İçindekiler
Charles Darwin’in evrim teorisini ispatlama adına en fazla üzerinde durduğu delil, canlılar arasındaki benzerliklerdir. O gün için henüz DNA yapısı bilinmediği ve genetik bilimi ortaya çıkmadığı için, Darwin daha ziyade anatomik ve morfolojik benzerlikler üzerinde durmuştur. Ona göre çeşitli türler arasında görülen sayısız benzerlikler ayrı ayrı kazanılmış olamayacağına göre, bunların varlığı ortak atanın birliğine delalet eder.[1] Darwin, İnsanın Türeyişi, s. 255 Genetik bilimindeki ilerlemelerden sonra ise evrim teorisinin delili olarak canlılar arasındaki genetik yakınlıklar da kullanılmaya başlanmıştır.
Evrim teorisini ispatladığı iddia edilen diğer bir delil ise fosillerdir. Aslında fosillerin delil olarak kullanılmasının sebebi de onların yaşayan canlılarla olan benzerlikleridir. Yani fosillerdeki homolojiden yola çıkılarak bir kısım tahminler yapabilmektir. Darwin döneminden itibaren fosillerin varlığı bilinse de o gün için günümüzde elde edilen fosillerin henüz çok az bir kısmı sınıflandırılmıştı. Bu sebeple Darwin, fosiller üzerinde çok fazla durmamıştır. Fakat sonraki dönemlerde yeni bulunan fosiller sürekli evrimin ispatı adına öne sürülmüş ve canlılar arasındaki ara formların bulunduğu iddia edilmiştir.
Bunların dışında varlıktaki eksik ve kusurlar, insan ve hayvanlarda bulunduğu iddia edilen körelmiş organlar, embriyolardaki benzerlikler, DNA’nın içinde bulunduğu öne sürülen “hurda genler” de Darwinistlere göre evrimin varlığının kanıtları arasındadır. Sırayla bunları ele alarak evrime delil olup olamayacaklarını değerlendireceğiz.
1: CANLILAR ARASI BENZERLİKLER (HOMOLOJİ)
Darwin’in ilk dikkatini çeken şey, canlılar dünyasındaki baş döndürücü çeşitlilik ile farklı canlı formları arasındaki benzerliklerdir. Daha sonraki evrimciler de teorilerini ispatlama ve kanıtların sayısını artırma adına sürekli canlılar arasında daha çok benzerlik bulmaya çalışmışlardır. Çünkü onların anlayışına göre, yeryüzündeki canlılar arasındaki benzerliklerin tek mantıklı açıklaması, bunların aynı kökten gelmeleri ve birbirinden türemiş akrabalar olmalarıdır. İki tür arasındaki benzerlik derecesi ne kadar artarsa, bunların ortak ataya yakınlıkları da o kadar fazla olur. Çünkü bu benzerliklerin kaynağı, ortak atadan veraset yoluyla kendilerine aktarılan benzer genlerdir.
Mesela Rechard Dawkins şu ifadeleriyle insan ve yarasa iskeleti arasındaki benzerliği evrime bağlar: “Yarasa iskeletine bir bakın. Sizce de buradaki her kemiğin, insan iskeletinde tanımlanabilir bir karşılığının olması çok etkileyici değil mi? Tanımlanabilirdir, çünkü kemiklerin birbirine bağlanışları belli bir sıradadır. Sadece oranları farklıdır. Yarasanın elleri oldukça büyüktür ama kimse bizim parmaklarımızla, kanatlardaki o uzun kemiklerin arasındaki benzerliği fark etmekte sorun yaşamayacaktır.
İnsan eli ve yarasa kanadı açıkça aynı şeyin iki farklı versiyonudur. Bu tip bir benzerlik için kullanılan teknik terim ‘kökendeşlik (homoloji)’ dir. Paylaşılan ortak atanın elleri (ve iskeletin geri kalanı) alınmış, farklı nesiller boyunca, kısım kısım, farklı yönlerde ve miktarlarda çekilerek ya da sıkıştırılarak aktarılmıştır.”[2] Dawkins, Yeryüzünün En Büyük Gösterisi, s. 263
İnsanla maymunun aynı ortak atadan geldikleri yönündeki iddianın kaynağı da bu iki tür arasındaki benzerliklerdir. Maymunların diğer canlılara nazaran daha akıllı olmaları, dış görünüşlerinin ve kemik yapılarının insana yakın olması, insan DNA’sı ile benzerliklerinin çok yüksek olması (yüzde 96 ile yüzde 98 arası), birbirine yakın kromozomlara sahip olmaları, benzer protein ve hemoglobin yapılarının bulunması, her iki türün de bünyelerinde C vitamini üretemiyor olmaları, bu iki türün birbirine en yakın kuzenler olduğu noktasında evrimcilere teorilerini ispat için yeterli gelmektedir.
Bununla birlikte, benzerlikten yola çıkılarak yapılan bu izahlar basit bir mantıkla dahi ele alınsa, bunların, zan ve tahminden öteye geçemeyeceği ve bir ispat vasıtası olarak kullanılamayacağı anlaşılacaktır. Bunu şöyle bir misalle açıklayabiliriz: Bakıldığında bütün binaların çimento, kum, demir, tuğla gibi neredeyse aynı maddelerden yapıldığı ve kapısı, penceresi, duvarları ve çatısıyla aralarında büyük benzerliklerin bulunduğu görülür.
Buradan yola çıkarak bunların birbirinden geldiği söylenebilir mi? Veya otomobilleri düşünelim. Neredeyse bütün otomobillerin yapımında benzer malzemeler kullanılır ve onlarda benzer yapı ve sistemler bulunur. Hatta görünüşleri de birbirine oldukça benzerdir. Fakat buradan yola çıkarak aklı başında hiç kimse otomobillerin birbirinden türediği şeklinde bir netice çıkarmaz. Bilakis binaların da evlerin de birbirine benzemesini, onları tasarlayan kimselerle açıklarız.
Evet, canlılar arasındaki benzerlikler gün gibi ortadadır. Kimsenin bunu inkâr etmesi mümkün değildir. Bütün canlılar neredeyse aynı atom ve moleküllerden, benzer protein ve hücrelerden, et ve kemikten oluşur. Aralarında önemli farklar olsa da canlıların çoğunda göz, kulak, burun gibi uzuvlar, solunum, dolaşım ve sindirim gibi sistemler mevcuttur.
Pek çok hayvanın iskelet ve kas yapıları, gebelik ve emzirme süreleri, doku ve organ şekilleri arasında da önemli benzerlikler vardır. Canlılar âleminden yavaş yavaş filumlara, sınıflara, takımlara, familyalara, cins ve türlere indiğimizde aradaki benzerlikler önemli oranda artmaya başlar. Zaten canlıların bu tür sınıflara ayrılmasının sebebi de yapı benzerlikleridir.
Peki, benzer yapılara sahip olan türlerin aynı ortak atadan geldiklerini nasıl biliyoruz? Tek başına benzerliklerin kendisi evrimin kesin kanıtı olabilir mi? Ya da şöyle soralım: Biz benzerliklerden yola çıkarak mı evrimi ispatlıyoruz; yoksa evrimi kabul ettiğimiz için mi kendimizce bir kısım homolojiler belirliyoruz? Burada da hem gizli bir totoloji göze çarpıyor, hem de iki bilinmeyeni birbiriyle açıklamaya çalışma şeklinde bir kısır döngü meydana geliyor.
Bu durum birçok felsefecinin ve biyoloğun dikkatinden kaçmamış ve eleştiriye yol açmıştır. Mesela filozof Ronald Brady evrimle ilgili şöyle der:
“Açıklamamızı, açıklanması gerekli durumun tanımına dönüştürdüğümüzde, bilimsel bir hipotezden ziyade bir inancı ifade etmiş oluruz. Açıklamamızın doğruluğuna o kadar kanaat getirmişizdir ki, tanımımızı, açıklanması gerekli durumdan ayırmaya gerek bile görmeyiz. Bu tarzdaki dogmatik yaklaşımlar bilim alanından uzaklaştırılmalıdır.”[3] Taslaman, Evrim Teorisi, Felsefe ve Tanrı, s. 174
Canlılar arasındaki yapı benzerliklerini izah etmenin gerçekten evrimden başka yolu yok mudur? Gerçekten bütün yollar evrime mi çıkar? Elbette böyle değildir. Canlılar arasındaki yapı benzerliklerini her şeyi bilen ve her şeye kadir olan bir yüce Kudret’in yaratmasıyla izah etmenin ne mahzuru var? Nitekim Allah’a inanan çok sayıda bilim adamı, bu benzerliklerin sebebini Yaratıcı birliğiyle açıklar. Yüce Yaratıcı bütün canlıları aynı hammaddeden, aynı kanunlarla, aynı ilâhî plâna göre yaratmıştır.[4] Mustafa Mahmud, Hıvârun mea sadîki’l-mülhid, s. 124
Buna, bütün canlıların aynı yeryüzünde yaşamasını, aynı besin kaynaklarını kullanmasını, aynı havayı teneffüs etmesini de ekleyebiliriz. Hatta canlıların, hayatta kalmak, çoğalmak, enerji kullanmak ve hareket etmek gibi ortak vasıfları da vardır.
