İçindekiler
Hâlis olma, kalbi dupduru tutma, riya ve benzeri virüslerin ağına düşmeme, kulluğu Hakk’ın hoşnutluğundan başka hiçbir mülahaza ile bulandırmama gibi manalara gelen ihlas, Yüce Yaratıcı’ya vefalı ve sadık olmanın lüzumlu bir neticesidir.
Cenab-ı Allah, Kur’an-ı Kerîm’in değişik âyetlerinde, kullarına, kulluklarını ihlasla yerine getirmelerini emretmiş, peygamberân-ı izam efendilerimizin hepsinin ihlaslı/ihlasa erdirilmiş kimseler olduğunu söylemiş, sadece ihlasla amel edenlerin mükâfatlandırılacağını müjdelemiş ve ihlaslı olmayanların şeytanın oyunlarına her zaman açık, dolayısıyla da kaybetmeyle karşı karşıya olduklarını ihtar etmiştir.
Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam) da, Cenab-ı Hakk’ın, kullarının sûretlerine değil de kalblerine baktığını ve sadece amelin ihlaslı olanını kabul edeceğini ifade buyurarak bu çok önemli hususa dikkatlerimizi çekmiştir. İhlaslı olmayan amelden geriye sadece karşılıksız bir yorgunluk, açlık veya susuzluk kalacağını ifade buyuran da yine bizzat Efendiler Efendisi’dir.
Bir defasında kendisine, “Bir adam şan ü şeref ve bir karşılık almak için gazaya çıkarsa bunun hakkında ne buyurursunuz?” diye sorulmuş, Efendimiz de üç defa “Onun Allah nezdinde alacağı bir şey yoktur.” dedikten sonra “Allah, ancak Kendi rızası umularak ve Allah için hâlisâne yapılan ihlaslı amelleri kabul eder.” buyurmuştur.(Nesâî, Cihad 24)
İhlasın kıymet ve ehemmiyetini kısaca arz ettikten sonra, bu çalışmada Üstad Bediüzzaman’ın eserleri ışığında, ihlası kıran sebepleri incelemeye çalışacağız.
İhlas, Bediüzzaman Hazretleri’nin, Risale-i Nurlarda en fazla üzerinde durduğu ve fevkalâde bir titizlikle ele aldığı konulardan birisidir. Risalelerin değişik yerlerinde temas etmekle beraber, ‘ehemmiyet’ ve ‘nûrâniyetine’ binaen konuya 20. ve 21. Lem’a olarak iki müstakil bölüm ayıran Üstad Bediüzzaman, bu bölümlerin ilkinde daha ziyade müslüman toplumlarda sorumluluk konumunda olmanın, ikincisinde de iman ve Kur’an’a hizmet dairesinde bulunmanın gerektirdiği mükellefiyetler açısından ihlası ele alır. Üstad, “Bütün kuvvetimizle ihlası kazanmaya mecbur ve ihlasın sırrını kendimizde yerleştirmeye muhtaç” olduğumuzu ifade ederek, 21. Lem’a’nın en az on beş günde bir defa okunmasını istemiştir. Üstad’ın, sıklıkla okunmasını tavsiye ettiği başka risaleleri de vardır; fakat belli zaman periyodu içinde tekrar edilerek okunmasını istediği tek risale işte bu İhlas Risalesi’dir.
Üstad Bediüzzaman’a göre ihlas, en mühim bir esas, en büyük bir kuvvet, en makbul bir şefaatçi, en sağlam bir istinat noktası, hakikate ulaştıran en kestirme bir yol, en makbul bir dua, maksada ulaştırmada en kerametli bir vesile, en yüksek bir haslet ve en duru bir ibadettir. Uhuvvet, ittifak ve ittihat gibi yüksek meziyetler de sadece ihlasla kazanılabilir. Ayrıca, evliyaullahın iltifat, himaye ve destekleri yalnızca ihlasa binaen gelir. Tevfik-i İlahî’nin en önemli vesilesi de yine ihlas ve samimiyettir. İhlasın hususiyetleri bunlarla da sınırlı olmayıp, onda çok daha başka nurlar ve kuvvetler vardır.
