Bizce fedakârlık, insanın nefsi, malı, onuru hatta izzeti adına bir kısım şeylerden vazgeçmesi, onları daha ulvî ve yüce hakikatlere feda etmesi demektir ki, bu konuda feda edene fedakâr, o ameliyeyi yapmaya da fedakârlık denir.
Meselâ, yüce dinimizin i’lâsı için, daha doğrusu ufkumuzda parlaması ve şehbal açması adına fert ve toplum olarak onu i’lâya koşma; icabında bu mevzuda yurtlar yapma, okullar açma, malımızla, canımızla bu işe destek olma birer fedakârlıktır. Tabiî ki, bütün bu fedakârlıklar, ulvî bir davayı bayraklaştırmak, yüce İslâm hakikatinin ufkumuzda şehbal açmasını temin etmek için yapılıyorsa…
Meselenin aslına bakıldığında fedakârlıkla mantık arasında bir tenakuzun olmadığı görülecektir. Hatta denebilir ki mantık, fedakârlığı teyit etmektedir. Hatta denebilir ki, insan, mantığı sayesinde daha da fedakâr olmaktadır. Ama konuyu sığ ve sathî bir düşünce ile mütalâa edenler için, fedakârlıkla mantık arasında bir zıddıyetin var olduğu söylenebilir. Meselâ; eğitim seferberliği adına pek çok kardeşimiz şu anda hemen elde edemedikleri ve sonucunu şimdi göremedikleri bir şey uğrunda büyük fedakârlıklar yapıyorlar. Sıhhatlerini ve hayatlarını âdeta bu yolda tüketiyorlar. Bu yolda çalışan, koşan ve terleyen arkadaşlara Allah da bire bedel milyonlar lütfediyor. Onlar da mazhar oldukları bu lütufları eğitim yolunda kullanıyorlar. Bazılarınca böyle bir mesele, aklın zâhirî nazarında ve derinlemesine düşünemeyenlerin gözünde mantığa zıt gibi görünebilir. Didinmek, çalışmak, tabiî onların nazarında, mevhum bir hakikate muhakkak bin hakikati feda etmek, mantıkla fedakârlığın –yeni ifadesiyle– çelişmesi olarak gözükebilir. Fakat aslında, mantıkla fedakârlık arasında böyle bir tenakuz söz konusu değildir.
Evet, eğer insan, gönlüyle aydınlığa kavuşmuş, kâinatın işleyişi içindeki hakikatleri ve bu mutlak akışın ahirete doğru gittiğini görmüş, daha burada iken vicdanında Cenâb-ı Hakk’ın cemalini müşâhede etmeye başlamış, dünyanın mesudane binlerce senesinin, Cennet hayatının bir dakikasına denk gelmeyeceğini vicdanında duymuş, dahası Cennet hayatının da milyonlarca senesinin Cenâb-ı Hakk’ın cemalini bir kere görmeye eşit olamayacağını yine vicdanında hissetmişse onun nazarında dünya ve içindekilere ait her şey sinek kanadı kıymetindedir ve işte bu şuurla öteleri gören bir insanın fedakârlık yapması, kesinlikle mantıkla çelişmez, bilakis onun mantığı bu fedakârlığı sürekli teyit eder.
Şimdi Amerikalılar ve Ruslar feza yolculukları yapıyorlar. Orada bir kısım nazariyelere dayanarak bizim görme ve duyma buudlarımızın dışında bir kısım kentlerin olabileceğini düşünüyorlar. Bu insanlar, şayet bu mantıkla, bizim düşünce çizgimizin ve yaşama buudlarımızın dışında, insanlığın saadet ve mutluluğunu oralarda bulsalar, insanlığı oraya taşıma planlarına çok para harcasalar ve bazıları da bunu bugün hiç anlamasa, bu onların mantıklarına ters gelmiş olur. Hatta yeryüzünde kavga çıkarır ve derler ki: “Efendim! Afrika’daki falan kimseler açlıktan ölüyor, sizler ise bir macera uğruna Kolombiyalarla fezaya gidip geliyor ve bu işe şu kadar para harcıyorsunuz.”
İşte bu yaklaşım çok sathî bir mantığın ürünüdür ve onlar bir gün bizim dünyamızın dışında mutlu bir âlem bulup insanlığımızı oraya taşıma imkânına sahip olurlar ve insanlık da gidip orada –Allah’ın inayetiyle– uzun seneler yaşama fırsatını elde edip, bu şekilde kirlenmiş ve düzensiz hâle gelmiş şu yeryüzünden kurtulmaya vesile olurlarsa işte o zaman insanlık adına güzel olan bu hizmetin mantıkla çelişir bir tarafının olmadığı anlaşılacaktır. İhtimal bizim mantık çizgimizin üstünde çok derin ve buudlu olan bu mantığa göre, bu uğurda yapılacak her fedakârlık mantıkla bir aradadır. Dolayısıyla mantığa zıt değildir.
İşte mü’min de Cennet, saadet-i uhreviye, Efendimiz’i (aleyhissalâtü vesselâm) görme ve Cenâb-ı Hakk’ın cemalini müşâhede etme uğrunda ne kadar fedakârlık yaparsa yapsın, onun yaptığı bu fedakârlıklar kat’iyen akıl ve mantığa zıt değildir. Bu mevzuda fedakârlık yapanları tenkit edenlerin çoğu, sathî bir muhakeme ile onları tenkit etmektedirler. Aslında böyle bir tenkit de her iki grubun yaşadığı dünyanın farklılığından doğmaktadır. Bu farklılığa Hasan Basrî Hazretleri şu şekilde temas eder: “Siz ashabı görseydiniz onlara “deli” derdiniz. Onlar da sizi görseydi “Bunlar Müslüman mı?” diye tereddüt yaşarlardı.”
Günümüzde de bu mevzuda hizmet edenlere belki bazıları deli sıfatını yakıştıracak ve: “Bu adamlar maddî bir çıkarları olmadan ne diye böyle uğraşıp duruyorlar?” diyeceklerdir. Zira onların kendi düşünce dünyalarına göre bir insan, herhangi bir menfaat elde etmeden herhangi bir yere bir adım bile atmaz. Onların mantığı, yaşlı-başlı hasta insanların bir inşaatın başında durup amele gibi çalışmasını, başka birinin de yüzünün suyunu dökerek başkalarından para istemesini, bir diğerinin bu konuda kafa sancısı çekmesini kavrayamaz. Zira onların akılları, bu fedakârlıkların Allah’ı hoşnut etme uğrunda olabileceğini düşünemez. Bunu kavrayamadıklarından dolayı da, onların bu şekildeki farklı mütalâa ve mülâhazaları hep devam edip duracaktır.
Ama bize göre bu mesele gayet normaldir ve bizim düşünce dünyamızda en akıllı insan, hak yolunda her şeyini vermeye âmâde olan insandır. Şayet hepsini birden feda etmiyorsa, onun mukaddes bir düşüncesi vardır ki, o da şudur: “Bu malımın biraz mayası kalsın, daima bunu çoğaltayım da sürekli vereyim ve bir kere verip kenara çekilme yerine her zaman veren ve yardım eden bir insan olayım.”
Evet, esas itibarıyla fedakârlık ile mantık arasında herhangi bir zıtlık yoktur. Hatta şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, mantık, fedakârlığı teyit eder. Bu espriyi kavrayan biri, mantığını kullanarak fedakârlık ufkunda çok daha derinliklere ulaşabilir.
Kaynak: Zihin Harmanı, “Fedakarlıkta Ölçü”