Biyolog Tim M. Berra, şu ifadeleriyle benzerlikten yola çıkarak evrimi savunmanın mantıksızlığına dikkat çeker: “Eğer 1953 model ve 54 model iki Corvette’i yan yana koyarsanız, sonra 54 ve 55 model ikisini yan yana koyarsanız ve bu şekilde devam ederseniz göreceksiniz ki ortada tartışılmaz bir değişerek türeme mevcuttur.”
Phillip Johnson, onun bu yaklaşımını şöyle değerlendirir: “Gelmek istediğim nokta şu; Berra aslında farkında olmadan bir şeyi anlatıyordu, benzer formların birbirini takip etmesinin izahı, onların kendisinde aranmaz. Bir mekanizmaya ihtiyaç vardır. Sözgelimi Corvettelerde bu mekanizma insanın üretimidir.”[5] Lee Strobel, Hani Tanrı Ölmüştü, s. 73-74
Peki, o hâlde canlılardaki benzerliğin mekanizması nedir? Genler mi? Benzer süreçlerden geçerek dünyaya gelmeleri mi? Kök birlikteliği mi? Asıl açıklanması gereken sorun budur. Çünkü benzerliğin bizatihi kendisi bizi kesin bir neticeye götürmez. Evrimcilerin de henüz bu mekanizma sorununu çözdükleri söylenemez. Fakat inançlı bir insan açısından sorunun çözümü bellidir:
Varlıklardaki belli noktalardaki benzerliğin yanında her birinin kendine özel özelliklere sahip olması, bütün bunları bilen ve yaratan bir Yaratıcı’yı gösterir. Bütün türleri var eden Yüce Yaratıcı hepsinin üzerine Kendi mührünü vurmuştur. Tek bir Yaratıcıya vermeden canlılar arasındaki benzerlikleri de, benzerlik içindeki farklılıkları da izah etmek mümkün değildir.
Elbette Allah, her canlı türüne, hatta bir türdeki bütün üyelere ayrı ayrı şekiller, muhtelif yapılar verebilirdi. Fakat bu takdirde ne besin zinciri, ne canlılar arasında yardımlaşma ve dayanışma, ne de yakınlaşma ve kaynaşma meydana gelmezdi. Böyle bir dünyada yaşamak hiç de kolay olmazdı. Yüce Allah, bunun gibi pek çok hikmete binaen canlılar arasında önemli benzerlikler var etmiştir.
Diğer taraftan, evrim teorisi ele alınırken sadece benzerliklerden hareket edilip farklılıkların yeterince ele alınmadığını da belirtmek gerekir. Oysaki değil bütünüyle ayrı yapı ve organların, zahiren birbirine benzediği düşünülenler dahi detaylı bir incelemeye tâbi tutulduğunda, aralarında nasıl önemli farklar olduğu ortaya çıkmaktadır.
En basitinden, dünya üzerinde yaşayan milyarlarca insanın hiç birinin yüzü ve parmak izi diğeriyle aynı değildir. Ayrıca şekil benzerlikleri bulunan çoğu organın da, tamamıyla birbirinden farklı vazife ve fonksiyonlar gördüğü unutulmamalıdır.
Sözün özü, peşinen evrim teorisinin doğruluğu kabul edilmediği sürece, biyolojik varlıklar arasındaki benzerliklerden yola çıkarak onların birbirinden evrimleştikleri şeklinde bir neticeye ulaşmak, ilmî ve mantıkî bir temele dayandırılamaz.
2: GENETİK YAKINLIK (MOLEKÜLER BENZERLİKLER)
Evrimcilerin iddiasına göre moleküler biyolojideki gelişmelerle birlikte canlıların ortak özelliklere sahip olduğu daha net görülmüş; daha doğrusu anatomik ve fizyolojik benzerliklerin genetik ve moleküler düzeyde de söz konusu olduğu saptanmıştır. Evrimci biyologlara göre, protein yapılarındaki, DNA’daki nükleotid bazların diziliminden oluşan genetik koddaki veya kromozom sayılarındaki benzerlikler ancak ortak atadan gelen genlerle açıklanabilir.
Mesela Amerikan Ulusal Bilimler Akademisinin yaptığı çalışmada şu bilgilere yer verilir: “Ortak atadan türeyiş temel ilkesi, çağdaş biyokimyada ve moleküler biyolojide yaşanan buluşlarla daha da sağlamlaşmaktadır. Nükleotid dizilerini aminoasit dizilerine çeviren şifre tüm canlılarda temelde aynıdır. Dahası, tüm canlıların proteinleri değişmeksizin aynı aminoasitten oluşurlar. Bu kompozisyon ve işlev birliği en farklı organizmaların bile aynı tek atadan türediğine güçlü bir kanıt oluşturur.”[6] Bilim ve Yaratışçılık, s. 17
Richard Dawkins de kendinden gayet emin bir şekilde şöyle der: “Bugün biz bu gezegendeki tüm canlıların tek bir atadan türediklerinden oldukça eminiz. Bunun kanıtı, genetik kodun hayvan, bitki, mantar, bakteri, arke ve virüsler için ortak ve özdeş olmasıdır… Sanırım genetik kodları incelenmiş tüm canlıların tek bir ortak atadan türemiş oldukları kesindir. Çeşitli yaşam biçimlerinin altında yatan üst seviye programlar ne kadar ayrıntılı ve farklı olurlarsa olsunlar özünde hepsi aynı makine diliyle yazılmıştır.”[7] Dawkins, Yeryüzündeki En Büyük Gösteri, s. 369
Ne var ki genetikçi Steve Jones, The Language of the Genes isimli eserinde insan ve maymun genlerindeki büyük benzerliğe rağmen, bu iki türün birbiri arasındaki muazzam farklara dikkat çeker. Maymun genlerinin %98,4 insanla benzer olmasının, ne onu yüzde 98,4 oranında insan yaptığı ne de insanı bu oranda maymun yaptığı üzerinde durur. Beyinleri, davranışları, konuşma becerisi sayesinde insanların diğer hayvanlardan ayrıldığını, insan beyninin tipik bir maymuna oranla beş kat daha büyük olduğunu ifade eder.
Demek ki yüzdelik üzerinden ifade edildiğinde gen sayılarında küçük gibi görünen fark, fenotipte (gözlemlenebilen özelliklerde) büyük farklara yol açabiliyor. Çünkü insan vücudundaki gen sayılarını düşündüğümüzde, yüzde ikilik fark bile milyonlarca genetik bilginin farklı olması anlamına geliyor.
Sıradan bir insan dahi maymun ve insan genleri arasındaki büyük benzerliğe rağmen bu iki tür arasındaki muazzam farkları görebilir. Demek ki canlı organizmaların biyolojik yapıları sadece genlerle açıklanamaz. Biyologlar da, organizmada gerçekleşen bütün faaliyetleri genlerle izah etmenin sağlıklı bir yöntem olmadığı üzerinde dururlar.
Nitekim City University of New York’ta görev yapan Barry Commoner “Unravelling the DNA Myth” isimli makalesinde detaylı bir şekilde hayat için DNA’dan daha fazla şeyler gerektiğine ve insan olmak için genlerin sağladığı cevaptan daha fazlasına ihtiyaç duyulduğuna, vücutta gerçekleşen biyolojik faaliyetlerde proteinlerin önemli rol aldığına dikkat çekmiştir.[8] https://www.ratical.org/co-globalize/UnrvlDNAmyth.pdf
Bir önceki başlıkta da izah edildiği üzere bütün canlılarda DNA sarmalının dört çeşit nükleotid bazdan oluşması veya bütün proteinlerin 22 adet aminoasitin farklı kombinasyonlar kurmasıyla meydana gelmesi, evrensel ortak ataya delalet etmek zorunda değildir. Genetik bilgideki veya kromozom sayılarındaki yakınlıktan yola çıkarak ortak atalar bulma çabası da şartlanmışlığın evrimcileri mecbur bıraktığı bir neticedir.