Ayrıca içinde yaşadığımız dönem gibi, fitnelerin, bid’atların, dalâletlerin kol gezdiği, her türden düşmanların değişik tazyikatlarla inananlar ve Hak yolda hizmet için gayret edenler üzerinde baskılar oluşturduğu bir zamanda, çok âciz, zayıf ve muhtaç olan bizlerin, üzerimizdeki kulluk mükellefiyetlerini hakkıyla yerine getirebilmek ve bir ihsan-ı İlahî olarak omzumuza konulmuş iman ve Kur’an hizmetini daha ilerilere götürebilmek için ihlası kazanmaya ve korumaya olan ihtiyacımız açıktır. Aksi takdirde, büyük bir mesuliyet altına girmiş, bu kudsî hizmete zarar vermiş, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerdeki şiddetli îkazların elim neticelerine maruz kalmış oluruz. Böyle bir âkıbetten de hiç kimse kendini emin görmemelidir; zira nefs-i emmâre çok mekkar ve çok gaddardır, çok tuzakları vardır.
Üstad Hazretleri eserlerinin değişik yerlerinde ihlasın kırılabileceğini, zedelenebileceğini, bozulabileceğini, kaçabileceğini ve kaybedilebileceğini, dolayısıyla böyle bir kayıp yaşamamak için her zaman teyakkuz hâlinde yaşamamız gerektiğini ifade etmektedir. 21. Lem’a’da,
“Samimî ihlası kıran adam, bu hılletin gayet yüksek kulesinin başından sukût eder. Gayet derin bir çukura düşmek ihtimali var. Ortada tutunacak yer bulamaz.” derken, 20. Lem’a’ya serlevha yaptığı şu hadîs-i şerîfte ifade edilen tehlikeye bir kez daha dikkatleri çekmek istemiş gibidir: “İnsanlar helâk oldu; âlimler müstesna. Âlimler de helâk oldu; ilmiyle amel edenler müstesna. Amel edenler de helâk oldu; ihlas sahipleri müstesna. İhlas sahiplerine gelince, onlar da pek büyük bir tehlike ile karşı karşıyadırlar.”[1]el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 2/415; el-Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn 3/414, 4/179, 362; el-Gazzâlî, Meâricü’l-Kuds s.88.
Üstad Hazretleri’nin “Yılandan, akrepten çekindiğiniz gibi onlardan çekininiz.” dediği ihlası kıran sebepler çoktur. Zaten Üstad da, İhlas Risalesi’nde “Pek çok esbaptan iki-üçünü muhtasaran beyan edeceğiz.” demiştir. Üstad bu sebeplerden bazılarını İhlas Risalelerinde, bazılarını da başta lâhikalar olmak üzere diğer eserlerinde zikretmiştir. Buradan itibaren işte o sebepleri, özetle nakletmeye çalışacağız. İhlası kıran veya onun kıymetini düşüren sebepler şunlardır:
Maddî-Mânevî Rekabet
Üstad Hazretleri’ne göre, maddî herhangi bir şey için yapılan rekabet ve menfaat beklentisi ihlası yavaş yavaş kırar ve hizmete zarar verir. Ayrıca hem o maddî menfaati kaçırır hem de insanı ehl-i hakikat nazarında sakîl bir duruma sokar.
“İnşaallah menfaat-i maddiye sizleri rekabete sevk etmeyecek” diye talebelerine hem dua eden hem de hedef gösteren Üstad, onlara müstağni ve mütevekkil davranmalarını, insanlardan gelecek bir kısım menfaatler hakkında beklentilere girmemelerini tavsiye eder. Üstada göre buna ihtiyaç da yoktur, zira bu millet hakikat ve ahiret için çalışanlara her zaman hürmet beslemiş ve onları hiçbir zaman yardımsız bırakmamıştır.
