İçindekiler
“Kur’an’ın fâik üslûbuna ve mevzuların arz edilişinde seçilen, kullanılan kelimelerin inceliğine az vâkıf olan kimseler, aradan on dört asır geçmiş olmasına rağmen, onun hâlâ tarâvetini, halâvetini koruması karşısında hayrete düşer ve onun mucize bir beyan olduğunu hemen tasdik ederler.”
Bütün vahiylerin hülâsası olarak insanlığın tamamına hitap etmek üzere ve kıyamete kadar hükmünü icra edecek şekilde gelen Kur’ân-ı Hakîm gibi, onun indiği dil de bizim için önem arz eder.
Son İlâhî Kelâm’ın ‘Bu dille gelmesinin sebebi nedir?’ şeklindeki bir sualin aslında tek bir cevabı vardır: Allah öyle dileyip öyle takdir ettiği içindir. İşte biz bu gerçeğin baştan farkında olarak Kur’ân dili olarak Arapçanın seçilmesindeki hikmeti anlamaya çalışacağız.
Bu cümleden olmak üzere, son İlâhî Risalet için, işin başında Hicaz bölgesi gibi bir mekânın, Nebiyy-i Ekrem gibi mazhar-ı câmi bir insanın, beşer gününün ikindi vaktine müsadif gelen bi’set yılı gibi bir zamanın seçilmesi nasıl bir kısım hikmete mebnî ise, bu kudsî iş için Arapça gibi bir lisanın seçilmesi de elbette ki belli hikmetlere dayalıdır.
Kur’ân’ın Arabî lisanla gelmesinin hikmetlerinden birincisi, bu dilin, seçilen Zât ve toplumun dili olmasıdır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm bu hususu açık bir şekilde bizlere beyan eder:
“Şayet biz onu (Kur’ân’ı) yabancı dilde okunan bir kitap olarak indirseydik, mutlaka şöyle diyeceklerdi: Âyetlerinin açık-seçik olması gerekmez miydi? Arap’a yabancı dilden bir kitap, öyle mi?..” (Fussilet 41/44.)
İkincisi, Arapçanın süreç içerisinde diğer diller arasında İlâhî Mesaj’ı taşıyabilecek en yüksek kıvama ulaşmış olmasıdır.
Kısa bir girişten sonra şimdi mevzuumuzla alâkalı üç husus üzerinde ana hatlarıyla durmaya çalışalım.
1) Arapçanin Tarihî Süreçteki Seyri
Kur’ân’ın nazil olduğu dönemde Arap toplumu, Arapçanın bütün inceliklerine vakıf idi. Onlar kendilerine has bir meziyet olmak üzere, fasih ve beliğ bir dile sahiptiler. Söyledikleri nutuklar, manzumeler lisan bakımından pek parlak şeylerdi. İşte Kur’ân, basit beyanların bile edebî açıdan birer sanat harikası hâline geldiği böyle bir dönemde nüzule başlamıştı.
Bu dönemde dil, belâgat yönüyle olgunlaşmış ve bir vahdete ulaşmıştı.[1] Detaylı bilgi için bkz. Zeydan, Corcî, Tarîhu Lüğati’l-‘Arabiyye, Daru’l-Hilal, tsz. ysz.,I, 78. İşte Kur’ân yeni bir risaletle gelirken böylesine edebî zenginliğe sahip bir dille geliyordu. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm, vahyin net, anlaşılır bir lisanla indirilişine pek çok âyetiyle vurguda bulunur.[2]Bkz. Yusuf, 12/2; Fussilet, 41/3; Tahâ, 20/113; Ahkâf, 46/12. Vahiy için seçilen dilin o günkü durumunu Kur’ân بِلِسَانٍ عَرَبِيٍّ مُبِينٍۜ / وَهٰذَا لِسَانٌ عَرَبِيٌّ مُبِينٌ “Açık/net bir Arapça ile” (Şuarâ, 26/195 / Nahl, 16/103,) ifadesiyle dile getirir. Hususiyle Zümer Sûresi’nde geçen قُرْاٰنًا عَرَبِيًّا غَيْرَ ذِي عِوَجٍ لَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ “Kur’ânen arabiyyen ğayre zî ‘ıvecin: Eğri tarafı olmayan (pürüzsüz) bir Arapça ile” (Zümer, 39/28) ifadesi bu durumu aydınlatıcı mahiyettedir.