Bir kütüphaneye giren kimse, binlerce, belki milyonlarca kitapla karşılaşır. Bunların her birinin konusu, manası ve mahiyeti farklı olsa da nihayetinde hepsi 29 harfle yazılmıştır; yani aynı malzemeden üretilmiştir. Hatta harflerin de ötesinde bu kitaplarda binlerce ortak kelime vardır. Kelimelerin de ötesinde benzer ifade kalıplarına veya cümlelere rastlamak da mümkündür. Bütün bunları görmemize ve bilmemize rağmen kalkıp da bu kitapların kendi kendine tek bir kaynaktan türediğini iddia etmeyiz.
Bilakis her bir kitabın akıl ve şuur sahibi bir müellif tarafından yazıldığını düşünürüz. Morfolojik ve anatomik benzerliklerde olduğu gibi moleküler seviyedeki benzerlikler de bize ilim, irade ve kudret sahibi bir Yaratıcının birliğini gösterir. Zira O, aynı harfleri kullanarak birbirinden farklı milyonlarca farklı tür, milyarlarca farklı canlı organizma yaratmıştır.
3: FOSİLLER
Evrim düşüncesinin insanlık tarihinde belli ölçüde kendine yer bulmasının ve çokları tarafından benimsenmesinin başlıca sebebi fosillerdir. Onlar, diğer kanıtlara nazaran daha ikna edici gözükürler. Çünkü insanlar, duyduğuna değil, gördüğüne daha çok inanırlar. Evrimciler de fosillerin bu gücünün farkında olduğu için, evrimi ispatlama adına her kitaba çarşaf çarşaf onların resimlerini koyar, belgesellerde, programlarda sürekli onları gösterirler.
Gerçekten günümüzde bulunmuş milyonlarca fosil evrimin gerçekliğini ispat edebilir mi? Ara türlerin mevcut olmaması, fosillerin tamamıyla sübjektif yorumlarla evrim ağacına yerleştirilmesi, peşin hükümle hazırlanmış kurgusal bir senaryoya göre dizilmesi, hile ve sahtekârlıklara konu olması, evrimden ziyade biyolojik formların kararlılığını göstermesi gibi olgulara bakılırsa bunun hiç de kolay olmadığı rahatlıkla söylenebilir.
Fosillerle ilgili evrimciler açısından en büyük açmaz, ara geçiş türlerinin bulunamamasıdır. Şayet yeryüzündeki bütün canlı varlıklar tek bir ortak atadan türemiş olsaydı, milyonlarca yıl içerisinde şu anki yapılarını kazanıncaya kadar her iki türe ait özelliklere de sahip olan sayısız ara formların bulunması gerekirdi.
Günümüzde varlığı tahmin edilen canlı türlerinin on milyonun üzerinde olduğu ve daha önce yaşamış türlerin %90’ından fazlasının da nesli tükendiği göz önünde bulundurulursa, yerküremizin nasıl muazzam bir canlı çeşitliliğine misafirlik ettiği daha iyi anlaşılır. Şayet türler uzun zaman içerisinde yavaş yavaş bir başka türün evrimleşmesiyle meydana gelmiş olsaydı, tek bir türün bile şu anki yapısını elde edinceye kadar binlerce ara form geçirmiş olması gerekirdi.
Darwin’in şu sözlerine bakılacak olursa onun da bu durumun kendi teorisi açısından ciddi problem teşkil ettiğinin farkında olduğu görülür: “Eskiden var olmuş ara çeşitlerin sayısı gerçekten muazzam olmalı. Öyleyse bütün yer bilimsel oluşumlar ve bütün tabakalar geçişsel biçimlerle neden tıka basa dolu değildir? Yer bilim, organik yaratıkların böylesine kopuksuz bir zincirini asla gün ışığına çıkarmamıştır ve bu, belki de doğal seçme teorisine karşı çıkarılabilecek en açık ve en zorlu aykırılıktır.”[9] Darwin, Türlerin Kökeni, s. 374
Böyle bir problemle karşı karşıya gelen bazı evrimciler, fosilleşmenin çok zor şartlarda gerçekleştiği, bu yüzden de çoğu canlı türünün arkasında herhangi bir iz bırakmadan yok olup gittiği şeklinde cevap verir. Darwin de ara türlerin olmamasını yer bilimsel belgelerin aşırı eksikliğine bağlar.[10] Darwin, Türlerin Kökeni, s. 374
Ne var ki bugüne kadar bulunan fosillerin sayısı yüz milyonlarla ifade edilmektedir. Şayet mevcut türler evrimleşerek şu anki yapılarını kazanmış olsaydı, bu fosillerin önemli bir kısmının geçiş formu olması gerekirdi. Hâlbuki yapılan kazılarda, yaşayan veya nesli tükenen hayvanların fosilleri bulunmakta, bu durum da her geçen gün evrimcileri yeni arayışlara sevk etmektedir. Daha önce ifade ettiğimiz gibi bazı Darwincileri, evrimleşmenin büyük sıçramalar şeklinde gerçekleştiği görüşüne sevk eden en önemli faktör, fosil kayıtlarından ümitlerini kesmeleridir.
Fosillerin, tam ve kusursuz olmaması da onlar üzerinde ideal çalışmalar yapılmasını zorlaştırmıştır. Birçok paleontologun da belirtiği üzere özellikle omurgalı büyük canlılara ait fosiller etrafa dağılmış küçük parçalar hâlinde bulunduğu, bunlar uzun yıllarca yapılan çalışmalarla bir araya getirildiği ve bir kısım parçalar eksik kalabildiği için, bu iskelet yapılarından yola çıkarak ara tür iddiasında bulunmak hiç de kolay değildir.
Mesela İngiliz fosil bilimci Henry Gee, bir taraftan fosil olarak korunan canlı kayıtlarının evrimin gerçekleşmiş olduğuna delil olduğunu söylerken, diğer yandan eldeki fosillerden hareketle bir türün diğerinden evrimleştiğinin izlenebilmesinin nadiren mümkün olduğunu belirtir. Dolayısıyla onlar tek başlarına evrim tarihi ve evrimsel gelişme hakkında hiçbir tutarlı bilgi veremezler.[11] Gee, The Accidental Species, s. 15
Pek çok parçasının eksik ve yıpranmış olmasının yanı sıra, fosiller yumuşak dokularını kaybettikleri için onlardan hareketle gerçek resimlerin çizilmesi de kolay değildir. Nitekim National Geographic Dergisi, aynı kafatasını dört sanatçıya vererek onun nasıl bir canlıya ait olabileceğini çizmelerini istemiş fakat birbirinden alakasız dört farklı çizim ortaya çıkmıştır. Bu da fosiller üzerine yapılacak yorumların ne kadar sübjektif olduğunu gösterir.
Fosillerin tam olarak hangi canlıya benzediğini dahi tahmin etmek bu kadar güç iken, onlardan hareketle hangi türün hangi türden geldiğini çıkarmaya çalışmak ancak evrim teorisinin kesinliğine “iman” eden bir bilim adamının işi olabilir.[12] Taslaman, Evrim Teorisi, Felsefe ve Tanrı, s. 202
Dünyadaki en büyük fosil müzelerinden biri olan Chicago’daki Field Museum’un müdürlüğünü yapmış olan paleontolog David M. Raup, şu sözleriyle eldeki fosil kayıtlarının, canlıların adım adım evrimleştiği şeklindeki Darwin’in iddiasını hiçbir şekilde desteklemediğini ifade etmiştir:
“Çoğu kişi fosillerin Darwinci yorumları desteklediğini zanneder. Darwin’den bu yana 120 yıl geçti ve fosillerle ilgili bilgilerimiz fevkalade genişledi. Ama gariptir ki bugün evrimle ilgili bir değişimi destekleyen örnekler Darwin’in zamanından daha azdır.”[13] Arif Sarsılmaz, Evrim Tartışması, s. 138-139
Günümüzde geçiş formu olduğu iddia edilen fosil sayısının oldukça sınırlı olduğunu ifade etmek gerekir. Ara form olduğu iddiasıyla sürekli gündemde tutulan az sayıdaki fosil de son derece tartışmalıdır. Birincisi, bunların bir kısmı üzerinde oynamalar yapılmıştır. Mesela bir zamanlar evrimin en büyük kanıtları olarak gösterilen Java Adamı, Pekin Adamı, Nebraska Adamı, Neanderthal Adamı ve Piltdown Adamı’nın uydurma fosiller olduğu ortaya konmuştur.