Uhrevî menfaatler noktasında da aldanmanın mümkün olduğunu söyleyen Üstad Hazretleri, bu türlü bir kayıpla karşı karşıya kalmamak için, şahsi ve cüz’i bir sevapla yetinilmemesini, bunun yerine ihlas, tesanüd, ittihad ve uhuvvet içerisinde iştirak-i a’mâl düsturuyla teşrik-i mesai yaparak hizmet edilmesini öğütlemektedir. O, bu şekilde beraber hareket etmekten kaynaklanan bütün nur ve sevabın, fazl-ı İlahi ile o hizmete iştirak eden her bir ferdin amel defterine tamamıyla gireceğini müjdeler.
“Şahsî, cüz’i bir sevap nerede; iştirak-i a’mâl noktasında tezahür eden sevap ve nur nerede!” diye soran Üstad, “Bu azim kâr, rekabetle ve ihlassızlıkla kaçırılmaz.”der.[2]Lem’alar, Şahdamar Yayınları, sh. 205-207
Üstad Hazretleri sırr-ı ihlasa zarar gelmemesi için müminlere şöyle bir iksir sunar: “Kardeşlerinizin nefislerini nefsinize, şerefte, makamda, teveccühte, hatta menfaat-i maddiye gibi nefsin hoşuna giden şeylerde tercih ediniz.”[3]Lem’alar, sh. 203
Hubb-u Câh
Hubb-u câh kısaca makam sevgisi, şöhret tutkusu ve teveccüh beklentisi; şan, şeref ve rütbe arzusu demektir. Üstad Hazretleri bu hususu değişik yerlerde “Kendini beğendirmeye çalışmak, şahsını medhetmek, satmak ve hodfuruşluk etmek” şeklinde de ifade eder. İhlasa zıt olan bu hali bir ruh hastalığı ve bencilliğin en önemli sebeplerinden biri olarak tavsif eden Üstad, konuyla alâkalı olarak şunları söyler:
“Hubb-u câhtan gelen şöhretperestlik sâikasıyla, şan ve şeref perdesi altında teveccüh-ü âmmeyi kazanmak, nazar-ı dikkati kendine celb etmekle enâniyeti okşamak ve nefs-i emmâreye bir makam vermek en mühim bir maraz-ı ruhî olduğu gibi, ‘şirk-i hafî’ tabir edilen riyâkârlığa, hodfuruşluğa kapı açar, ihlası zedeler.”[4]Lem’alar, sh. 207
Bediüzzaman Hazretleri’ne göre, hubb-u câh da kardeşler arasında rekabete sebep olabilir. Bunun Nur mesleğine bütün bütün münafi olduğunu söyleyen Üstad, uhuvvetteki makamın geniş olduğunu ifade ederek bize şöyle düşünmemizi tavsiye eder:
“Madem kardeşlerin şerefi umumiyetle her ferde ait olabilir; o büyük şeref-i mânevîyi şahsî, hodfuruşâne, rekabetkârâne, cüz’i bir şerefe ve şöhrete feda etmek, Risale-i Nur şakirtlerinden yüz derece uzak olduğu ümidindeyim. Evet, Risale-i Nur şakirtlerinin kalbi, aklı, ruhu böyle aşağı, zararlı, süflî şeylere tenezzül etmez.”[5]Lem’alar, sh. 207
Bu hususa Nurların değişik yerlerinde temas eden Üstad Hazretleri bir yerde de şöyle der:
“Teveccüh-ü nâs istenilmez, belki verilir. Verilse de onunla hoşlanılmaz. Hoşlansa ihlası kaybeder, riyâya girer. Şan ü şeref arzusuyla teveccüh-ü nâs ise; ücret ve mükâfat değil, belki ihlassızlık yüzünden gelen bir itâb ve bir mücâzâttır. Evet, amel-i sâlihin hayatı olan ihlasın zararına teveccüh-ü nâs ve şan ü şeref, kabir kapısına kadar muvakkat olan bir lezzet-i cüz’iyeye mukâbil, kabrin öbür tarafında azab-ı kabir gibi nâhoş bir şekil aldığından; teveccüh-ü nâsı arzu etmek değil, belki ondan ürkmek ve kaçmak lâzımdır.”[6]Lem’alar, sh. 187
