Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) ismi zikredildiğinde salât u selâm getirmek vâciptir. Ancak, Cenâb-ı Hakk’ın ismi zikredildiğinde “celle celâlühü” demek vâcip değildir. Zira onu hakkıyla zikretmek mümkün değildir. Onu hakkıyla zikretmek bizi aşkın olduğundan, bu vâcip görülmemiş. “Mâ zekernâke hakka zikrike ya Mezkûr!” (Seni hakkıyla zikremedik ey Mezkûr!) nebevî beyanı buna işaret eder.
Efendimiz’e –o her ne kadar gaye ölçüsünde bir vesile olsa da– salât u selâm eda edilebilir, buna gücümüz yeter. Diğer yandan Allah Teâlâ’nın nimetlerinin altından kalkılamaz. Onun her an üzerimize yağdırdığı nimetlerine, o nimetler enginliğinde şükürle mukabele edilemez. Mesela, bir düşünce silsilesi farz edelim, altmış dakikalık bir saati düşünelim. Bunu evvela dakikalara ayıralım. Sonra saniyelere, sonra saliselere… Sonra da âşirelere ayıralım. Âşirelerin içinde de Cenâb-ı Hakk’ın lütuflarına ve nimetlerine mazharız. Eğer hiç durmadan onun üzerimizdeki varlık, hayat, lâtîfe-i Rabbâniye, his, şuur, irade gibi nimetlerini düşünsek ve bunların hepsine mukabelede bulunmak istesek; hiç durmadan, “Elhamdulillah, elhamdulillah, elhamdulillah” desek yine de yetiştiremeyiz. Çünkü bu “Elhamdulillah”ı biz âşirenin içine sokamayız. Oysaki biz o âşire içinde de varız. Ne ile varız? Allah’ın bizi perverde ettiği nimetleriyle; onun bizi insanca donatması ve imana hazırlamasıyla, şuurumuzu açmasıyla varız.
Ama Efendimize (sallallahu aleyhi ve sellem) o her ne kadar gaye ölçüsünde bir vesile olsa da salât u selâm edâ edilebilir, buna gücümüz yeter.
Kaynak: Kırık Testi I, “Salât u Selam’a Dair“