Mesela kamuoyuna Piltdown adamı (Eoanthropus Dawsoni) olarak takdim edilen, uzun yıllar bilim adamlarını meşgul eden ve üzerine çok sayıda akademik çalışma yapılan fosilin, sahte olduğu noktasında bugün bilim adamları müttefiktir. Çünkü yapılan araştırmalar neticesinde onun, insan ve maymuna ait parçaların birleştirilmesi ve suni bazı parçaların ilave edilmesiyle elde edildiği kesin olarak kanıtlanmıştır. Nebraska adamı ise sadece bir domuz dişi üzerinden kurgulanmıştır. Uzun süre onun insan ve maymun arası bir geçiş formu olduğu kabul edilse de 1927’de iskeletin kalan parçalarının bulunmasıyla bu dişin bir yaban domuzuna ait olduğu anlaşılmıştır.
İkincisi de bunların ara form olduğu, homolojiden yola çıkılarak mevcut türlere yakınlığına göre tespit edilmekte ve mücerret bir iddiadan öteye geçmemektedir. Evrimci paleontologlar (fosil bilimciler) buldukları fosillerden yola çıkarak bilimsel bir neticeye ulaşmak yerine, zihinlerinde hazır bulunan evrim senaryosunu “ete kemiğe bürüyebilecek” fosiller aramaktadırlar.
Kaldı ki fosiller üzerinden hareketle evrimleşmenin tespit edilebilmesi de mümkün gözükmemektedir. Çünkü “fosiller, ölmüş canlı hakkında bilgi verir fakat bu canlının nasıl türediğini söylemez; fosillere dayalı çıkarım da tamamen soyut akıl yürütmelere dayanır.”[14] Caner Taslaman, Evrim Teorisi, Felsefe ve Tanrı, s. 153
Kuşların, sürüngenlerden mi yoksa dinozorlardan mı evrimleştiği evrimciler arasında tartışmalı bir konudur. Kuşların kökeni olarak dinozorları gösterenler, bunun en büyük delili olarak 1861 yılında keşfedilen Archaeopteryx isimli fosili öne sürerler. Bu fosilin 150 milyon yıl önce yaşayan bir canlıya ait olduğu tahmin edilir.
Evrimin ele alındığı hemen her ortam ve platformda kanıt olarak bu fosil gösterilir. Ne var ki evrime karşı çıkanlar söz konusu fosilin nesli tükenmiş bir kuşa ait olduğunu öne sürer ve daha sonraki yıllarda bulunan ve daha eski tarihlere ait olan Liaoningornis, Elolulavis ve Protoavis gibi kuş fosillerinin Archaeopteryx’un kuşların atası olduğu şeklindeki iddiaları çürüttüğünü ifade ederler.
İskoçyalı paleontolog William Elgin Swinton, Biology and Comparative Physiology of Birds isimli eserinin hemen girişinde kuşların kökeni hakkında oldukça indirgemeci bir yaklaşım sergilendiğini ifade ettikten sonra, çeşitli evreler içinde sürüngenlerden kuşa geçildiğini gösteren hiçbir fosil kaydına ulaşılamadığını itiraf etmiştir.(c. 1, s. 1)
Hatta evrimciler tarafından da söz konusu fosilin ara geçiş formu olamayacağına dair itirazlar yükselmiştir. Bunlardan biri olan Fransız jeofizikçi Pierre Lecomte du Noüy bu konuda şunları yazmıştır:
“Sıra dışı bir vaka olan Archaeopteryx’i, gerçek bir halka olarak kabul etme hakkına sahip değiliz. Halka ile sürüngenler ve kuşlar gibi sınıflar veya daha ufak gruplar arasında olması zorunlu dönüşüm evresini kastediyoruz. İki gruba ait karakterleri de bünyesinde barındıran bir hayvan, onunla öteki iki grup arasındaki ara formlar bulunmadan ve dönüşüm mekanizması bilinmeden, gerçek halka muamelesi göremez.”[15] Stroble, Hani Tanrı Ölmüştü, s. 80
Birçok araştırmacı tarafından, hemen her evrim kitabında resimleri bulunan küçükten büyüğe doğru sıralanmış at fosillerinin de gerçeği yansıtmadığı, bunların gerçekte dünyanın farklı bölgelerinde yaşamış farklı tür memelilere ait fosillerin kurmaca bir senaryoya göre dizilmesiyle oluşturulduğu belirtilmiştir.
Mesela PBS televizyonunda yayımlanan “Darwin Yanlış mı Anladı?” isimli bir programda Darwin uzmanı Norman Macbeth yapılan sahtekârlığa şu sözleriyle işaret etmiştir: “1905 yılında Amerikan Tabiat Tarihi Müzesi’nde bütün atları içine alan bir sergi düzenlendi. Bu sergide atlar büyüklüklerine göre dizilmişti. Herkes bu dizilimin nesillerin yaş sırasına göre yapıldığını zannetti. Ama böyle bir şey yoktu, atlar arasında bir nesil bağı bulunmuyordu.
Farklı zamanlarda, farklı yerlerde bulunan atlar sergide, sanki küçük boyludan büyük boyluya doğru evrimleşmişler intibaı verecek şekilde sıralanmışlardı. Ama artık bunları okul kitaplarından alıp çıkarmak mümkün değil.” Evrimci Boyce Rensberger ile British Museum’un Tabiat Tarihi bölümünde çalışan paleontolog Colin Patterson da atın evrimi adına ortaya konulan fosillerin hiçbir dayanağının olmadığını, atın yavaş yavaş büyüyerek bugünkü şekline geldiği şeklindeki anlayışın doğru olmadığını ifade etmiştir.[16] Arif Sarsılmaz, Evrim Tartışması, s. 172-173
İnsan ile ilk maymunsular arasında geçiş formu olarak takdim edilen fosillerin de bundan bir farkı yoktur. Sahte olanları bir tarafa bırakacak olursak, geri kalanların da geçmişte yaşamış fakat günümüzde nesli tükenmiş farklı maymun ve insan türlerine ait fosiller olduğunda şüphe yoktur. Muhtemelen evrim teorisinin gerçekliğine yönelik peşin kabuller olmasaydı, evrimci paleontologlar da bu fosilleri farklı maymun türlerinin altında sınıflandıracaklardı.
Antropoloji profesörü Robert Eckhardt, “Erken fosil hominidlerinin hayret verici dizilerinin arasında, morfolojisi onu insanın hominid atası olarak işaretleyen bir hominid var mıdır?” diye sorduktan sonra şu cevabı vermiştir: “Genetik değişkenlik faktörü dikkate alınırsa, cevap hayır gibi görünmektedir.”[17] Eckhardt, “Population Genetics and Human Origins”, Scientific American, 1972, sayı: 227
Ünlü paleontolojist Niles Eldredge, paleontolojistlerin uzun süredir evrimden uzak durmalarına şaşırılmaması gerektiğini söyler. Çünkü fosil kayıtlarında evrim sanki hiç gerçekleşmemiş gibidir. Ona göre evrimle ilgili yazılanları okuyan kimseler, her tarafta evrimi destekleyen fosil kayıtlarının bulunacağını zannetseler de durum hiç de öyle değildir. Fosil kayıtlarının, evrim hakkında bir şeyler öğrenmeye çalışan fosil bilimcileri şaşkına uğratmasının sebebi de budur.[18] Eldredge, Reinvented Darwin, s. 95
Bulunan fosillerin geçmişte yaşamış müstakil türler olduğuna delil olmasının önünde hiçbir engel yoktur. Bilakis fosil kayıtları evrimden ziyade türlerin sabitliğini ispatlamaktadır. Yeni bulunan fosiller, Darwinistlerin beklediği gibi evrim ağacındaki boşluğu dolduracağına, yeni yeni boşluklar oluşturmaktadır.
200 ile 600 milyon yıl aralığında farklı zaman dilimlerinde yaşamış olan Neoplina, Coelacanth, Crinoid, Limulus gibi fosillere sahip canlıların günümüzde hâlâ yaşamlarını devam ettirmeleri ve bulunan fosillerle bunlar arasında hiçbir fark bulunmaması evrimi çürüten önemli kanıtlardır. Aynı şekilde süngerler, eklem bacaklılar ve deniz akrepleri gibi canlı türlerinin 500 sene önceden kalan fosilleriyle günümüzdekiler tıpatıp aynıdır. 100 milyon senelik arı fosillerinin ve balların bulunması da canlı organizmaların o günden bugüne evrimleşmeden geldiğini göstermektedir.