İzzet Derveze ‘Kur’ân’a Göre Hz. Muhammed’in Hayatı’ isimli eserinde, Arapçanın, Kur’ân’ın indirildiği devrede yüksek bir seviye ve estetik kazandığına ve o esnada Arap yarımadasında dil birliğinin yaygınlaştığına dikkat çeker. O bu duruma tesir eden sebebi ise şöyle açıklar:
“Bir dilin, birbirinden uzak bölgelerde birbirinden alabildiğine farklı çevrelerde genel-geçer ortak bir dil hâline dönüşebilmesi, sağlıklı bir diyalog ve sürekli bir münasebet olmadan gerçekleşmez. Bu da uzun bir zaman ister. İşte bu diyalog ve münasebet risalet öncesinden başlayan gelişmenin tesiriyle yavaş yavaş güçleniyor ve sağlıklı bir zemine oturuyordu. Buna o dönemde vuku bulan bazı hâdiseler ve onların yerleşmiş gelenekleri katkı sağlıyordu. Bu müşterek tavır ve birliktelik, Habeşlilerin önce Yemen’i sonra Hicaz’ı işgal etmelerine bir tepki olarak ortaya çıkmıştı. Söz konusu birleşmeye, işgalden sonra Irak ve Şam gibi yarımadanın dört bir yanına düzenlenen ticarî seferler de katkı sağlamıştı. Ayrıca haram aylarda yürürlüğe giren barış ortamlarında çeşitli yörelerden insanların Kâbe’ye ve hacca yönelmesi ve böylece Arapların hacc ve Beytu’l- Harem ile olan bağlarının kuvvetlenmesine vesile olmuştu.”[3]İzzet Derveze, Kur’ân’a Göre Hz. Muhammed’in Hayatı, (Çev.: Mehmet Yolcu), Yöneliş yay., İstanbul 1989, I, 51. Derveze, bu bağlamda önemli bulduğumuz şu hususa da dikkat çekerek … Okumaya devam et
Bu zeminde Arapçanın altın dönemine doğru nasıl bir seyir çizgisi takip ettiğini ise H. İbrahim Hasanşöyle ifade eder:
“Mekke, Hicaz bölgesinde ticarî ve edebî hareketin merkezi idi. Çeşitli ziyaret ve panayır günlerinde alçak vaha ve yüksek yaylalarda yaşayan Araplar Mekke’ye gelir, içtimaî örf ve adetlerini birbirlerine nakleder, kahramanlık şiirleri okurlar ve soylarının şerefi, mizaçlarının yüceliğinden bahisler açarlardı. Bütün bu edebî ve içtimaî yansımalar, çocuklarının da kalbine bu yönde arzular ekiyordu. Bundan ötürüdür ki, İslâm öncesi dönemde Arabistan Yarımadası’nda öğretimin yaygın olmayışı, bu asırda edebî hareketin kalkınmasına engel olamamıştır.. Arap şiirinin tamamı kafiyeli idi. Ancak kafiye sadece şiire mahsus değildi. Dini işlerle, tehlikeli durumları dile getirici haberlerle ilgili metinler de böyleydi, hattâ hekimlerin hikmetli sözleri ve kahinlik taslayanların kehanetli sözleri de, şiirin dar kalıplarına uymak zorunda olmayan ibareleri de kafiyeli idi. Âdeta şiir, kavmin karakterini yansıtan bir durum olmuştu.. Öyle ki, edebiyat bilmeyen bir Arap bile, belli kaside ve şiir kıtalarını ezberler ve onların nazım ölçülerini bozmadan mükemmel bir şekilde muhafaza ederek başkalarına naklederdi.”[4]H. İbrahim Hasan, İslâm Tarihi, (çev. Heyet), Kayıhan yay. İst. 1987, I, 89-91.