Üstad Hazretleri kendisinin insanların teveccühünü asla istemediğini, aksine ondan kaçtığını da şöyle dile getiriyor:
“Eğer asılsız ve riyaya sebep ve ihlası kıracak bir şöhret-i kâzibeyi kırmak için teveccüh-ü âmmeyi hakkımda bozmak murad ise onlara rahmet… Çünkü teveccüh-ü âmmeye mazhar olmak ve halkların nazarında şöhret kazanmak, benim gibi adamlara zarardır zannederim. Benim ile temas edenler beni bilirler ki; şahsıma karşı hürmet istemiyorum, belki nefret ediyorum. Hatta kıymettar mühim bir dostumu, fazla hürmeti için belki elli defa tekdir etmişim.”[7]Mektubat, sh. 68
Korku
Üstad Bediüzzaman’ın insî ve cinnî şeytanların önemli desiselerinden biri olarak ele aldığı ve ‘hiss-i havf’ dediği korku ile kastettiği husus, değişik tehdit, vehim veya endişeler sebebiyle Kur’an hizmetlerinden geri durmaktır. İşte bu korku da ihlası kıran sebeplerden biridir.
Desiseci zalimlerin insanda güçlü bir his olan bu korku damarından istifade ederek, avâmıyla, âlimiyle inananları yıldırdıklarını, çok ehemmiyetsiz vehimlerle çok mühim şeyleri feda ettirdiklerini ve böylece onları yapacakları hayırlı işlerden el çekmeye zorladıklarını ifade eden Bediüzzaman, bu korku ve endişelerin reçetesini de yine Hücümât-ı Sitte risalesinde vermektedir. Yapılacak şey, “Hasbünallahü ve ni’mel-vekîl/Allah bize yeter; O ne güzel vekildir.” kalesine sığınmak ve çok düşük bir ihtimal ile şu kısacık fani hayata bir zarar gelmesi korkusundan, hayat-ı ebediyeye katiyetle zarar verecek bir yola bilerek girmemektir.
Evet, böyle bir vehme, böyle bir endişe ve korkuya ihtiyaç yoktur. Çünkü inanan ve hizmet eden insanlar, yine Üstad Hazretleri’nin defalarca tekrar ettiği ifadesiyle, Rabb-i Rahîm’in inayet ve himayesi altındadırlar.
Tama’
Tama’ diğer ifadesiyle tamah; aç gözlülük, hırs ve doymazlık demektir. Hak rızasına matuf olmayan ne olursa olsun, o hususta hırs göstermek mümin için bir haybet, hüsran ve ziyan sebebi sayılmıştır.
Üstad Bediüzzaman’ın şeytanların üçüncü desisesi ve gazab-ı İlâhî’nin bir sebebi olarak Hücumât-ı Sitte’de şerh ettiği ve kurtulma yollarını gösterdiği tama’ ile kastettiği daha ziyade rızık ve maişet konusunda gösterilen hırstır. Üstad’a göre, bu tama’ zaafı ehl-i diyanetin çoğunun ehl-i dünya ve ehl-i dalâlet tarafından ‘avlandığı’ boşluklardan biridir.
Ona göre bu hırs hastalığından kurtulmanın çaresi, Cenab-ı Hakk’ın Rezzak-ı Hakiki, rızkın da kaderle tayin edilmiş olduğuna inanmak ve hem Rahîm hem Kerîm olan ihsan sahibi Rabb’in rahmetini itham eder ve keremini hafife alır bir surette katiyen başkalarına yüzsuyu dökmemektir. Ayrıca helal ve meşru rızık insanın aczine ve fakrına binaen gelir. Kanaat edip iktisatla davranan bir kimse hiçbir zaman darlık ve yokluğa maruz kalmaz.