4: EMBRİYONUN ANNE KARNINDA GEÇİRDİĞİ SAFHALAR
Evrimi ispatlamak için sıkça kullanılan argümanlardan bir diğeri de Haeckel’in çizdiği embriyo resimleridir. Fakat canlıların embriyolojik süreçlerde birbirine benzerliklerinden yola çıkarak evrime delil arama çabası Haeckel ile başlamamıştır.
Bilakis Türlerin Kökeni kitabında “Gelişim ve Embriyoloji” başlığına yer veren Darwin (s. 534), gelişmiş bireylerden farklı olarak türlerin embriyolarının birbirine çok benzer oldukları üzerinde durmuş, bir organizmanın embriyosunun onun daha az değişim geçirmiş halindeki atasının yapısını gösterdiğini iddia etmiştir. Darwin’e göre memelilerin, kuşların, balıkların ve sürüngenlerin embriyoları, eski bir atanın değişiklik geçirmiş formları olmalıydı. (s. 546)
Darwin, İnsanın Türeyişi isimli eserinde, insan embriyosunun da erken dönemde diğer omurgalı hayvanlarınkinden ayrılamayacağını öne sürmüştür. (s. 16) Gelişmenin ilk safhalarında canlı embriyolarındaki benzerliklerin evrimin en büyük delili olarak gösterilmesi Darwin’le başlamış ve günümüze kadar devam etmiştir. Günümüzün Neo-Darwinistleri, Darwin’in fikirlerini biraz değiştirmiş olsalar da hâlâ embriyoların ortak ataya işaret ettiğini savunmaya devam ederler.
Bu delilin popüler hâle gelmesinde en önemli rol, Alman embriyolog Ernst Haeckel’e aittir. O, uzun süre embriyolor üzerinde araştırmalar yapmış ve farklı organizmalara ait embriyoların gelişim aşamalarını gösteren çizimler yapmıştır. Ne var ki 1997 yılında Michael Richardson tarafından kurulan bir bilim ekibi, Haeckel’in çizimlerini gerçek fotoğraflarla karşılaştırmış ve onun gerçeği nasıl çarpıttığını ortaya koymuşlardır.
Bunun üzerine Richardson, Nature dergisinde “Haeckel’s Embryos: Fraud Rediscovered” başlıklı bir makale kaleme alarak yapılan sahtekârlığı gözler önüne sermiş ve neticede şunu söylemiştir: “Bunun biyolojide yer alan en meşhur sahtekârlıklarından biri olduğu ortaya çıkmıştır.” (September 1997, vol. 277)
Natural History dergisinde “Abscheulich (Atrocious)” başlığıyla kaleme aldığı makalesinde Haeckel’in yapmış olduğu sahtekârlığı ele alan Stephen Jay Gould da şu ifadeleri kullanmıştır: “Bence bir yüzyıl boyunca süren ve birçoğuna olmasa bile çok sayıda modern ders kitabına bu resimlerin girmesine sebep olan aptalca bir tekrarlamadan dolayı hepimizin hem şaşırması hem de utanması gerekir.” (March 2000, s. 42-49)
Birçok kitapta Haeckel’in çizimlerinde teorisini doğru gösterme adına iç içe nasıl birçok sahtekârlık yaptığının detayları anlatıldığı için burada bunlara yer vermeyeceğiz. (Bkz. Jonathan Wells, Icons of Evolution, s. 81-111) İşin tuhaf tarafı şu ki, yapılan sahtekârlık ortaya çıkmasına rağmen günümüzde hâlâ birçok biyoloji ders kitabında söz konusu çizimlere yer verilmeye devam edilmektedir.
Günümüzde birçok bilim adamı, farklı canlı türlerine ait embriyolar arasında sanıldığı kadar benzerlik bulunmadığını, bilakis bunların önemli ölçüde birbirlerinden ayrıldıklarını ifade etmektedir. Mesela evrimcilerin iddia ettiği üzere insan embriyosunda hiçbir zaman solungaç yarıklarının görülmediği, insanın sürüngen veya maymuna benzer hâllerden geçmediği ifade edilir. Solungaç yaylarının kalıntısı olarak nitelendirilen yapılar, alt ve üst çene, hyoid (dil kemiği), kemiklerini, tiroid, paratiroid ve timüs bezlerini, yutak ve ses kutusuna ait kıkırdakları meydana getiren embriyonik yapılardır.
Bununla birlikte anne karnındaki embriyolar arasında benzerlik değil aynılık olsa dahi gerçekten bu evrimin kesin bir kanıtı olabilir mi? Buradan yola çıkarak canlılar için evrensel ortak ata tezi ileri sürülebilir mi? Embriyolar arasındaki benzerlik veya aynılık bunların birbirinden nasıl türediğine dair bize bilgi verir mi? Hepsinden öte embriyolar ne kadar birbirine benzer olursa olsun, doğumdan sonra ortaya çıkan canlı türlerindeki büyük farklılıkları nasıl izah edeceğiz? Özellikle Yaratıcıyı, ruhu, kaderi kabul etmeyen evrimcilerin bu ani değişimle ilgili öne sürebilecekleri bir açıklama modeli var mıdır?
Kısaca söylemek gerekirse zorlama bir kısım yollarla canlı embriyoları arasında benzerlikler bulmaya, sonra da bunlardan hareket ederek evrensel ortak ataya ulaşmaya çalışmanın tek mantıklı açıklaması, evrime duyulan sarılmaz inanç olabilir. Canlılar arasındaki morfolojik (görünüşsel), genetik, embriyolojik veya fosil kaynaklı benzerliklerden yola çıkarak evrimi ispatlama çabalarının, bütünüyle hayali ve spekülatif izahlar olduğu anlaşılmaktadır. Bu tür benzerliklerin hiçbirisi, canlıların ne ortaya çıkış şekilleri ne de milyonlarca senedir geçirdikleri süreçler hakkında kesin bilgi vermez.
5: KÖRELMİŞ ORGANLAR
Evrimi savunan bilim adamlarının teorilerini ispat etme adına üzerinde durdukları kanıtlardan biri de canlılardaki körelmiş organlar veya yapılardır. Darwin, Türlerin Kökeni eserinde, insan da dâhil olmak üzere herhangi bir parçası güdük olmayan tek bir hayvan bile gösterilemeyeceğini iddia etmiştir.
Onun bazı organları “güdük” olarak isimlendirmesinin sebebi ise bunları, canlı açısından bütünüyle yararsız ya da çok az yararlı görmesidir. Darwin’e göre bu tür organlar ya kullanılmadığından ya da doğal seleksiyona uğradıklarından küçülür ve güdükleşirler. Evrimleşme sonucu bir türde güdükleşen organlar, bir başka türde kullanılmaya devam ediyor olabilir. (s. 20-22)
Darwin’den sonra “körelmiş organ tezi” evrimcilerin, teorilerinin doğruluğunu gösterme adına en çok kullandıkları argümanlardan biri olmuştur. Mesela günümüzün önde gelen evrimcilerinden biri olan Douglas Futuyma, önceleri başka türlerde fonksiyonel olduğu hâlde sonradan güdükleşmiş ve işe yaramaz hâle gelmiş organların sadece evrimsel tarihle açıklanabileceğini ifade eder. (Futuyma, Evolution, s. 22)
Darwin’den sonra bazı evrimciler insan vücudundaki körelmiş organ sayısını 180’e kadar çıkarmış; apandis, kuyruk sokumu kemiği, kıllar, kulak kasları, epifiz bezi, yirmilik dişler, plantaris kası, erkek memesi, ayak serçe parmağı, bademcikler gibi birçok organın işe yaramaz veya olması gerekenin çok altında fonksiyonel olduğunu iddia etmişlerdir.
Onlara göre bu organların varlığı insanın maymunsu canlılardan evrimleştiğinin en önemli kanıtlarından biridir. Bize atalarımızdan miras kalmıştır. Onlarda işlev gören bu organlar, geçirdikleri mutasyonlar neticesinde güdükleşmişlerdir.
Mesela ayak serçe parmağı bir zamanlar ağaçların dallarını kavramak için etkinken, maymunların insana evrimleşmesi ve yerde yürümeye başlamasıyla birlikte körelme eğilimine girmiştir. Aynı şekilde kuyruksokumu kemiği de ağaçtan ağaca atlarken sahip olduğumuz kuyruğun, bize miras olarak verilmiş kalıntısından başka bir şey değildir.
