Kur’ân ve Sünnet’in beyanları içinde, insanın imanlı gitmesine sebep ve vesile olarak; Müslüman olarak yaşamak, Müslümanca düşünmek, Müslümanlık çizgisinde bulunmak gibi esaslar beyan edilmiştir. Meselâ, “Başka değil, Müslüman olarak ölmeye bakın!” (Bakara sûresi, 2/132) âyet-i kerimesiyle, zayıf da olsa “Nasıl yaşıyorsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz.”[1]Aliyyülkârî, Mirkâtü’l-mefâtîh 1/332, 7/375, 8/431. hadis-i şerifi bu hakikat etrafında ortaya konmuş esaslardır. Hatta denebilir ki insan, şuuraltıyla ölür, şuuraltıyla dirilir ve ona göre de mükâfat görür.
Bir insan, ruh ve dimağını dünyada ne ile doldurduysa, neyin peşinde koşuyorsa, neyi aziz tuttuysa, neyi gönlünde en mutena yere oturttuysa, buradan göçüp giderken de öyle gidecektir. Tıpkı uyuyan bir insanın, şuuraltı müktesebatının tesirinde konuşup düşünmesi ve ona göre hareket etmesi gibi, ahirette o, bu kazanımıyla yeni bir varlığa erecektir. Evet, burada ruh âlemine ait mekanizmalar nelerle teçhiz edilmişse, öteye de onlarla gidilecektir.
Bundan yedi-sekiz asır evvel yaşamış, dört mezhebin fıkhını çok iyi bilen, tefsirinde dört mezhebin fıkhına da ağırlığınca yer veren Malikî mezhebinin o dev imamı İmam Kurtubî, “et-Tezkire fi ahvâli’l-mevtâ ve umûri’l-âhire” isimli eserinde şöyle demektedir: Devrimizde biz öyle kimselere şahit olduk ki, bunlar, nasıl bir hayat yaşamışlarsa vefat ederken gözlerini o hayata ait mülâhazalarla kapamışlardır. Meselâ birisi “Samanı getirin. Hayvanlara ot verin. Merkepleri dışarıya çekin!”, başka birisi: “Şu çocuğuma bakın. Ben biraz raks edip eğlenmek istiyorum.” diyorlardı.
Evet, insan burada ne ile ömrünü geçirmişse, giderken de onunla gidecektir. Bu sebeple insan, burada ruh ve dimağını iyi şeylerle meşbu kılmaya bakmalıdır. Vâkıa bunlar birer sebep, tabiri caizse birer şart-ı âdi ve Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz lütfunun imdadımıza yetişmesi için sadece birer davetiyedir. İhtimal Kur’ân-ı Kerim de, “Müslüman olarak ölmek dışında başka türlü ölmemeye çalışın!” (Bakara sûresi, 2/132) derken bu hakikati dile getirmektedir.
Bununla beraber, Cenâb-ı Hak, takva dairesi içinde yaşayan bir insanın elinden –hafizanallah– bütün sermayesini alıp onu baş aşağı götürse de O’na kimsenin bir şey demeye hakkı olamaz. Fakat âdet-i ilâhiye ve rahmet-i sübhâniye açısından Allah Teâlâ’nın şimdiye kadar böyle bir şey yaptığını da bilmiyoruz. Firavun, hayatının en son dakikasına kadar firavunca bir hayat yaşamış ve suyun altında, orada dahi yenemediği tereddütlerle boğulurken imansız olarak gitmiştir. Öte yandan küçük bir iman eseri ve iman reşhasıyla ona yürümüş bir insan da Cennetlere yükselmiştir. Allah Resûlü böyle birini hadis-i şeriflerinde şöyle anlatırlar:
Sizden önceki devirlerde yaşayan bir adam, doksan dokuz kişiyi öldürmüş, sonra, “Buranın en büyük âlimi kimdir?” diye soruşturmuştu. Ona bir rahip gösterilmişti. Bunun üzerine o da rahibin yanına giderek ona, “Doksan dokuz adam öldürdüm, tevbe etsem kabul olur mu?” diye sormuştu. Buna karşılık rahip ise, “Tevben kabul olunmaz!” deyince onu da öldürmüş ve sayıyı yüze yükseltmişti. Daha sonra da oranın en büyük âlimini sorup soruşturup ona giderek:
“Ben yüz adam öldürdüm. Tevbe etsem kabul olur mu?” demişti.
Âlim ise ona: “Evet, senin tevbe etmene kim engel olabilir ki? Ancak filân yere git, orada Allah Teâlâ’ya ibadetle meşgul olan insanlar var; onlarla beraber sen de Allah’a ibadet et ve onlarla ol!” tavsiyesinde bulunmuştu.
Bunun üzerine bu adam yola çıktı ve yarı yola vardığında da öldü. Rahmet melekleri de azap melekleri de bir araya geldi ve onun durumunu görüştüler.
Rahmet melekleri: “Bu adam candan tevbe ederek buraya geldi.”
