Cin, “cenne” kökünden gelen bir kelimedir. “Cennet” ve “Cinnet” de aynı kökten gelir. “Mecnun” kelimesi ise, ism-i mefuldür ve cinnet utulmuş gibi bir mânâya gelmektedir. Biz ona, delirmiş deriz. Cinnin lügat mânâsına gelince, “mestur” demektir. Cin demek; kapalı, görülmeyen demektir. Yani, zatında değil de, bizim için kapalı veya akla kapalı demektir. Ayrıca, birisine gönül vermiş, tutulmuş, tavır ve davranışlarını bizim ölçülerimiz içinde anlamaya imkân bulunamayan kimselere de “mecnun” diyoruz. “Cennet” de bir bakıma bizim için şu anda kapalı, mestur bulunduğundan, o da cin âleminde, o da gaybî bir şey… Cinnet kelimesi, deli olma hâli.. Cin de -Allahu â’lem- bütün bu işler için esbap planında zâhirî âmil, fâil ve faktör olan şeydir.
Cinlerin varlığı, öteden beri münâkaşası yapıla gelmiş bir husustur. Tabii, ruhla, melekle beraber. Aslında, Enbiya-ı izâm, onları görüp müşahede ettikten; Asfiya ile onların mülâkatları olduktan ve milyonlarca ehl-i keşif onların varlıklarını kabul ettikten sonra maddeden başka bir şey görmeyen üç-beş materyalistin münakaşasının ne ehemmiyeti olur ki… Bilhassa, görmediğimiz pek çok varlıkları kabul ettiğimiz bir dönemde, bunların varlığını inkâr etmek hem bir insâfsızlık, hem de lüzumsuz bir inattan başka bir şey olmasa gerek…
Hele cinin, dünyanın dört bir yanında, milyonların iştigal mevzuu haline geldiği, günümüzde… Ve hele hele, erbap-ı ilim ve irfanın onunla meşgul olduğu bir dönemde!…
Cine itiraz edenler, niye itiraz ederler pek akıl almaz. Acaba, insanlar mevcut olan her şeyi görüyorlar mı ki; cini görmedikleri için itiraz ediyorlar? Biz biliyoruz ki, görme âlemi olarak nazarımıza arz edilen şeylerin ancak milyonda 4-5’ini görebiliyoruz. Yani, milyon çeşit varlık, milyon çeşit mahluk varsa, biz sadece bunların, dördünü veya beşini görebiliyoruz, diğerlerini görmüyoruz. Sonra bir kısım göremediklerimizi aletlerle tespit etmeye çalışıyoruz. Meselâ; makro-âleme müteallik olanlar teleskopla, mikro-aleme ait olanları mikroskopla, diğer bir kısmını da x ve benzeri ışınlarla tespit ediyoruz. Belki ileride daha pek çok şeyi, yeni cihaz ve yeni vasıtalarla insanlığın nazarına arz etme imkânları da doğacaktır…
Bu arada bir ilim adamının dediği gibi, her keşfedilen şey, keşfedilmemiş koskoca bir âlemi karşımıza çıkaracaktır. Binaenaleyh, şu âlem-i şehadet, görünmeyen gâyb âlemi üzerinde tenteneli bir perdedir. Cinler, melekler, ruhâniler de o perdenin arkasındadır. Vasıtalı vasıtasız, oraya ıttılaımız ölçüsünde, perde arkası o varlıklarla tanışma imkânı olacaktır.