Hatta evrimcilere göre üşüdüğümüzde veya çok korktuğumuzda tüylerimizin diken diken olmasının sebebi de atalarımızdan bize miras kalmış davranışlardır. Atalarımız, tüyleri olan normal memelilerdi. Havanın sıcak veya soğuk olmasına göre vücutlarındaki hassas termostatların emirleri doğrultusunda bu tüyler dikilir ya da indirilirdi. Richard Dawkins’e göre bu durum “evrimin gerçekleştiğine dair oldukça ikna edici bir kanıt teşkil eder. [19] Dawkins, Yeryüzündeki En Büyük Gösteri, s. 307
Evrimciler, insandaki körelmiş organların asıl yapılarını sadece hominidlerde ve primatlarda da değil, çok daha eski atalarda ararlar. Mesela insan elinde bulunan kılların dizilim ve konumlanmasını 250 milyon sene önce dünyaya egemen olan sürüngenlerin pullarındaki dağılımla irtibatlandırırlar.[20] Ali Demirsoy, Evrim, s. 92
Darwincilere göre körelmiş organlara sahip olan tek canlı insan değildir. Bilakis Darwin’in dediği gibi her hayvanda bu tür işlevsiz organlar vardır. Mesela uçma alışkanlık ve ekipmanlarını kaybeden deve kuşlarının, penguenlerin ve emuların kanatları bunun güzel bir misalidir.
Aynı şekilde bit ve pire gibi böcekler de bir zamanlar atalarının sahip oldukları kanatları kaybeden hayvanlar arasındadır. Dawkins’in buradan ulaştığı netice şudur: “Hiçbir makul gözlemci bundan samimiyetle şüphe edemez ki bunun da anlamı, bu durum üzerine kafa yoran birisinin evrim gerçeğinden şüphe etmesinin çok zor (hatta imkânsız) olduğudur.” [21] Dawkins, Yeryüzündeki En Büyük Gösteri, s. 312
Bununla birlikte zaman geçtikçe evrimcilerin “körelmiş”, “güdükleşmiş” veya “arta kalan” olarak isimlendirdikleri organ ve yapıların vücut açısından ne kadar önemli fonksiyonlar eda ettikleri ve zannedildiği gibi bunların hiç de lüzumsuz olmadıkları çok daha iyi anlaşılmıştır. Günümüzde apandisin, kuyruk sokumu kemiğinin, tiroid bezinin, bademciklerin veya vücut kıllarının faydasız olduğunu iddia eden tek bir kimse bile kalmamıştır.
Zira bunların her birinin çok önemli vazifelere sahip olduğu anlaşılmıştır. İnternette yapılacak küçük bir araştırmayla bunların fayda ve fonksiyonları öğrenilebilir. İşin tuhaf tarafı şu ki hâlâ söz konusu organlar evrimin delili olarak gösterilmeye devam etmektedir.
Bilimin henüz faydasını keşfedemediği organların bünye açısından gereksiz ve işlevsiz olduğu da iddia edilemez. Çünkü yapılan yeni araştırmalarla pekâlâ bunların yararları tespit edilebilir. Daha önce yararsız denilip daha sonra faydalı olduğu tespit edilen organlar vardır.
Evrimcilerin, devekuşları veya penguenler gibi bir kısım hayvanlarla ilgili dile getirdikleri iddialar da ciddi tenkide uğramış, bu hayvanların sahip oldukları kanatların, içinde yaşadıkları koşullara en uygun organlar oldukları ifade edilmiştir. Mesela vakitlerinin önemli bir kısmını sularda geçiren penguenlerin kanatları âdeta birer yüzgeç gibi vazife görürler.
Aynı şekilde saatte 70-80 km. hıza ulaşabilen deve kuşları, sahip oldukları kanatları sayesinde dengelerini sağlayabilirler. Evrimcilerin bu hayvanlarla ilgili iddialarının temelinde, “kanatların sadece uçmada kullanılabileceği” şeklinde son derece dar bir bakış açısı vardır.
Diğer kanıtlarda olduğu gibi Darwincilerin körelmiş organ iddialarının temelinde de peşin kabule dayanan bir evrim görüşü vardır. Bu peşin kabulle varlığı inceleyen bilim adamları, karşılaştıkları her varlık ve olguyu bir şekilde evrime yormaya çalışır. Gözlemlenen gerçeklikten hareketle canlıların sahip oldukları organlar hakkında yukarıda geçen iddiaları dile getirmek kolay olsa da mücerret iddiaların ve kurgusal senaryoların ötesine geçerek bunların hiçbirinin bilimsel, mantıklı ve ikna edici açıklamasını yapamazlar.
6: CANLI ORGANİZMALARDAKİ EKSİKLİK VE KUSURLAR
Aslında bu konu bir önceki başlıkla alakalıdır. Evrimciler, varlığın hiçbir seviyesinde mükemmellik bulunmadığını iddia ederler. Ne zaman kemalden, nizamdan, dengeden bahsedilse hemen itiraz ederek kendilerince gördükleri kusur ve eksiklikleri saymaya başlarlar. Çünkü maddeye, sebeplere ve tesadüflere verilen bir oluşumun hâliyle mükemmel olmaması gerekir.
Dolayısıyla onlar, uzun zamanlar içerisinde evrimleşen canlı organizmalarda da birçok hata ve eksiklikler olduğunu öne sürerler. Bunun temel sebebi de çevrelerinde gördükleri bir kısım varlıkların evrimcilerin düşündükleri ve arzu ettikleri şekilde olmamasıdır.
Mesela pandaların başparmağı (altıncı parmak) ile zürafaların gırtlak siniri evrimcileri ciddi meşgul etmiştir. Evrimle ilgili kanıtlar sıralanırken sıklıkla bu ikisine de yer verilir. Pandanın parmağı meselesi, Stephen Jay Gould’un The Panda’s Thumb kitabıyla meşhur olmuştur. Ona göre etçiller sınıfından evrimleşen panda, bambu ile beslenmeye başladıktan sonra natürel seleksiyonla bu altıncı parmak oluşmuş fakat oldukça eksik, işlevsiz ve üstünkörü kalmıştır.
Ne var ki gerçekte bir parmak olmayan bu çıkıntının “tam bir parmak olması gerektiği” veya “işlevini yeterince yapamadığı” şeklindeki iddialar bilim adamları tarafından reddedilmiş ve bu çıkıntının panda açısından ne kadar işlevsel olduğu detaylı bir şekilde izah edilmiştir.[22] W. Demski, J. Wells, The Design of Life, s. 120-123
Michael Behe’ye göre Gould, “fikirlerini desteklemek için bilimden faydalanmamıştır: pandanın bileğinden çıkan uzantının canlıya ne şekilde yardımcı olduğuna dair hiçbir hesaplama yapmamıştır; kemik şeklinde değişim olmasının hayvanın davranış biçimini nasıl etkileyeceğini düşünmemiştir; ve pandaların pençeleri olmadan önce nasıl beslendiklerinden de söz etmemiştir. Daha doğrusu, bir hikâye uydurmaktan başka bir şey yapmamıştır.”[23] Behe, Darwin’in Kara Kutusu, s. 227
Evrimci biyologlara göre zürafaların gırtlak sinirleri de tam bir tasarım hatasıdır. Richard Dawkins’in sözlerine bakalım: “Boynun her iki yanındaki gırtlaksal sinirin kollarından biri, bir tasarımcının tercih edeceği gibi dümdüz bir rota izleyerek, doğrudan gırtlağa gider. Diğer kol ise gırtlağa, inanılmaz derecede dolambaçlı bir yol izleyerek ulaşır. Göğüsten içeri dalıp, ana atardamarların birinin (sağ ve solda farklı bir atardamarın, ama prensip aynı) etrafından dolaşır ve geri dönerek boyna doğru yoluna devam eder.
Bir tasarım ürünü olarak düşünüldüğünde, geri dönen gırtlak siniri tam bir rezalettir.” Dawkins’e göre bu problemin sebebini anlamak için yapmamız gereken, atalarımızın balık olduğu dönemlere gidip onların yapılarını incelemektir. [24] Dawkins, Yeryüzündeki En Büyük Gösteri, s. 322
Evrimcilerin, kusur ve eksiklik olarak gördükleri organlar, pandanın parmağı ve zürafanın siniri ile sınırlı değildir. Mesela birçok insan için sinüslerin ıstırap kaynağı olmasının sebebi, onların yanlış yere konulmasıdır. Günümüzde birçok insanın mustarip olduğu sırt ağrısının sebebi de insanın geçirdiği ani evrimleşme sonucunda iskeletinin yeterince mükemmel bir yapıya kavuşamamasıdır.