Arapları böylesi bir hayat tarzına sevkeden sebeplerden birisi olarak şu husus zikredilebilir: Ümmi bir millet olarak Araplar,[5]Bkz. Tirmizî, Kur’ân 9; İbn Hanbel, Müsned, V, 132. iftihar ettikleri tarihî vak’a ve tabloları yazıya dökemedikleri için hafızalarına kaydetmişlerdir. Tarihlerini kafalarında muhafaza etmek için de veciz sözler, kinaye, mecaz, istiare, teşbih gibi bediî dil sanatlarını kullanmak mecburiyetinde kalmışlardır. İşte bu durum Araplarda şiir ve belâğatı zirveye taşımıştır.
Bu bağlamda son olarak Ahmet Cevdet Paşa’nın (v.1895) Arap dilinin risalet öncesi gelmiş/yaşamış olduğu parlak ve yüksek seviyesinden hareketle dile getirdiği bir noktayı arz etmek istiyoruz: Cahiliyye zamanında Arapların edebiyatta bu kadar ilerlemeleri, dikkat edilecek ve ibret alınacak bir iştir. Belki de Arap dilinin o derece bir yüksekliğe gelmesi, Allah tarafından bu lisanla bir kitap indirileceğine işaret idi.[6]A. Cevdet, Kısâs-ı Enbiyâ, (Haz. Mahir İz), Kültür ve Turizm Bak. yay. Ankara 1985, I, 48.
Cevdet Paşa’nın değindiği bu hususa İlâhî hikmet açısından da bakılarak denilebilir ki; Allah (celle celâluhu) ilk muhatap kitleyi teşkil eden Araplarca Kur’ân’ın harika belâgatı, eşsiz fesahati, benzersiz bedî’ sanatının daha iyi anlaşılması için, tarih içerisinde Arapçaya diğer dillerden farklı bir özellik, bir genişlik/enginlik lutfetmiştir.
Burada üzerinde durmak istediğimiz bir nokta da şudur: Arapların dille alâkalı bu vukûfları, onların Kur’ân’ın beşer üstü bir kelâm olduğunu anlamalarını kolaylaştırmıştır. Bu sebepledir ki onların büyük çoğunluğu Kur’ân’ın bu eşsiz üslûbu karşısında fazla dayanamayıp İslâm dinine girmiştir. Öyle ki bir kısım sebeplerden ötürü İslâm’ın hakikatlerine kulağını kapayanlar dahi Kur’ân’ın bu eşsiz ifade tarzının güzelliğini itiraf etmek zorunda kalmışlardır; babalarının dinlerini terk etmeme adına bu mucizeye “sihir” demekle kendilerince işin içinden sıyrılmaya çalışmışlardır.
2) Arap Dilinin Kendine Has Özelliği
Gelmiş olduğu seviye itibariyle Arapçanın diğer diller karşısındaki farklılığını İmam Şafiî şöyle ifade eder: Arap lisanı, dillerin ifade bakımından en kapsamlısı, kelime hazinesi yönünden de en zenginidir.[7]Muhammed b. İdris eş-Şafiî, er-Risale, el-Mektebetu’l-İlmiyye, Beyrut tsz., s.42. Meşhur dil üstatlarından İbn Faris de (v. 395) Arapçanın beyan/ifade kabiliyetine başka bir dilin ulaşamayacağına dikkat çeker ve ‘erbab-ı akıl için bunun kapalı/gizli bir yanı yoktur’ der.[8]İbn Faris, es-Sahibîyyu fî Fıkhi’l-Luğati’l-Arabiyye, Daru’l-Mektebeti’l-Mearif, Beyrut 1993. s. 44. Bediüzzaman Hazretleri ise lisan-ı nahvî olarak nitelediği Arapçanın camiiyyetine hiçbir lisanın yetişemeyeceğini belirtir.[9]Said Nursî, Mektubât, Şahdamar yay., İstanbul 2006, s. 576.