Meselenin diğer bir yönü de şudur: Cin, ruh nevindendir… Şuurlu bir kanundur. Kütleler, büyük küreler arasında cazibe kanunu gibi bir kanun… Bu kanunla Güne, Küre-i Arz’ı etrafında döndürüyor. Dünya da tacilli bir hareketle, elektronların dönüşü gibi dönüyor. Dünya-Güneş etrafında bu tacilli hareketiyle dönerken. Güneş tarafından çekiliyor. Bu ilelmerkeze (merkez çek) karşılık, bir de anilmerkez (merkez kaç) var. Bunlar birer kanundur; izâfî, itibari değerleri olan kanunlar…
Şimdi ortada hiç bir şey yok derseniz; o da kütle, bu da kütle, küçük olan büyüğün etrafında dönmekte… Evet, şayet ortada bir şey yoksa, bu durum nasıl izah edilecek? Bu ister Newton’a göre câzibe, ister Einstein’a göre hayyiz olsun, netice değişmez…
Hem meselâ, bir tohumu ele aldığımız zaman, onda bir ukde-i hayatiye var. Bakıyorsunuz hemen bir yerden rüşeym başını çıkarıyor, filiz oluyor, ot oluyor, ağaç oluyor; ama, mutlaka kendi cinsinden bir şey oluyor. Bunda bir nümuv (büyüme, gelişme) kanunu var. Bu itibârî, izâfî bir kanundur. Ama bu kanun olmadan neşvünema olamaz. Meselâ, taşı diktiğimiz zaman bu kanun olmadığı için, bir büyüme, bir gelişme müşâhede edemiyoruz…
İşte bunlar Allah’ın birer kanunudur, cin ve ruh dediğimiz şeyler bu kabil kanunlardandır. Aradaki fark şudur:
Çekim kanununun aklı, irâdesi, şuuru yoktur. Ama bu cin kanununun, ruh kanununun, melek kanununun aklı, şuuru idrâki olduğu gibi, ayrıca izafî itibârî ve nispî olmayıp hakiki birer varlığa sahiptirler. Onun için asrın dev mütefekkiri, şimdiye kadar görebildiğimiz tariflerin en câmii, en şümullüsünü, en veciz şekilde şöyle yapıyor: “Ruh zişuur bir kanun-u emridir.” De ki: “Ruh Rabbimin emrindendir“ (İsra/85) hakikatını, bu kadar veciz takdim etme adeta imkânsızdır.
“Ruh, ziyahat, zîşuur, nurânî, vücud-u harici giydirilmiş câmî, hakikatdar, külliyet kesb etmeye müstait bir kanun-u emrîdir. Eğer eşyadaki kanunlara Kudret-i Halık, vücud-u harici giydirse, her biri bir ruh olur. Eğer ruh, vücud libasını çıkarsa, başından da şuuru indirse, yine lâyemut bir kanun olur.”
Aslında bununla her şey anlatılmıştır. Ruh, sizin en küçük âlemden en büyük âleme kadar hepsinde kabul ettiğiniz kanunlar gibi birer kanundur, fakat şuuru vardır. Kaldı ki, bazı ilim adamlarının iddiasına göre, otlar büyürken onlarda da bir şuurluluk, meselâ; bir kısım mesajlara, tembihlere cevaplar; çevre ile tanışma, kaynaşma veya irdeme gibi şeyler sezilip müşahede edilmiştir. Ağaçlarda da öyle… Size, bir dergide, bu mevzuuyla alakalı, kaleme alınmış yazılardan birinin hülâsasını arz edeceğim. Yazar diyor ki:
“Benim kanaatım buğday ve arpa gibi şeylerin başaklarının şuurlu olduğu merkezindedir. Çünkü yapılan hareketler o kadar şuurludur ki, arpa, buğday vs. de bir şuur, bir akıl, bir idrâk düşünmeden, bu hareketleri izâh etmeye imkân yoktur.”
Meselâ, buğday henüz bir rüşeym ve filiz iken başını topraktan dışarıya çıkarır, etrafına bakar; şayet etrafı iki tane sap çıkarmaya müsait ve şartlar da elverişli ise, bu durumda iki tane sap çıkarır. Havalar iyi gidiyor, rutubet kâfî, güneş şuaları da besleyici mâhiyette ise, iki filize karar verir. Hatta şartlar müsâit olursa, üç tane bile çıkarabilir. Uç tane sap çıkarınca biliriz ki, şartlar onları beslemeye yeterlidir. Eğer şartlar müsâit görülmezse, bir tane çıkarır. Sanki “Ben ancak bir tane besleyebilirim” der gibidir… Bir ağaç hastalandığı zaman, kendini kurtarmak için, meyvelerini döküverir. Zirâatla uğraşan çiftçi, ne zannederse etsin, hastalanan meyve değil, hastalanan ağaçtır. Yâni, ağaç; “Ben meyvelere bakamayacağım, kusura bakmayın. Şu durumum itibâriyle kendime bakmak mecburiyetindeyim. Şimdi, ben, bana lâzımım“ demektedir. Biz bugün bunu tam mânâsıyla bilemiyoruz. İleride bütün bu işleri yapan bir mekanizmanın, nebâtların, içinde bunları dikte ettiğini öğreneceğiz. İşte bütün bunlar Allah’ın kanunlarıdır. Hem nasıl hücrenin içinde (DNA) molekülüne, aynı şeyler atfediliyor ve deniyor ki, (DNA) şifre gönderiyor, (RNA) da bir mühendis ve kimyager gibi aldığı şifrelere göre çalışıyor.
