İnsanlar yer yer ve zaman zaman yaptıkları ameller ile başkalarının takdirlerini bekleyebilirler. Bu kabil takdirler ve tebciller karşısında insanın kalb balansını ayarlaması çok önemlidir. Kişi “Allah’ım hakkımda söylenen bu sözleri dua olarak kabul buyur, ayağımı kaydırma, beni bir lahza bile benimle başbaşa bırakma” demelidir. Aksine, insan kendini şımarıklık ve gaflete salarsa, Allah da onun ayağını kaydırabilir. Evet, yapılan takdir ve tebciller, gökten bir nida halinde gelse bile insan bir İ. Rabbani, bir Bediüzzaman edasıyla “Allah’ım, ben çok hakir biri olduğuma o kadar inanmışım ki, şu nidalar benim kanaatımı değiştiremez” diyebilecek ölçüde düşünce duruluğuna ve hazımkâr bir nefse sahip olmalıdır.
Bu konu, üzerinde ne kadar durulsa değer, biz hususi bir zâviyeden önemli bir iki meseleyi işaret edip geçeceğiz.
Birincisi; Allah’a karşı insanların tezkiye edilmesi, ikincisi de; yüze karşı senanın öldürücü olması. Evvela, bilinmelidir ki, Allah Rasulü (s.a.s) yüzüne karşı kardeşini medh eden birine “kardeşinin boynunu kırdın” buyurmuştu. Demek ki o sahabi, bu medhi kaldırabilecek ruhî seviyeye henüz ulaşmamış veya bu bir dersdi. Yine Hz. Peygamber (s.a.s), Osman b. Maz’un’-un cenazesinde bir kadının “Ne mutlu sana! Cennete girdin!” sözleri karşısında kaşlarını çatmış, ve “Ben Allah’ın Peygamberiyim. Bilmiyorum. Sen nereden biliyorsun?” demiştir. Bir başka hadislerinde ise; “Sevdiğin kişiyi ölçülü sev. Birgün gelir düşmanın olabilir. Gadab ettiğin kimseye ölçülü gadab et. Birgün gelir dostun olabilir” buyurmuştur. Bu hadislerin muhtevası ışığında, Bediüzzaman Hazretleri de “mübalağa zımnî yalandır” der. Onun için medih, takdir ve tebcil babında söylenecek sözlerde çok dikkatli, fevkalade temkinli ve dengeli olmak gerekir. Aksi halde, kişi hüsn-ü zannın verdiği makam karşısında konumunu koruyamayan o insanların boynunun kırılmasına -hem de istemeden- vesile olabilir. Bütün bunlar bir tarafa, Allah Rasulünün “Hiç kimseyi Allah’a karşı tezkiye etmem / edemem” beyanları, bu konuda başka hiçbir şeye ihtiyaç bırakmıyacak bir ölçüdür zannediyorum.
Evet, her türlü takdir ve tebcilin üstünde bulunan Nebiler Serveri (s.a.s), “Beni Musa b. İmran’a tercih etmeyin” bir başka yerde “Beni Yunus b. Metta’ya tercih etmeyin” buyurarak, hangi yolun tercih edilmesi gerektiğine işaret etmektedir. Öyleyse, kıyamete kadar bütün mü’minler Hz. Ali vâri hep “insanlardan bir insan olma” mülâhazası içinde bulunmalıdırlar. Bu mülâhazaya kendini kilitleyebilen insan, hiçbir beklentiye girmez, teveccüh-ü nas beklemez, hüsn-ü zannın layık gördüğü makamlara dilbeste olmaz, tabasbus ve riyaya da girmez.
Öte yandan Allah Rasulünün beyan buyurduğu “Ölü, kabirde ehlinin ağlamasından dolayı azab edilir” hakikatının da nazar-ı dikkate alınması gerekir. Gerçi Hz. Aişe validemiz “Hiçbir suçlu, başkasının suçunu yüklenmez” (En’am, 6/164) ayetini delil göstererek bu hadisi red etmiş ise de, hadisçiler, bu hadisin hadis kriterleri açısından sıhhatini kabullenmiş ve ona şöyle bir yorum getirmişlerdir: Arkada kalanlar ölü hakkında, ağıtlar yakar, tevhid akidesine ters, Allah’ın irade, meşiet ve kudretine dokunan dışlayıcı sözler söylerlerse, bu sözler münasebeti ile ölü rahatsız olabilir.