Keza birçok insanda problem oluşturan yirmilik dişlerinin çıkması da zikredilen kusurlardan bir diğeridir. Oysaki sırt ağrılarının sebebinin günümüz insanlarının aşırı pasif yaşam şeklinden; yirmilik dişlerin tam çıkamamasının ise yine yanlış beslenme tarzına bağlı olarak çene kemiğinin küçülmesinden kaynaklandığı uzmanlarca dile getirilmektedir.
Prof. Dr. Âdem Tatlı’nın ifadesiyle evrimciler kendilerini âdeta dünyanın ve canlı organizmaların yapısı ve şeklini tanzim etmeye memur edilmiş birer mühendis gibi görerek, kendi akıl ve mantıklarına uygun gelmeyen her düzenlemeyi lüzumsuz veya kusurlu sayarlar.[25] Tatlı, İnsanlık Tarihi Boyunca Evrim, s. 224
Bir kısım organ ve yapıların henüz işlevlerinin tam olarak keşfedilememiş veya kusur gibi görülen bazı özelliklerin daha başka hikmetleri olabileceğini akıllarından dahi geçirmezler. Bilimin yaratılışla ilgili keşfedebildikleri henüz devede kulak bile olmamasına ve her yeni keşif keşfedilmeyi bekleyen ne kadar çok şey olduğunu göstermesine rağmen, bu konularda kesin yargılarda bulunmaktan çekinmezler.
Aslında canlıların sahip olduğu yapı ve organların güdük kalıp kalmaması veya kusurlu olup olmaması ayrı bir meseledir, bunların evrime delil olması ayrı. Velev ki canlı organizmalarda bir kısım eksik ve işlevsiz yapıların bulunduğunu kabul etsek bile, buradan yola çıkarak söz konusu canlıların başka türlerden evrimleştiğini iddia etmenin hiçbir bilimsel kanıtı yoktur; yanlış kıyasların ve evrimci ön yargıların bilim adamlarını sevk ettiği çıkmaz bir sokaktır.
7: HURDA (FONKSİYONSUZ) GENLER
Evrimciler, DNA’nın protein kodlamada vazife yapmadığı tespit edilen bölümlerini yalancı gen (pseudo genler) veya hurda gen (junk genler) olarak isimlendirir ve bunların da eski atalardan kalma kalıntılar olduğunu iddia ederler. Söz konusu genlerin henüz vazifesini anlayamamış olmayı kabul etmezler. Mesela onlara göre maymunlarla insanların benzer genetik arızalara ve hurda genlere sahip olmaları evrim için en büyük delillerden birini oluşturur.
Ne var ki konu etrafında yapılan birçok çalışmada, evrimcilerin bu iddialarının da aceleyle verilmiş malul bir hüküm olduğu ortaya konulmuştur. Mesela Pennsylvania Eyalet Üniversitesi’nden Wojciech Makalowski tarafından yapılan Not Junk After All(Artık Hurda Değil) isimli araştırmada, kodlama yapmadığı iddia edilen genlerin, daha başka fonksiyonları bulunan çok önemli birimler olduğu ifade edilmiştir.
Aynı şekilde, Jonathan Wells, The Myth of Junk DNA (Hurda Gen Efsanesi) isimli çalışmasında, bahsi geçen genlerin tek tek işlevleri üzerinde durmuş, bunların hücre içerisinde nasıl önemli roller üstlendiğini izah etmiştir.
John Lennox da konuyla ilgili şu bilgileri vermiştir: “Artık çok iyi anlaşılıyor ki bu kısım, çöp olmak şöyle dursun, sadece genetik işlemleri düzenlemek, yürütmek ve tekrar programlamakla kalmayıp DNA’nın transpozon denilen oldukça hareketli bölümlerini de oluşturmaktadır.
Bu bölümler kendilerinin kopyasını üretebilir ve ardından genomun farklı yerlerine giderler, orada genleri etkisiz hâle getirebilir ve o zamana kadar aktif olmayan genleri harekete geçirirler. Kodlanmayan DNA ayrıca Alec Jeffreys’in 1986’da adli tıp alanında keşfettiği genetik parmak izi yönteminde de kullanılmaktadır.”[26] Lennox, Aramızda Kalsın Tanrı Var, s. 188
Konuyla ilgili araştırmalar derinleştikçe bir kısım evrimciler de bu iddialarından vazgeçmeye başlamışlardır. Mesela Washington Üniversitesi Tıp Fakültesi Genom Bilimi bölümünden evrimci bilim adamı Evan E. Eichler “Hurda DNA tabiri bizim bilgisizliğimizin dışa vurmasından başka bir şey değil” demiştir.[27] Arif Sarsılmaz, Evrim Tartışması, s. 224
DNA sarmalı üzerindeki gen denilen bölümlerin işlev ve faydalarını bulmak bilim adamlarının işidir. Fakat burada önemli olan şudur: Sözgelimi DNA’da hiçbir fonksiyonu bulunmayan genler bulunsa bile, bu durum gerçekten evrimin kesin bir ispatı olabilir mi?
Evrimi savunan biyologların, hurda genlerin niçin DNA’da bulunduğuna ve nasıl oluştuğuna dair tatminkâr açıklaması var mıdır? Maalesef diğer delillerde olduğu gibi evrimcilerin hurda gen adına söyledikleri de bilimsel bulguların tek taraflı ve çarpıtılmış bir yorumundan ibarettir.
8: DEĞİŞİM GERÇEĞİ
Değişim, diğer kanıtlara nazaran daha genel bir olgu olsa da, birçok bilim adamının evrime ikna olmasında ve evrimi savunmasında önemli bir yeri vardır. Aslında evrim veya evolüsyon kavramlarının delalet ettiği öncelikli mana da değişimdir. Tabiata bakan bir insan her şeyin değiştiğini görür. Bu gerçeği fark eden Herakleitos, “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir.” demiş ve aynı nehirde iki defa yıkanmanın mümkün olmadığına dikkat çekmiştir.
Kayalar, dağlar, denizler, sular, atmosfer her şey değişse de özellikle canlı organizmalarda müthiş değişim ve dönüşümler yaşanır. Tek bir saniyede insan vücudunda gerçekleşen işlemler gerçekten baş döndürücüdür. Her saniye hücrelerde binlerce, milyonlarca kimyevi reaksiyon meydana gelir; yeni proteinler oluşur, dışarıdan alınan besinler sentezlenir, enerji üretilir, bilgi nakledilir, DNA kopyalanır vs. Yaşayan canlılar yaşlanıp ölürken yerlerine de yenileri gelir.
Biyolojik yapılar, her zaman dışarıdan gelen uyarıcılara tepki verir, içinde bulundukları ortam ve şartlara uyum sağlarlar. Zamanla türler içinde varyasyonlar, yepyeni ırklar oluşur, çeşitlilik ve zenginlik ortaya çıkar. Kısacası her canlı her an çok farklı şekillerde değişim geçirir.
Evrimcilerin değişim gerçeğine bakışı şudur: Çok kısa zamanda bile canlı organizmalarda olağanüstü değişim ve dönüşümler yaşanıyorsa, çok uzun zaman dilimleri içerisinde niye yeni türler ortaya çıkmasın! Yani onların evrim iddiaları aslında gözlemledikleri gerçeklik üzerinden çıkarsadıkları bir yorumdur. Yoksa şimdiye kadar bir türün başka bir türe dönüştüğü gözlemlenmiş ve test edilmiş değildir.
Evrimcilerin buradaki en büyük yanılgısı, değişimin sınırlarını görememeleridir. Onlar tür içinde kalması gereken çeşitliliği tür dışına taşımakla hata etmişlerdir. Gerçekten de canlılar iç ve dış faktörlerin etkisiyle nesiller geçtikçe değişmekte, farklılaşmaktadır. Fakat kelamcıların tabiriyle ifade edecek olursak, değişen şey arazlardır, cevherler değil. Köpek ne kadar değişim geçirirse geçirsin köpek olmaya devam edecektir. Ondan ne koyun ne tavşan ne de kedi ortaya çıkmayacaktır. Tavuk tavuk olarak, kuş kuş olarak, sürüngen de sürüngen olarak hayatlarını sürdüreceklerdir.