Bize göre şuurlu mahlûk sadece cin ve insandır. Hayvanat ise hisle, sevk-i ilâhi ile hareket eder. Fakat onların bu şuurlu hareketlerinin verasında da, yine, Allah (cc) vardır. Evet her şeyi belli bir noktaya sevk eden, her şeyi belli bir istikâmette geliştiren Allah’tır. Ama, ortada, inkâr edemeyeceğiniz, Allah’ın koymuş olduğu bir de kanunlar var. Bu kanunlar, o kadar müthiş ve hükümfermâdır ki, insan bunlara uzaktan baktığı zaman şuur diyesi gelir… Şimdi, bazı kimseler, etraflarında bunlar olup biterken, cinleri niye inkâr ederler, insan buna cevap bulamıyor ve cini inkâr edenlere “galiba cinnet getirmişler” diyesi geliyor. Çünkü bin tane kanun var, hepsi de aynen cin gibi cereyan ediyor. Demek ki, esasen meselenin imkânında şüphe yok. Mesela, onlar niye elektron akımı türünden bir şey olmasınlar. Dikkat buyurulsun; elektron akımı demiyoruz… Kur’ân-ı Kerim’de Allah, “Cinni mâric ve nârdan yarattık“ (Rahman/15) diyor… Fotonlarla ve Partiküllerle izah edilebilecek gibi bir şey… Amma, ne foton ne de partikül, maricu nardan yaratılmış, insan gibi mükellef, nimlâtif varlıklar… Bu türlü varlıkların olmaması için hiçbir sebep yok. Olmamasını iddiâ etmek, bir bakıma mûkâbere ve mantıksızca bir iddiâdır.
Esasen, bu mevzuda asıl söz Kur’ân’a aittir ve Kur’ân-ı Kerim’in dediklerinin bilinmesinde yarar var. Kur’ân-ı Kerim, insanı ele aldığı hemen her yerde, arkadan, bir ümmet, bir millet olarak cin taifesinin yaratılışını da anlatmaktadır.
Lâtif şeyler olan cinler, madde âlemine ait “nar ve maric” ten bir takım varlıklar olmakla beraber, tıpkı bizim gibi, maddeye kumanda eden bir ruha sâhiptirler ve zîşuurdurlar. Zîşuur olmaları yönüyle câmidler ve diğer canlılardan ayrılıp, tıpkı bizim gibi şuurlular, idrâklılar, mükellefler sırasına girerler. Onun için onlar da, bizim gibi, Allah’a inanmak, namaz kılmak, oruç tutmak; zekât vermekle mükelleftir: Yalnız, mâric ve nardan yaratılan cinler, bir çok hususlarda bizim gibi olmanın yanında, temessül de ederler. Yani cinler, rüyalarda bir kısım insanların mânâ âlemine girdikleri gibi, rüya dışında da temessül eder ve insanların yaşadığı alemi onlarla paylaşabilirler. Sen; babanı, amcanı, dedeni, nineni rüyanda gördüğün, onların temessülâtına şahit olduğun… kezâ, berzah aleminde bir kısım tabloları müşâhede ettiğin gibi, cin âlemi de, dâima temessül edip yeryüzünde insanlara görünebilirler. Fakat bu onların asıl hüviyetleri değildir. göründükleri insanların mir’at-ı ruhlarına aksediş şeklidir. Yani alıcının kabiliyet ve istidadına göre bir aksediştir. Onun için, cinleri, Hz. Ömer (ra) başka, Ebu Hureyre (ra) başka, Ebu Zerr’de (ra) başka şekilde müşâhede etmişlerdir. Meselâ, İbn-i Mes’ud, Resulullah’ın (sav) yanında bir gölge şeklinde müşâhede eder. Hz.Ömer, zaif nahif bir insan şeklinde, Ebu Zerr ise, daha başka surette… Bu müşâhedeler gösteriyor ki, cinlerin temessül keyfiyetleri başka başkadır.