Hasılı, yüze karşı yapılan medhiyeleri hazmedebilecek, hüsn ü zanların verdiği farazî makamları red edebilecek ruh olgunluğuna ulaşmamış kişilere medhiyeler düzme, onları başaşağı götürebilir. Kimbilir, belki de G. A. böyle birisiydi. O, etrafın şişirmesiyle kendini, önce müceddid, sonra Mehdi, sonra Mesih-i Mev’ud görmüş, sonra bununla kalmamış hulul ve ittihad’a inanarak dalâlete düşmüştür. Şahsen ben, Bh.’ın da yoldan sapıttığına inanıyorum. Geçenlerde arkadaşlar Türkiye’de 15-20 kadar Mehdî’liğini ilan eden insandan bahsediyorlardı ki, bunların kaymaları da herhalde aynı yollarla olmuştur.
Söz buraya gelmişken, yaptıkları hizmetlerle dost-düşman hemen herkesin takdirlerini kazanan arkadaşlara bir-iki hususu hatırlatmakda yarar var: Bu çığırın başındaki o büyük zat, o kâmet-i bâlâ, o serv-i revân yapmış olduğu onca devâsâ hizmetlere rağmen diyor ki, “Biz yapageldiğmiz hizmetlerle, ahirzamanda gelecek zâtlara zemin hazırlıyoruz.” Yine o diyor ki, “Sen, ey riyakâr nefsim! Dine hizmet ettim diye gururlanma. “Allah bu dini facir bir adamla da te’yid ve takviye eder” sırrınca, müzekka olmadığın için, belki sen kendini o recül-ü facir bilmelisin. Evet, hizmetini, ubudiyetini, geçen nimetlerin şükrü ve vazife-i fıtrat ve farize-i hilkat ve netice-i san’at bil, ucub ve riyadan kurtul.” Yine o diyor ki; “güneşe müteveccih su kabarcıklarında güneşin aksi bulunur. Onlar karanlığa girdiğinde veya güneşle alâkası kesilince her şey de biter.” Onun bütün hasiyeti güneşi tam aksettirebilmesindedir, yoksa o güneş değildir. Aynen öyle de, sen kabarcıklar misali Allah’tan gelen şeyleri aksettirebiliyorsan ne güzel!”
Görüldüğü gibi bizim çizgimiz bellidir. Bizim en büyük vazife ve misyonumuz kulluktur. Başkalarının medh ü senaları, o medh ü senaların hakkımızda biçtiği makamlarda gözümüz yoktur. Biz, her zaman Hz. Ali’nin “insanlardan bir insan olma” hedefine ulaşmaya çalışmalıyız. Bizim büyüklüğümüz şahs-ı manevidedir. Güncel tabirle tüzel kişiliğimizdedir. Bâki hakikatlar, fani şahısların üzerine bina edilemez.. bina edilse, onlar ahirete irtihal ettiğinde, dava da akîm kalır. Bu açıdan birbirimizle irtibatımızı kavî tutmalı ve sabah-akşam bir ve beraber olma yollarını araştırmalıyız.. araştırmalı ve vahdet-i ruhiyemizi korumaya çalışmalıyız. Kendimizi her daim sıfırlayarak yolumuza devam etmeliyiz. Unutmamalıyız ki, “büyüklerde büyüklüğün alâmeti tevazu ve mahviyettir. Küçüklerde küçüklüğün alâmeti tekebbürdür.” “Ben yaptım, ben ettim” demek şirkin bir uzantısıdır. Ene’yi yırtıp, Nahnü’yü ya da “Hu”yu göstermek bizim vazifemizdir. İman ve Kur’an hizmetinde sırtına palan vurulmuş bir merkep olma, bize bahşedilmiş en büyük lütuf ve ihsandır. Siz böyle bir şeyi kabul etmeseniz bile, ben tereddütsüz kabul eder ve bunu cihanların bana ihsan edilişiyle eşdeğer görürüm. Topluluk içinde ihtilaf çıkarmama, yalanın en küçüğüne dahi tenezzül etmeme de yine vazifelerimiz cümlesindendir. Çeşitli vesilelerle anlattığım şahsî velâyet değil, cemaat veliliğini yakalamak gayemizdir. O halde yapılan /yapılacak olan medh ü senalar bizi bizden almamalı ve vazifelerimizi yapmaya engel teşkil etmemelidir. Bu ise, yukarıdaki esasları benimsemeye ve özümsemeye bağlıdır.