Üstad Hazretleri, ehl-i dünyanın, verecekleri şeyleri ucuza vermeyeceğini, çok cüz’i bir dünyalık karşılığında bile ya insanların vicdanlarını yahut bazı mukaddesatı rüşvet olarak almak isteyeceklerini ifade eder. Üstad’ın bu hususta dostlarına tembihi çok nettir:
“Evet, ehl-i dünya, hususan ehl-i dalalet, parasını ucuz vermez, pek pahalı satar. Bir senelik hayat-ı dünyeviyeye bir derece yardım edecek bir mala mukabil, hadsiz bir hayat-ı ebediyeyi tahrip etmeye bazen vesile olur. O pis hırsla, gazab-ı İlahîyi kendine celb eder ve ehl-i dalâletin rızasını celbe çalışır. Ey kardeşlerim! Eğer ehl-i dünyanın dalkavukları ve ehl-i dalaletin münafıkları, sizi, insaniyetin şu zayıf damarı olan tama’ yüzünden yakalasalar, geçen hakikati düşünüp, bu fakir kardeşinizi numûne-i imtisal ediniz.”[8]Mektubat, sh. 472
Tûl-i Emel
Hayat ile ölüm arasındaki perdenin hem çok ince hem de her an aralanabilir olduğundan sarf-ı nazar ederek sonu gelmez dünyevî arzulara kapılmak demek olan tûl-i emel, az önce zikredilen hırsın hem sebebi hem de neticesi gibidir. Aralarında fâsit bir daire (kısır döngü) olduğu da söylenebilir. Tûl-i emel, insana ahireti unutturduğundan, Allah Resûlü’nün (sallallahü aleyhi ve sellem), ümmeti hakkında endişe ettiği hususların başında gelmektedir.
Üstad Hazretleri tûl-i emeli, “İhlası zedeleyen, riyaya ve dünyaya sevk eden” bir hastalık olarak tarif etmiş, sebebinin “tevehhüm-ü ebediyet” yani sonsuza kadar yaşayacağını düşünmek, ilacının da, “Riyadan nefret veren ve ihlası kazandıran rabıta-yı mevt” olduğunu söylemiştir.[9]Lem’alar, sh. 204 Rabıta-yı mevt, bilindiği üzere ölümü düşünüp, dünyanın fani olduğunu mülahaza etmektir.
Keşf ü Keramet Arzusu
Mektûbat’ında İmam Rabbanî Hazretleri’nin, “Hakâik-i imaniyeden bir meselenin inkişafını, binler ezvâk ve mevâcid ve keramâta tercih ederim.” dediğini nakleden Bediüzzaman Hazretleri, Allah’ın dostluğuna talip olanların bütün himmetlerini iman hakikatlerinin takviyesine sarf etmeleri gerektiğini söyler. Önemli olan, keşif ve kerametlere sahip olmak ve bunların zevkini yaşamak değil, Allah nezdinde makbul olan imanı elde etmektir. Üstad’a göre Hak dostları bu tür şeylerin talibi olmadığı gibi, istekleri dışında mazhar oldukları zaman da onları setretmeye çalışır. Üstad bu hususları şöyle ifade eder:
“Ehl-i velâyet, hizmet ve meşakkat ve musibet ve külfeti hoş görüyorlar, nazlanmıyorlar, şekvâ etmiyorlar. ‘Elhamdülillahi alâ külli hâl’ diyorlar. Keşif ve keramet, ezvak ve envar verildiği vakit, bir iltifât-ı İlâhîye nevinden kabul edip setrine çalışıyorlar. Fahre değil, belki şükre, ubudiyete daha ziyade giriyorlar. Çokları o ahvâlin istitar ve inkıtâını istemişler, tâ ki amellerindeki ihlas zedelenmesin. Evet, makbul bir insan hakkında en mühim bir ihsan-ı İlahi, ihsanını ona ihsas etmemektir; tâ niyazdan naza ve şükürden fahre girmesin.