Şimdi biraz da cinlerin çağrılmasına temas edelim. Bugün, hususiyle sosyete arasında, değişik cemiyetler, değişik ad ve ünvanlarla, bu işle iştigâl eden bir hayli insan var. Büyük ölçüde, bu metapisişik cemiyetler, daha ziyâde cin çağırma, ruh çağırma işleriyle meşgul oluyorlar. Evet, daha önceleri “Ruh ve madde” daha sonra “Ruh Dünyası” dergisini çıkaranlar, onların okuyucuları ve öyle düşünenler, daha çok bu meselelerle meşgul oluyorlar. Hatta meseleyi daha da ileriye götürerek, ruhların ve cinlerin fotoğraflarını çektiklerini iddiâ ediyorlar: ‘Cinler ve ruhlar bizim hakimiyetimiz altına girebilirler mi? Elimizdeki imkânlarla onları görebilmemiz mümkün mü, değil mi?” Bunların her zaman münâkaşası yapılabilir…
Cinleri çağırıp teşhir etme meselesine gelince, âhir zamanda cinlerin içine girme çok daha ileri seviyede olacak. Belki çok meselelerde, yâni, âlem-i şehâdete ait meselelerde -çünkü onlar da gaybı bilmezler- bunlar vasıtasıyla haberler elde etme; cinlerle alâkalı istihbârat teşkilâtları kurma, cinlerin ruhuna daha uygun işlerde onları kullanma meselesi, bugünkü araştırmalarla ilmî gelişmeler içinde mümkün görülmektedir.
Cin çağrıldığına dair o kadar çok şeyler duyuyor ve okuyoruz ki, artık bu mesele günümüzde herkesin kabullendiği bir mesele haline gelmiştir. Bu cümleden olarak kendimle âlâkalı bir hususu anlatacağım: Bir hastaya bir kitap götürüyorum. Ben henüz merdivenlerin dibindeyken hasta, çığlık çığlığa “O kitabı kabul etmememi istiyorlar” diye bağırıyor. Keza hasta kitabın içinde ne olduğunu bilmediği halde, kitabı koynuna koyarken: “Hz. Hamza geldi diye kaçıyorsunuz değil mi? diyerek bağırmaya başlıyor. Çünkü o kitabın içinde Hz. Hamza’nın ismi vardı. (Kitap, Bedir Ashabının isimlerini ihtivâ ediyordu…)
Kezâ; hayır müesseselerinden birinde hizmet veren bir arkadaşımızın, kaldığı binada, zaman zaman eşyânın hareketine, kapı kollarının zorlanmasına, sağda-solda gezenlerin olduğuna dair müşahedeler olmuştu ki, fakir de orada birkaç saat kalmış ve bu zaman zarfı içinde pek çok hadiseye şahit olmuştu…
Psikiyatri mütehassısı olan bir arkadaşımız burada yedek subaylık yaparken, bir zamanlar şâhit olduğu bir vak’a yı bana şöyle anlatmıştı: “Bir yerde, fincan kullanarak ruhları çağırıyorlardı. Fincan belli harflere uğrayarak sorularımıza cevap veriyordu. Ben elimi fincanın üzerine koydum, fincanın hareket ettiğini gördüm. Fincanın, masa üzerindeki harflerin, rakamların karşısına gittiğini dikkatle takip ettim. Derken, bir aralık ruhları çağırırken şeytan geldi. “-Kimsin?” dedik. “Şeytan!” diye yazdı ve ürperdik. Hazret-i Adem’den beri, insanlığın ezelî hasmı, hem de davet edilmeden gelmişti. Aklıma geldi; dedim: Sana Meyvenin altıncı meselesini okusam dinler misin?
– Dinlerim, dedi ve okumaya başladım.
– “Hem nasıl ki: Bir hârika şehirde milyonlar elektrik lâmbaları hareket ederek her yeri gezerler, yanmak maddeleri tükenmiyor bir tarzdaki elektrik lâmbaları ve fabrikası sekiz bedahetle elektriği idâre eden ve lambaları yapan ve fabrikayı kuran ve iştiâl maddelerini getiren bir mucizekâr ustayı ve fevkalâde kudretli bir elektrikçiyi hayretler ve tebriklerle tanıttırır. Yaşasınlar ile sevdirir.”Nasıl buldun?