Azap melekleri ise: “Bu kimse hiçbir iyilik yapmamıştır…” şeklinde mukabelede bulundular.
Derken arkadan insan kıyafetinde bir başka melek bunların yanına gelerek onlara şöyle dedi: “İki belde arasındaki mesafeyi ölçünüz. Hangi tarafa daha yakın ise adam o tarafa aittir.” Bunun üzerine mesafe ölçüldü. Adamı varacağı yere daha yakın buldular.. ve adam rahmet meleklerine teslim edildi. (İbn Mâce, diyât 2; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/20.)
Evet, âdet-i ilâhî hep bu istikamette cereyan etmiştir. Binaenaleyh bizler, Cenâb-ı Hakk’ın kulları olarak her zaman O’nun âdet-i sübhânîsine ve rahmetine sığınmalıyız. Aksi takdirde Cenâb-ı Hakk’ın hakkımızda adaletle hüküm vermesi çok defa aleyhimizde olabilir. Vâkıa O, her zaman hayrın şerre rüçhaniyeti cihetiyle hükmetmektedir ama, yine de bizler tir tir titremeliyiz. Allah, bazen bir hayırla insanı affeder, bazen de etmez. O Yüce Yaratıcı’dan dileğimiz, bizi ötede hizlan ve hüsran içinde bırakmasın…
Bazen de şöyle bir durum olabilir. Bir insan hayatının sonuna kadar iyi yaşar, –hadisin ifadesiyle– mü’min olarak doğar, mü’min olarak yaşar, kâfir olarak ölür. Veya kâfir olarak doğar, mü’min olarak yaşar, kâfir olarak ölür. (Tirmizî, fiten 26; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/19.) Bunlarda da yine mü’minin, iman ve mârifetinin, Cenâb-ı Hakk’a karşı kulluğunun, sebebiyet cihetiyle tesiri önemlidir. Evet, bir insan bazen günahlara girebilir, fakat onun içinde öyle bir vefa hissi vardır ki, bu his onu kurtarabilir. Nuayman’ı düşünün. O, ashabdan bir zattı. Müslüman olduktan sonra da uzun zaman zararlı meşrubatı bırakamamıştı ve yasak edildiği hâlde ara sıra içiyordu. Bu sebeple kendisine pek çok defa ceza verilmişti. Yine böyle bir had esnasında sahabinin biri ona sebbetme diyeceğimiz uygun olmayan sözler söylemişti. Bunu gören Allah Resûlü, kaşlarını çatarak rahatsızlığını izhar etmiş ve şöyle demişti: “Susun! O, Allah ve Resûlü’nü çok sever.” (Buhârî, hudûd 4-5; Abdurrezzak, el-Musannef 7/381, 9/246.)
İhtimal Nuayman, bu haram meşrubatı içse de içindeki muhabbet-i ilâhiye çok defa onu vicdan azabı içinde bırakıyordu. O, bu günahı işledikten sonra kim bilir nasıl sızlayıp feryad u figan ediyordu. Kim bilir إِنَّ الْحَسَنَاتِ يُذْهِبْنَ السَّيِّاٰتِ (Hûd sûresi, 11/114) fehvâsınca onun yerine ne güzel haseneler işliyor ve bu haseneler, onun seyyielerini alıp götürüyordu. Aslında hepimizin pek çok seyyiesi vardır. Ancak, çok defa bu seyyielerimizden dolayı Rabbimiz bizi muaheze etmiyor. Bizler, bununla O’nun rahmetinin enginliğini duyuyor ve O’na hamd ü senalarla yöneliyoruz. Bu itibarla her mü’min, diğer mü’min kardeşleri hakkında, “Kusur işleyip günaha girdi. Rabbim onu da Nuayman gibi affeder. Çünkü içinde iman ve muhabbet var.” duygu ve düşüncesi içinde olmalıdır.
Evet, bazen Cenâb-ı Hak, kulunun bazı kusur ve seyyiesine bakmadan, onun güzel tarafını değerlendirir ve onunla o kulunu affeder. Bununla alâkalı şöyle latîf bir misal daha verebiliriz: Hz. Ömer, öyle bir insandır ki O, kendisi gibi, –Efendimiz’in dilinden tanıdığımız ölçülere göre ifade ediyorum– binlerce kişiyi de arkasına alıp, Cennetlere götürecek çapta biridir. Hz. Abbas, işte bu Hz. Ömer’i vefatından sonra rüyasında çok görmek ister. Ancak onu altı ay sonra rüyasında görebilir. Koca halife, Hz. Abbas’a “Hesabı ancak bitirebildik!” der.[2]Bkz.: Şemseddin Sivasî, Menâkıb-ı Çehar-ı Yâr-ı Güzin s.183.