Arapçanın İlâhî Kelâm’a kalıp olarak seçilmesi hususunu bu dilin kendisine has özellikleri zaviyesinden ele alan M. Hamidullah ilgili eserinde şunları kaydeder:
“Allah’ın mesajını aktarma aracı olarak Arapçanın tercih edilmesinin kendine has maslahatları vardır: Başka hiçbir dil, sahip olduğu ahenk ve kendisine has sözcük yapısı, çekim kuralları, ses armonisi vs. bakımından onunla karşılaştırılamaz. Bu, aynı zamanda en küçük aydınlatıcı bilgileri bile göz ardı etmeksizin yoğunlaştırılmış bir dildir: Zamirlerin yanı sıra, fiiller de erkek ve dişi olmak üzere, iki cinsi birbirinden ayırmaktadır. Sözcük dağarcığındaki inanılmaz zenginlikle ve kelimelerin farklı durumlara göre çok esnek bir biçimde çekim eki alabilmesi, Arapçaya, her türlü düşünceyi ve ince farkları hayran olunacak bir zerafetle ifade etme imkânı sağlamaktadır.”[10]M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, (çev. Mehmet Yazgan) Beyan yay., İst tsz., s. 39.
Arapçanın dikkat çekici bir diğer özelliği üzerinde duran M. Hamidullah açıklamasını şöyle sürdürür:
“İnsanı şaşırtan bir özelliği de Arapçanın yüzyıllar boyunca değişime ihtiyaç duymamış olmasıdır. 1500 yıl öncesinin düz yazı ve şiiri, ne dilbilgisi ne kelime hazinesi ne de imla bakımından çağdaş Arap nesri ve şiirinden farklı değildir. Tunus, Şam, Kahire ya da Bağdat’tan yapılan bir radyo yayınının dili, Hz. Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve sellem), kendi dönemindeki insanlara hitap ettiği dille aynıdır. Şiir için de durum aynıdır. Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) öğrettikleri ilk muhatapları için olduğu kadar günümüzde Arapça konuşanlar için de açık ve anlaşılır şeylerdir. Şükür ki bu konuyla ilgili asıl metinler günümüze kadar saklanabilmiştir. Kur’ân gibi kutsal bir kitap için, kendisinden sonra Allah tarafından yeni peygamberler ve yeni vahiylerin gönderilmeyeceği, İlâhî vahye dayanan bir öğreti için istikrarsız bir dilin seçilmesi hiç de uygun olmazdı.”[11]M. Hamidullah, age., s. 39.
Son olarak bu yazımızda bir Batılının dikkat çekici itiraflarını nakletmek istiyoruz. Philip K. Hitti (ö. 1978) şöyle der:
“Edebî sanatlara karşı belki de hiçbir millet bu kadar heyecanlı takdir tezahürlerine sahip değildir ve hiçbir halk zümresi yazılı yahut sözlü hitap yoluyla onlar kadar tahrik edilemez. Hemen hemen hiçbir dil, onu kullananların şuurları üzerinde Arapça kadar, mukavemet edilemeyen bir tesir kudretine sahip değildir. İslâm bu tarz bir dili ve bu dilin sahibi olanların ruhî özelliklerini, tam manasıyla semerelendirmiştir. Bundan dolayı Kur’ân’ın terkibi ve îcazlarla dolu üslûbunu Müslümanlar, dinlerinin hak din olduğu hususunda kuvvetli bir delil olarak ileri sürmüşlerdir. İslâm’ın muvaffak ve muzaffer olması bir dereceye kadar dilin zaferi, daha doğrusu bir kitabın, yani Kur’ân’ın bir zaferiydi.”[12]Philip K. Hitti, Siyasi ve Kültürel İslâm Tarihi, s. 137.