9: ZAMANIN SİHİRLİ GÜCÜ
Bir türün başka bir türe dönüşmesinin kolay olmadığının, bunun için canlı yapılarda üst üste, çok büyük çaplı sayısız değişimlere ihtiyaç olduğunun evrimciler de farkındadırlar. Bu yüzden ne zaman onlara makro evrimin (türleşmenin) imkânsızlığı hatırlatılacak olsa, hemen zamanın sihirli gücüne sığınır ve bahsettikleri değişimin bizim anladığımız şekilde üç beş nesil içerisinde olamayacağını, bunun ancak milyonlarca ve hatta milyarlarca yıl içinde gerçekleşeceğini iddia ederler.
Tabii kimsenin bu kadar uzun zaman diliminde olup biten hâdiseleri gözlemlemesi mümkün olmadığı için de işin içinde sıyrılmış olurlar.
Darwinciler, ilk canlılığın yeryüzünde 3,5 milyar yıl önce başlamış olmasını göz önünde bulundurarak, mutasyonlar ve doğal seçilim vasıtasıyla günümüzdeki canlılığın oluşması için yeterli vaktin bulunduğunu öne sürerler. Aralarındaki muazzam fizyolojik, anatomik ve mikrobiyolojik farklardan ötürü sudan çıkan bir canlının nasıl olup da karada yaşayabileceği veya bir sürüngenin nasıl olup da kuş olup uçabileceği ya da maymunsu canlıların nasıl olup da akıl ve şuur sahibi bir insana dönüşebileceği yönünde itirazlar yükselmeye başladığında hemen söyledikleri şey, bu tür büyük dönüşümlerin çok uzun zaman dilimleri içerisinde gerçekleştiği olur.
Evrimciler, bu tür yaklaşımlarıyla aslında farkında olmadan zamana sihirli bir güç verir ve zamanın bu büyük problemlerin üstesinden gelebileceğini düşünürler. Yani onlara göre oldukça kompleks ve mükemmel doku, organ ve sistemlerin kısa sürede evrimleşmesi mümkün olmasa da, binlerce, milyonlarca nesil boyunca devam edecek çok uzun zaman dilimleri içerisinde imkânsızın muhtemel, muhtemelin de gerçek olması mümkündür.
George Wald konuyla ilgili şöyle der: “Zaman aslında olay örgüsünün kahramanıdır. Başa çıkmak zorunda olduğumuz zaman iki milyar yıl civarındadır. Dolayısıyla bizim insanî tecrübeler açısından imkânsız gördüğümüz şey, bu kadar uzun bir zaman dilimi söz konusu olduğunda anlamını yitirir. Bu kadar zaman verildiğinde, imkânsız mümkün hâle gelir, mümkün muhtemel olur, muhtemel de hemen hemen kesin. İnsana düşen sadece beklemektir: zamanın kendisi mucizeleri gerçekleştirir.”[28] Wald, “The Origin of Life”, Scientific American, 1954, s. 48
Dawkins’in şu ifadelerinde de zamana biçtiği mucizevi rolü görmek mümkündür: “Yaşam, yüzyıllar değil milyarlarca yıl önce başlamıştır. Gezegenimizin ölçülmüş yaşı yaklaşık olarak 4,6 milyar yıl veya 46 milyon yüzyıldır. Günümüzdeki tüm memelilerin ortak atasının yeryüzünde yürümesinin üzerinden iki milyon yüzyıl geçmiştir. Yüzyıl bize oldukça uzun gibi görünür. Art arda dizilmiş iki milyon yüzyılı hayal edebiliyor musunuz? Balık atalarımızın sürünerek denizden karaya çıkmalarının üzerinden yaklaşık üç buçuk milyon yüzyıl geçmiştir.”[29]Dawkins, Yeryüzünün En Büyük Gösterisi, s. 80
Evrimcilerin sürekli olarak, dünya ve canlı organizmalar üzerinden geçen zamanın uzunluğuna vurguda bulunmalarını, somut ve bilimsel kanıt sunma noktasındaki acziyetlerinin bir neticesi olarak görebiliriz. Gerçekten zaman imkânsızı mümkün, mümkünü muhtemel, muhtemeli de gerçeğe dönüştürebilir mi?
İşin tuhaf tarafı, burada ihtimalinden bahsedilen husus, bir paranın üst üste bin defa tura gelmesi gibi tek bir olay da değildir. Söz konusu edilen olay, milyonlarca canlının tek bir evrensel ortak atadan çıkarak bugünkü yapılarını kazanmasıdır. Yani söz konusu edilen şey, rakamlara sığmayacak ölçüde üst üste olasılıkların meydana gelmesidir.
Öte yandan Darwinciler, evrimle açıklanamayacak ölçüde karmaşık, kompleks ve zor biyolojik yapı ve sistemlerle karşılaştıklarında, evrim adına ileri sürdükleri kanıtların yetersizliği ortaya çıktığında veya ilk yaratılış, ruh, şuur, cinsiyetler gibi meseleler sorulduğunda, henüz ortaya çıkarılmamış gelecek bilimsel keşiflerden medet ummaya başlarlar.
“Şu anda bilimin bu problemi çözememiş olması, ileride çözemeyeceği anlamına gelmez.” şeklindeki savunma, onların sıkça kullandıkları argümanlardan biridir. Onlar, evrimi zora ve hatta çıkmaza sokan ne tür olaylarla karşılaşırsa karşılaşsınlar, teorilerine “iman etmeyi” bırakmaz ve bu sefer de geleceğin sihirli dünyasına sığınırlar. Ne var ki körü körüne bir kurama inanıp ileride bir gün onun bütün boyutlarıyla ispat edileceğinin hayallerini kurmak bir bilim adamının yol ve metodu olmamalıdır. Ona düşen mevcut olgu ve bulguları incelemek suretiyle bunlardan bilimsel gerçeklere ulaşmaya çalışmaktır.
*Bu yazı tr724.com sayfasından alınmıştır.
İlave bilgi için:
Evrim Teorisinin Mekanizmaları (1. Yazı)
Dipnotlar
⇡1 | Darwin, İnsanın Türeyişi, s. 255 |
---|---|
⇡2 | Dawkins, Yeryüzünün En Büyük Gösterisi, s. 263 |
⇡3 | Taslaman, Evrim Teorisi, Felsefe ve Tanrı, s. 174 |
⇡4 | Mustafa Mahmud, Hıvârun mea sadîki’l-mülhid, s. 124 |
⇡5 | Lee Strobel, Hani Tanrı Ölmüştü, s. 73-74 |
⇡6 | Bilim ve Yaratışçılık, s. 17 |
⇡7 | Dawkins, Yeryüzündeki En Büyük Gösteri, s. 369 |
⇡8 | https://www.ratical.org/co-globalize/UnrvlDNAmyth.pdf |
⇡9, ⇡10 | Darwin, Türlerin Kökeni, s. 374 |
⇡11 | Gee, The Accidental Species, s. 15 |
⇡12 | Taslaman, Evrim Teorisi, Felsefe ve Tanrı, s. 202 |
⇡13 | Arif Sarsılmaz, Evrim Tartışması, s. 138-139 |
⇡14 | Caner Taslaman, Evrim Teorisi, Felsefe ve Tanrı, s. 153 |
⇡15 | Stroble, Hani Tanrı Ölmüştü, s. 80 |
⇡16 | Arif Sarsılmaz, Evrim Tartışması, s. 172-173 |
⇡17 | Eckhardt, “Population Genetics and Human Origins”, Scientific American, 1972, sayı: 227 |
⇡18 | Eldredge, Reinvented Darwin, s. 95 |
⇡19 | Dawkins, Yeryüzündeki En Büyük Gösteri, s. 307 |
⇡20 | Ali Demirsoy, Evrim, s. 92 |
⇡21 | Dawkins, Yeryüzündeki En Büyük Gösteri, s. 312 |
⇡22 | W. Demski, J. Wells, The Design of Life, s. 120-123 |
⇡23 | Behe, Darwin’in Kara Kutusu, s. 227 |
⇡24 | Dawkins, Yeryüzündeki En Büyük Gösteri, s. 322 |
⇡25 | Tatlı, İnsanlık Tarihi Boyunca Evrim, s. 224 |
⇡26 | Lennox, Aramızda Kalsın Tanrı Var, s. 188 |
⇡27 | Arif Sarsılmaz, Evrim Tartışması, s. 224 |
⇡28 | Wald, “The Origin of Life”, Scientific American, 1954, s. 48 |
⇡29 | Dawkins, Yeryüzünün En Büyük Gösterisi, s. 80 |