Çok mevsuk olmamakla beraber başka latîf bir vak’ada ise şu hususlar anlatılır: Cenâb-ı Hak, herkesi Cennet nimetleriyle serfiraz kılmada işi bir vesileye bağlar. Bu cümleden olarak, İran’ın içlerine giren, dahası tâ Aral gölü önlerine kadar İslâm ordularını sevk eden ve kılı kırk yararcasına Müslümanlığı yaşayan, çok defa sabahlara kadar âh ü efgân eden, her zaman ölüme hazır bulunan ve daima “Dostlar ülkesine bir sürgün!” deyip bekleyen, dünyada iken ahireti yaşayan, işte bu Hz. Ömer’e kendisinin af vesilesi sorulduğunda o şöyle der: Çocuğun biri elindeki kuşa eziyet edip onu hırpalıyordu. Ben de oradan geçerken çocuğa beş-on kuruş verip kuşu aldım ve onu azad ettim. Bana dendi ki, “Seni bu yüzden bağışladık!”
Evet, insanın hangi küçük şeyle bağışlanacağı hiç belli olmaz. Yanlış anlaşılmasın –hâşâ– Hz. Ömer’in hasenatı yok değildi. Ancak onun bağışlanma ufkuna ulaşmasına bu hareketi vesile olmuştu.
Harun Reşid’in zevce-i mükerreme ve muhteremesi Zübeyde Hatun, hayatı boyunca pek çok hayır ve hasenatta bulunmuş, hususiyle de Arafat ve Müzdelife’ye kadar, hacıların ihtiyaçlarını giderebilmeleri için çeşmeler yaptırmış bir hayır âbidesidir.[3]İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam 10/277; İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-a’yân 2/314. Vefat ettikten sonra Cennet-i Firdevs’te oturduğu görülür ve kendisinin bağışlanma ufkuna ulaşmasına vesile olan şeyin ne olduğu sorulur; o şöyle der: Bir gün meşru dairede yanımda bir çalgı çalınıyordu. Bu esnada ezan-ı Muhammedî sesi duyuldu. Ben, hemen müziği kesmelerini ve ezanı dinlememiz gerektiğini söyledim. İşte bu hareketimden dolayı aff-ı ilâhîye mazhar oldum.[4]Bkz.: Halil İbn Şâhîn, el-İşârât s.871.
Bunun gibi selef-i salihînden daha niceleri böyle küçük şeylerle Cenâb-ı Hakk’ın af ve mağfiretine mazhar olmuş, kanatlanmış ve Firdevs’e uçmuşlardır. Binaenaleyh, bazen bu kadarcık küçük bir şeyle Cenâb-ı Hak, çok kötü yaşamış bir kimsenin yolunu neticede çevirip iyiye doğru götürür ve meyillerinin fenalık istikametinde tesirine meydan vermez. Aslında hepimizin hayatında, yaşanmış bu tür kareler pek çoktur. Meselâ, düşünün ki bir insan, Allah’ın razı olmayacağı bir mekâna gitmeye niyet edip yola çıktı. Şayet oraya gitse, kendisi gitmeyi dilediği için Allah onun istediği şeyi yaratacak, o da o günaha girecekti. Buna itiraz da edemeyecekti. Çünkü kendisi istemişti, tabiri caizse o günaha dilekçe vermişti. Cenâb-ı Hak da bu dilekçeyi kabul etmişti. Bu arada bu insanın içinde bir sadakat hissinin olduğunu kabul edelim. Tefsirciler, فَاذْكُرُون۪ۤي أَذْكُرْكُمْ وَاشْكُرُوا ل۪ي وَلَا تَكْفُرُونِ âyetini şöyle tefsir etmektedirler: “Siz geniş ve rahat zamanınızda Beni anın ki, Ben de kayacağınız zamanda sizi anayım.” (Bakara sûresi, 2/152) Yani siz dünyada Beni anın, Ben de sizi Sırat’ta anayım. Siz iyi zamanda ellerinizi açıp Bana dua edin, Ben de yanlış bir yere doğru gittiğinizde size mâni olayım.
Şimdi sadakatle yaşamış bu insan, Allah’ın razı olmayacağı bir mekâna niyet edip giderken, Allah o kişinin karşısına bir dostunu çıkarıyor ve o dostu onu alıp hayırlı bir yere götürüyor. İşte bu, Cenâb-ı Hakk’ın atâsıdır. Allah, kulunun oraya gitmesini istememiş ve onu bir mü’min kardeşiyle bu şeyden alıkoymuştur. İşte buna atâ-i ilâhî denmektedir. Bu, fevkalâdeden bir durumdur. Öyle ki işte burada bütün sebep ve müsebbepler ters yüz olmuştur.
Sözlerimizi şu duayla noktalayalım: Ey bizim Kerîm Rabbimiz! Bize hidayet verdikten sonra kalblerimizi saptırma ve katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz bağışı bol olan Vehhâb Sensin. Sen, Kendine teveccüh edenleri kaydırmayacağına dair söz verdin. Sen vaadinde hulfetmezsin. Seni bulduktan sonra kalbimizi kaydırma.
***
Dipnotlar