3) Arapça Ve Araplarin Gerçek Değerlerini Kur’ân’la Kazanmasi
Kur’ân ve Arapça
İlâhî Kelâm’a son beşerî dil olarak seçilen Arapçanın ilk filolojik hareketlerini, Kur’ân’ın doğru okunup öğretilmesine gösterilen titizlik başlatmış ve onu şu üç açıdan müspet mânâda etkilemiştir:
- Kur’ân en başta Arapçanın yazıya geçirilmesini sağlamış, tek lehçe etrafında toplayarak birliğini kurup perçinlemiş, resmî dil hâline getirmiş, fesâhat ve belâğat konusunda ona örnek, kaynak ve delil kabul edilmiştir. Apaçık (mübîn) dili sâyesinde müşterek ve fasîh bir edebiyat dili, değişip bozulmadan varlığını sürdürmektedir.
- Kur’ân birçok Arapça kelimeyi mânâ bakımından geliştirmiş, ayrıca kelime dağarcığına çok sayıda yeni kelimeler kazandırmıştır.
- Arapça, Kur’ân sayesinde onun götürülebildiği her yere yayılıp yerleşmiş ve bunu hâlâ sürdürmektedir. Öyleyse Kur’ân-ı Kerîm Arapçanın varlık sebebi ve kıyamete kadar sapasağlam bir şekilde hayatını sürdürmesini garanti edecek yegâne desteğidir.[13]Detaylı bilgi için bkz. Bilal Temiz, “İlk Filolojik Çalışmalar Döneminde Kur’ân-ı Kerîm’in Arapçaya Kazandırdıkları” Ç.Ü. İlahiyat Fak. Der. C.3, s.2, Adana 2003.
Bu çerçevede vahiy dilinin Arapça oluşuyla ilgili bir noktaya daha dikkat çekmekte fayda görüyoruz. İnen âyetleri taşıyan dil, artık ‘Kur’ân dili’ olmuştur. Bu dil, onu kullanan açısından erişilmez bir özellik kazanmıştır.[14]Sıradan birisinin Türk dilini kullanmasıyla, sözgelimi, Fuzulî veya Yahya Kemal gibi söz/dil ustalarından birinin kullanımı arasında büyük farklar vardır. Dil aynıdır, belki kelimeler … Okumaya devam et Çünkü bu dili bütün incelik ve sırlarıyla yerinde kullanan her şeyin yaratıcısı ve her şeyi yegâne bilen Allah’tır. Kur’ân’ın, i’caz ve belâğatı yönüyle, nazil olduğu günden bu yana, muarızlarını bir benzerini yapmaya çağırması (Bakara, 2/23.) ve arkasından bunu imkânsız olduğunu vurgulaması (İsrâ, 17/88.) hususunu bu çerçevede değerlendirmek gerekir.
İlâhî mesajın dili olması hasebiyledir ki Kur’ân, getirdiği esaslarla, sıradan herhangi bir bedevinin anlayışını gözetirken, edebiyat ve şiirde dahi sayılan ve ufku olabildiğince geniş bir edip, bir şairi de ihmal etmemiştir. Ve yine bu sebepledir ki, bir kelamcı, hukukçu, dilci veya bir idareci, müracaat ettiğinde, kendi sahasına ait incelikleri rahatlıkla onda bulabilmiştir. Oysaki bir kelâm, hukuk veya edebiyat dili birbirinden farklı şeylerdir. Kur’ân bunların tamamına aynı ânda, inceliklerine varıncaya kadar hem de kaide ve prensiplerine halel getirmeden dikkat göstermiştir. Gerek kelâm, hukuk, gerekse edebiyat ve tarih ekolleri ve bunların müdakkik temsilcileri Kur’ân’ı birer kaynak kabul edip pek çok eser meydana getirmişlerdir.[15]Kur’ân’dan İdrake Yansıyanlar, Nil yay. İstanbul 2011, s. 175.