– Evet, güzel. Ben okumaya devam ettim.
– “Aynen öyle de, bu âlem şehrinde dünya sarayının damındaki yıldız lâmbaları, bir kısmı -kozmoğrafyanın dediğine bakılsa- küre-i arzdan bin defadan daha büyük ve top güllesinden yetmiş defa daha süratli hareket ettikleri halde, intizamını bozmuyor, birbirine çarpmıyor, sönmüyor; yanma maddeleri tükenmiyor. Okuduğunuz kozmoğrafyanın dediğine göre, küre-i arzdan bir milyon defadan ziyâde büyük ve bir milyon seneden ziyâde yaşıyan ve bu misâfirhane-i Rahmâniyye’de bir lâmba ve soba olan güneşimizin yanmasının devamı için, her gün küre-i arzın denizleri kadar gazyağı ve dağları kadar odun yığınları lâzımdır ki sönmesin ve onu ve onun gibi ulvî yıldızları gazyağsız, odunsuz, kömürsüz yandıran ve söndürmeyen ve beraber çabuk gezdiren ve birbirine çarptırmâyan bir nihayetsiz kudreti ve saltanatı, ışık parmaklarıyla gösteren bu kâinat şehr-i muhteşemindeki dünya sarayının elektrik lâmbaları ve idareleri ne derece o misalden daha büyük, daha mükemmeldir… O derecede sizin okuduğunuz veya okuyacağınız fenn-i elektrik mikyasıyla bu meşher-i a’zam-ı Kâinâtın Sultânı’nı Münevveri’ni, Müdebbirini, Sânii’ni, o nurâni yıldızları şahit göstererek tanıttırır. Tesbihatla, takdisatla sevdirir. Perestiş ettirir. “Buna karşı çok şiddetli şekilde” – Hayır hayır” yazdı.
– Şimdi iyi dinle: “Nasıl ki mükemmel bir eczahane ki, her kavanozunda hârika ve hassas nizamlarla alınmış hayattar macunlar ve tiryâklar var. Şüphesiz gayet maharetli ve kimyager ve hakîm bir eczacıyı gösterir.” Tamam mı?
– Tamam.
– “Öyle de, küre-i arz eczahanesinde bulunan dört yüz bin çeşit nebatat, ve hayvanat kavanozlarındaki zîhayat macunlar ve tiryâklar cihetiyle, bu çarşıdaki eczahaneden ne derece ziyâde mükemmel ve büyük olması nispetinde, okuduğunuz fenn-i tıp mikyasıyla küre-i arz eczahane-i kübrâsının eczası olan Hakim-i Zülcelâl’i hatta kör gözlere de gösterir, tanıttırır.” Bir şey sormama lüzum kalmadan itirâzı bastı:
– Hayır, hayır…
Ben okurken, misâllere “Evet” misallerin gösterdikleri hakikatlara “Hayır” çekip durdu. Ve sonra, kendisine ‘Cevşeni okuyayım mı?’ diye teklif ettim. “Oku” dedi. Ben Cevşen’ül-Kebir’i okurken, fincanın üzerine elimi koydum, o kadar süratli hareket ediyordu ki, parmağımla zabt edemiyordum. Bir aralık düştü. Bir ara da “Bırak şıı gırgırı” diye yazıverdi..
Bu hususta büyük bir zât diyor ki: “Şu asırdâ bir kısım kimseler maddî vücutlarını atıverseler, şeytan olurlar. Şeytanlar da maddî vücut giyiverseler bu devirdeki bir kısım insanlar gibi olurlar. “İnsan ve cin şeytanlarının dikkat edildiği zaman tabirleri, ifâdeleri, idiyomları hep aynıdır. “Bırak şu gırgırı”… Ne kadar da insan suretinde olanlarınkine benziyor!.
Bazıları “Ruh çağırıyoruz” diyorlar ama, aslında, gelenlerin cinler olması daha kuvvetlidir. Böylece onlar cinne, şeytana maskara oluyorlar. Bu iş daha ciddi, daha derin ele alındığı zaman, belki faydalı şeylere medar olabilir zannediyorum. Şimdikilerin yaptıkları maskaralıktan başka bir şey değil…
Kaynak: Asrın Getirdiği Tereddütler, ‘Cinlerle İlgili Meseleler‘