İşte bu hakikate binaendir ki, velâyeti ve tarikati isteyenler, eğer velâyetin bazı tereşşuhâtı olan ezvak ve kerâmâtı isterlerse ve onlara müteveccih ise ve onlardan hoşlansa, bâki, uhrevî meyveleri fânî dünyada, fânî bir surette yemek kabilinden olmakla beraber, velâyetin mayası olan ihlası kaybedip velâyetin kaçmasına meydan açar.”[10]Mektubat, sh. 507-508
Hizmet Karşılığında Beklentilere Girmek
Allah yolunda gösterilen cehd ü gayretleri dünyevi bir kısım beklentilere bağlamamak ihlasın kırılmaması ve kaybolmaması için önemli bir düsturdur. Bu zaviyeden hizmet insanları, sadece Allah’ın hoşnutluğunu hedeflemeli, Allah’ın sevgili kulları olan peygamberler gibi, “in ecriye illâ alallah/benim mükâfatımı verecek sadece Allah’tır.” demelidir.
Lem’alar’da, “Hizmet-i diniyenin mukabilinde dünyada bir şey istenilmemeli ki, ihlas kaçmasın.”[11]Lem’alar, sh. 188 diyen Bediüzzaman Hazretleri, Kastamonu Lâhikası’nda ise bu dünyanın ücret yeri değil de bir hizmet mahalli olduğunu şu cümlelerle ifade eder:
“Bu dünya darü’l-hizmettir; ücret almak yeri değildir. A’mâl-i sâlihanın ücretleri, meyveleri, nurları berzahta, ahirettedir. O bâki meyveleri bu dünyaya çekmek ve bu dünyada onları istemek, ahireti dünyaya tâbî etmek demektir. O amel-i salihin ihlası kırılır, nuru gider. Evet, o meyveler istenilmez, niyet edilmez. Verilse, teşvik için verildiğini düşünüp şükreder.”[12]Kastamonu Lâhikası, sh. 105
Risale-i Nur müellifi Üstad Bediüzzaman, hediye kabul etmemesinin en önemli sebebi olarak da yine ihlasın zedelenmemesini zikreder: “Çok rica ederim ki, gücenmeyiniz, hediyeyi kabul edemedim. Adem-i kabulün esbabı çoktur. En mühim bir sebep, benim, kardeşlerim ve talebelerimle olan münasebetin samimiyetini ve ihlası zedelememektir.”[13]Barla Lâhikası, sh. 117
Ayrıca Nurlar ve nur hizmeti, şahsi kemalat ve manevi makamlar için de alet edilmemelidir. Üstad bir yerde nefsine (ve nefislerimize) hitaben şöyle seslenir: “Sakın, sakın, hakaik-i imaniyenin tefsiri olan Risale-i Nur’u kendi şahsi menfaatlerine ve hatta manevi kemalatlarına ve belalardan ve muzır şeylerden kurtulmaklığına alet yapma. Tâ ki Nur’un en büyük kuvveti olan ihlas-ı hakikî zedelenmesin!”[14]Emirdağ Lâhikası, sh. 347
Hastalık
Bu başlık altında Üstad Bediüzzaman’dan nakledeceğimiz ifadeler oldukça dikkat çekicidir. Ona göre ‘hastalık damarı’ insanda en zayıf damarlardan biri ve yapılacak hizmetlerin önünde dehşetli bir manidir. Üstad niçin öyle olduğunu, ‘sırlı bir hakikattir’ diyerek şöyle dile getirir: “Hastalığa ehemmiyet verdikçe, hiss-i nefs-i cisim galebe eder; “Zarurettir, mecburiyet var.” der, ruh ve kalbi susturur, doktoru müstebit bir hâkim gibi yapar, tavsiyelerine ve gösterdiği ilaçlara itaate mecbur ediyor. Bu ise, fedakarane, ihlasla hizmete zarar verir.”[15]Emirdağ Lâhikası, sh. 232
Üstad’ın ifadeleri yanlış anlaşılmamalıdır. Elbette Cenab-ı Allah’tan sıhhat ve afiyet istenilecek, gerektiğinde doktora başvurulacak, lüzumlu diğer esbaba riayet edilecektir. Burada dikkat çekilen husus ise, hizmet etme imkanı varken hastalıkları bahane ederek hizmetten geri durmanın ihlasla bağdaşmadığıdır.