Kur’ân Arapçasının (Kur’ân dilinin) fesehat ve belâğat açısından erişilmez özelliğine –Bediüzzaman Hazretleri’nin penceresinden- burada bir misâl vermek istiyoruz:
Meselâ, Elhamdulillah bir cümle-i Kur’âniyedir. Bunun en kısa mânâsı, ilm-i nahiv ve beyan kaidelerinin iktiza ettiği şudur: “Ne kadar hamd ve medih varsa, kimden gelse, kime karşı da olsa, ezelden ebede kadar hastır ve lâyıktır o Zât-ı Vâcibü’l-Vücuda ki Allah denilir.” İşte “Ne kadar hamd varsa” el-i istiğraktan çıkıyor. “Her kimden gelse” kaydı ise, hamd masdar olup fâili terk edildiğinden, böyle makamda umumiyeti ifade eder. Hem mef’ûlün terkinde, yine makam-ı hitâbîde külliyet ve umumiyeti ifade ettiği için, “her kime karşı olsa” kaydını ifade ediyor. “Ezelden ebede kadar” kaydı ise, fiil cümlesinden isim cümlesine intikal kaidesi sebat ve devama delâlet ettiği için, o mânâyı ifade ediyor. “Has ve müstehak” mânâsını, lillâh’taki lâm-ı cer ifade ediyor. Çünkü o lâm ihtisas ve istihkak içindir. “Zât-ı Vâcibü’l-Vücud” kaydı ise, vücûb-u vücud ulûhiyetin lâzım-ı zarurîsi ve Zât-ı Zülcelâle karşı bir ünvan-ı mülâhaza olduğundan, lâfzullah sair esmâ ve sıfâta câmiiyeti ve İsm-i Âzam olduğu itibarıyla, delâlet-i iltizamiye ile delâlet ettiği gibi, “Vâcibü’l-Vücud” ünvanına dahi o delâlet-i iltizamiye ile delâlet ediyor.
İşte, Elhamdü lillâh cümlesinin en kısa ve ulema-yı Arabiyece müttefekun aleyh bir mânâ-yı zâhirîsi şöyle olursa, başka bir lisana o i’câz ve kuvvetle nasıl tercüme edilebilir?.. Acaba o câmi ve i’câzdârâne olan lisan-ı nahvî ile mu’cizekârâne bir surette ve her ciheti birden bilir, irade eder bir ilm-i muhit içinde zuhur eden kelimât-ı Kur’âniye, sair elsine-i terkibiye ve tasrifiye vasıtasıyla, zihni cüz’î, şuuru kısa, fikri müşevveş, kalbi karanlıklı bazı insanların kelimât-ı tercümiyesi nasıl o mukaddes kelimat yerini tutabilir? Hattâ diyebilirim ve belki ispat edebilirim ki, her bir harf-i Kur’ân, bir hakaik hazinesi hükmüne geçer; bazan bir tek harf, bir sayfa kadar hakikatleri ders verir.[16]Said Nursi, Mektubât, (29. Mektup’tan) Şahdamar yay. İstanbul 2006, s.575.
Kur’ân ve Araplar
Kur’ân-ı Kerîm bu hususa bir âyetinde şöyle dikkat çekmektedir: “Andolsun ki size, nam ve şerefinizi yücelten, öğütler ihtiva eden bir kitap indirdik. (Siz şimdi bu gerçeği) hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?” (Enbiya 21/10).
