaz hâle gelmiş, –hâşâ ve kellâ– “Ağzın kurusun. Sırf bunun için mi bizi buraya çağırdın?” demişti. “Ebû Leheb’in iki eli kurusun. Kurudu da.” mealindeki âyet-i kerîmeyi ihtiva eden “Tebbet” (Mesed) Sûresinin indirilmesiyle de tesellî olan Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Ebû Leheb gibi kimselerin mâni olmaya çalışmalarına rağmen Allah’ın emrini yerine getirmiş, her fırsatta aile ve akrabasına da tebliğ ve irşatta bulunmuştu (Tirmizî, zühd 7). Öyleyse bize düşen vazife, eş, çocuklar, kardeşler gibi en yakınlarımızdan başlayarak tebliğde bulunmak; Rabbimizi, Kitabımızı, Efendimiz’i, niçin yaratıldığımızı, vazifelerimizi, ahlâkî değerleri üslubunca anlatmaktır.
Evet, tebliğ ve irşad edilme, hakkı hakîkati öğrenme konusunda da aile ve akrabalarımızın bizim üzerimizde hakları vardır. Dilimiz döndüğünce, gücümüz ve imkânlarımız yettiğince bu hakkı eda etmemiz, üzerimize bir vecîbedir. Başkalarıyla meşgul olurken, yabancılarla bol bol vakit geçirirken, hiç tanımadığımız insanlarla samimî dostluklar kurarken, aileyi ve akrabayı ihmal etmek, onlara hiç vakit ayırmamak ve dinimizi anlatmamak, hem işin tabiatına terstir hem de üzerimizde ciddi bir vebaldir. Tabiata terstir zira insan, cennete ailesi ve akrabalarıyla beraber girmek ister. Cennet gibi bir yol ve hayat tarzı bulan bir insanın bunu eşine, çocuklarına, anne babasına ve yakınlarına duyurmaması ve onların da ebedî mutluluğa ermeleri için çırpınmaması düşünülemez.
Bir kısım insanların vazife icabı yoğun çalışma tempoları sebebiyle de olsa, anne-babasını, ailesini, çoluk-çocuğunu ihmal etmesi kat’iyen doğru değildir. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), yiyip içmeden kendilerini gece-gündüz ibadete veren ve bu arada ailelerini ihmal eden arkadaşlarına: إِنَّ لِرَبِّكَ عَلَيْكَ حَقًّا وَلِنَفْسِكَ عَلَيْكَ حَقًّا وَلِأَهْلِكَ عَلَيْكَ حَقًّا فَأَعْطِ كُلَّ ذِي حَقٍّ حَقَّهُ “Allah’ın sizin üzerinizde hakkı var, nefsinizin sizin üzerinizde hakkı var, ailenizin sizin üzerinizde hakkı var, Allah’ın sizin üzerinizde hakkı var.. her hak sahibine haklarını veriniz.” buyurmuştur (Tirmizî, zühd 63). Biz bunu biraz daha genişleterek şöyle de diyebiliriz: Çalıştığımız müessesenin bizim üzerimizde hakkı var; anne-baba, eş-dost, çoluk-çocuğumuzun üzerimizde hakkı var; komşumuzun bizim üzerimizde hakkı var.. ve bütün bunlar, ihmale gelmez haklardır. O hâlde her hak sahibine hakkını vermemiz gerekir.
Kaynak: Kadın ve Aile İlmihali