Netice
Unutulmamalıdır ki, insanların en üstün yanları Allah ile irtibatlarında ve ihlaslarında, en zayıf ve düşük yanları da o irtibatın zayıf olmasında ve ihlassızlıklarındadır. Risale-i Nurlarda defalarca ifade edildiği gibi inananların vazifesi ihlasla Cenab-ı Hakk’a kulluk ve dinine hizmet etmektir. Hizmetteki muvaffakiyet de ihlastan kaynaklanır. İhlas olmayınca tevfik-i İlahi de olmaz. Hakk’ın inayeti olmadan muvaffakiyetin olmayacağı da açıktır. Ayrıca ihlasın da kendi içinde dereceleri, mertebeleri vardır. Onun için hepimiz Cenab-ı Allah’ın bizim için takdir buyurduğu ihlas seviyesini yakalamaya ve o seviyeyi kırmadan, bozmadan, zedelemeden, kaybetmeden muhafaza etmeye mecburuz. İşte yukarıda bir kısmı sıralanan virüs ve hastalıklar o seviyeyi korumanın önündeki en büyük engellerdir. Ayrıca bunlar insî ve cinnî düşmanların insanı rahatlıkla avlayabileceği en zayıf yanlar ve en büyük boşluklardır.
Üstad Bediüzzaman’a göre, bunların hepsi manasız, lüzumsuz, zararlı, kederli, sakil, riyakarane bir kısım süfli hisler ve cüz’i menfaatlerdir. Bu hislere mağlup olan, o cüz’i menfaatlere takılıp peşinde koşanlar hizmet-i kudsiyeyi kısmen zayi etmiş.. “Âyetlerimi az bir fiyatla, yani dünya menfaati karşılığında satmayın.”(Bakara Sûre-i Celîlesi, 2/41; Mâide Sûre-i Celîlesi, 5/44) mealindeki âyetin şiddetli tehdidini nazara almamış, hizmetteki kardeşlerinin hukukuna tecavüz etmiş, iman hakikatlerinin kudsiyetine karşı hürmetsizlikte bulunmuş olurlar. Böyleleri de ya ‘şefkat’ ya da ‘zecr’ tokadına maruz kalırlar.
Merhameti sonsuz Rabbimiz’den kazanma kuşağında bu tür kayıplar yaşamaktan bizi korumasını diliyor ve İhlas Risalesi’nin sonundaki dua ile bu bahsi noktalamak istiyoruz:
Allahım! İhlas hakkı için, bizi bütün davranışlarında ihlası hedefleyen ve ihlasa erdirilmiş kullarından eyle. Âmîn, âmîn!..
Dipnotlar
⇡1 | el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 2/415; el-Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn 3/414, 4/179, 362; el-Gazzâlî, Meâricü’l-Kuds s.88. |
---|---|
⇡2 | Lem’alar, Şahdamar Yayınları, sh. 205-207 |
⇡3 | Lem’alar, sh. 203 |
⇡4, ⇡5 | Lem’alar, sh. 207 |
⇡6 | Lem’alar, sh. 187 |
⇡7 | Mektubat, sh. 68 |
⇡8 | Mektubat, sh. 472 |
⇡9 | Lem’alar, sh. 204 |
⇡10 | Mektubat, sh. 507-508 |
⇡11 | Lem’alar, sh. 188 |
⇡12 | Kastamonu Lâhikası, sh. 105 |
⇡13 | Barla Lâhikası, sh. 117 |
⇡14 | Emirdağ Lâhikası, sh. 347 |
⇡15 | Emirdağ Lâhikası, sh. 232 |