Arap milletine mensup birisi olarak merhum S. Kutub Fî Zılâl adlı tefsir kitabında Arap’ın gerçek kıymet ve değerini Kur’ân sayesinde elde ettiğini kendisine has coşkun üslûbuyla şöyle seslendirir:
“Gerçek şu ki; Araplar bu Kitabın mesajını yeryüzünün şarkına ve garbına taşıdıklarında şerefli bir hatıra bırakmışlardır. Onlar bundan önce sözü edilen birileri değillerdi; insanlığa verebilecekleri ve bu sayede ün salacakları bir üstünlükleri yoktu. Onlar bu Kitaba sarılmalarıyla uzun müddet insanlığın efendisi olarak yaşamışlar ve yüzyıllar boyunca beşeriyete öncülük ederek hem kendileri mutluluğa ermiş, hem de o Kitap sayesinde insanları mutlu etmişlerdi. Bu Kitabı bıraktıklarında insanlık da onları bıraktı ve böylece hatırlanır olmaları düşüşe geçti. Sonunda kendilerini çekip sürüten bir kafilenin kuyruğu/uydusu olan bir millet oldular. Oysa daha önce kendileri insanlığı peşlerinde sevk ediyor, güven içinde yaşıyorlardı![17]S. Kutub, Fi Zılâli’l-Kur’ân, Daru’ş-Şurûk, Beyrut 1988, IV, 2370.
Kutub, Arap milletinin yeniden hayırla yâd edilmesinin bu kitaba göstereceği teveccüh ölçüsünde mümkün olacağı hususunu ise şöyle dile getirir: Bu hazineden başka Arapların insanlığa takdim edecekleri hangi hazineleri var? Bu düşünce kaynağından başka insanlığa sunabilecekleri hangi fikir sistemine malikler? Eğer onlar (geçmişte olduğu gibi yeniden) insanlığın önüne bu kitapla çıkarlarsa, beşer onları (bir kere daha) tanır; kendilerini yâd eder ve yüceltir. Ancak bunun yerine yalnızca bir Arap ırkı olarak insanlığın karşısına çıkacak olurlarsa, bu halleriyle ne ifade edecekler? Bu Kitap olmadan Arap milliyetine mensubiyetin ne gibi bir değeri olacak? Çünkü insanlık onları bu Kitap ve akideyle ve de bunlardan aldıkları güçle sergiledikleri örnek hayat tarzıyla tanıyor; onları sırf Arap oldukları için tanımıyor, yoksa insanlık tarihinde sırf Arap olmak değer olarak bir mânâ ifade etmiyor.”[18]S. Kutub, Fi Zılâli’l-Kur’ân, Daru’ş-Şurûk, Beyrut 1988, IV, 2370.
4) Sonuç
Denilebilir ki Arapça tarihî süreç içinde Allah’ın hususi lutfuna da mazhar olarak evrensel vahyin (Kur’ân’ın) dili olmaya layık bir kıvam elde etmiştir. “Melikin atiyyelerini ancak matiyyeleri taşır.” sözünün ifade ettiği gerçek bu dil için de düşünülebilir. Zîrâ nüzûl öncesi gelmiş olduğu seviye itibariyle Arapça, kelimelerinin, muhtelif mânâları ihtiva edecek kabiliyeti, az sözle çok mânâları ifade edebilecek şekilde veciz üslûbu, mecaz ve hakikati, delâlet ve mazmunu, sarih ve işarî mânâları yansıtabilecek şekilde incelikleri barındıran eşsiz yapısı gibi hususiyetleriyle İlâhî Mesajları taşımaya (matiyye olmaya) açık bir derinliğe ulaşmıştır.
Ancak unutulmamalıdır ki, Araplar gibi Arapça da gerçek değerini yüksekler yükseğinden insanlığın ufkuna inen yüce Kur’ân’la kazanmıştır.
Kaynak: Yeni Ümit, (Ekim-Kasım-Aralık 2015) yıl:26, sayı:110, Dr. Yener Öztürk,
Dipnotlar
⇡1 | Detaylı bilgi için bkz. Zeydan, Corcî, Tarîhu Lüğati’l-‘Arabiyye, Daru’l-Hilal, tsz. ysz.,I, 78. |
---|---|
⇡2 | Bkz. Yusuf, 12/2; Fussilet, 41/3; Tahâ, 20/113; Ahkâf, 46/12. |
⇡3 | İzzet Derveze, Kur’ân’a Göre Hz. Muhammed’in Hayatı, (Çev.: Mehmet Yolcu), Yöneliş yay., İstanbul 1989, I, 51. Derveze, bu bağlamda önemli bulduğumuz şu hususa da dikkat çekerek şöyle der: Kur’ân’da Arapça olmayan veya Kureyş lehçesi dışındaki bir kısım yabancı kökenli kelimelerin olduğunu reddetmiyoruz. Ancak gerçekliğinde şüphe etmediğimiz bir şey daha var ki o da, dışarıdan gelen bu Arapçalaşmış kelimeler/kavramlar, İslâm İslâm’dan önce Arap dilinin bir parçası durumuna gelecek ölçüde Arapçalaşmıştır. (Derveze, age., I, 50.). |
⇡4 | H. İbrahim Hasan, İslâm Tarihi, (çev. Heyet), Kayıhan yay. İst. 1987, I, 89-91. |
⇡5 | Bkz. Tirmizî, Kur’ân 9; İbn Hanbel, Müsned, V, 132. |
⇡6 | A. Cevdet, Kısâs-ı Enbiyâ, (Haz. Mahir İz), Kültür ve Turizm Bak. yay. Ankara 1985, I, 48. |
⇡7 | Muhammed b. İdris eş-Şafiî, er-Risale, el-Mektebetu’l-İlmiyye, Beyrut tsz., s.42. |
⇡8 | İbn Faris, es-Sahibîyyu fî Fıkhi’l-Luğati’l-Arabiyye, Daru’l-Mektebeti’l-Mearif, Beyrut 1993. s. 44. |
⇡9 | Said Nursî, Mektubât, Şahdamar yay., İstanbul 2006, s. 576. |
⇡10 | M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, (çev. Mehmet Yazgan) Beyan yay., İst tsz., s. 39. |
⇡11 | M. Hamidullah, age., s. 39. |
⇡12 | Philip K. Hitti, Siyasi ve Kültürel İslâm Tarihi, s. 137. |
⇡13 | Detaylı bilgi için bkz. Bilal Temiz, “İlk Filolojik Çalışmalar Döneminde Kur’ân-ı Kerîm’in Arapçaya Kazandırdıkları” Ç.Ü. İlahiyat Fak. Der. C.3, s.2, Adana 2003. |
⇡14 | Sıradan birisinin Türk dilini kullanmasıyla, sözgelimi, Fuzulî veya Yahya Kemal gibi söz/dil ustalarından birinin kullanımı arasında büyük farklar vardır. Dil aynıdır, belki kelimeler de aynıdır. Ama onu kullanan farklı olunca sözdeki derinlik ve etki de o nispette farklılaşmaktadır. Özetle diyeceğimiz şu ki, Kur’ân’ın dili Arapçadır, ancak onu kullanan Allah’tır. Bu itibarla Kur’ân’ın mislinin ortaya konması imkânsızdır. |
⇡15 | Kur’ân’dan İdrake Yansıyanlar, Nil yay. İstanbul 2011, s. 175. |
⇡16 | Said Nursi, Mektubât, (29. Mektup’tan) Şahdamar yay. İstanbul 2006, s.575. |
⇡17 | S. Kutub, Fi Zılâli’l-Kur’ân, Daru’ş-Şurûk, Beyrut 1988, IV, 2370. |
⇡18 | S. Kutub, Fi Zılâli’l-Kur’ân, Daru’ş-Şurûk, Beyrut 1988, IV, 2370. |