Soru Detayı: Allah Rasulü’nü ümmeti hakkında endişeye sevkeden “şişmanlık, çok uyku, tembellik ve yakîn azlığı”ndan kasdedilen nedir ve bunlar arasında bir telâzumdan/birbirine gerektirmelerinden bahsedilebilir mi?
Allah Rasûlü (s.a.s) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır:
“Ümmetim hakkında en çok korktuğum şeyler: Karın büyüklüğü (göbek bağlamak), çok uyku, tembellik ve yakîn (iman) azlığıdır” (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-ummâl 3/185 (Dârakutnî’den naklen))
Hadiste belirtilen ve Nebiler Serveri’ni korkutan hususlar üzerinde önce kısa kısa durup, sonra bunlar arasındaki irtibata geçelim.
Göbek bağlamak; hadisteki ifadesiyle “kiberu’l-batn” kendini gaflete salıp çok yiyen, yeme ve içmeyi gaye-i hayat edinen ve tabir caizse yemek için yaşayan ve tabii bunun neticesi olarak da olabildiğine şişman olan insan demektir ki bu Allah Rasulü’nün dünya ve ukbâ hayatları adına endişe duyduğu insanların birinci özelliğidir.
Çok uyumak; aslında bu tabir izafîdir. Bugün bir insanın günde ne kadar uykuya ihtiyacı var diye hekimlere sorduğunuzda genellikle 5 saat cevabını alırsınız. Ve hekimler bunun ötesinde bir uykunun insan vücuduna zarar verebileceği üzerinde ısrarla dururlar. Kaldı ki bu meseleye hekimlerin yanı sıra İmam Gazalî’den Bediüzzaman Hazretleri’ne varıncaya kadar birçok ehl-i tahkik parmak basmış ve Allah ile irtibat adına çok uykunun sebebiyet verdiği tehlikeler üzerinde durmuştur. Aynı düşünceden hareketle medrese ve tekkelerde uyku meselesi disipline edilmeye çalışılmış ve uykunun oralarda 3 saate kadar indirildiği olmuştur. Nitekim fakir de bir dönemde bu hususta özen göstermiş ve uykumu 2 saate indirmiştim. Öyle ki bazen 2 saatten fazla uyursam akşama kadar esneyip duruyordum.
Bu açıdan “çok uyku” izafî bir kavramdır. Bazısına 8 saat uyku az, bazısına 3 saat çok gelebilir. Ama ne olursa olsun tıp ilminin verilerine göre günde 5 saat uykunun insan vücuduna yettiği gerçeğinden hareket ederek günlük uykumuzu azamî olarak 5 saate düşürmeli, ondan sonra bunu tedricen daha aşağılara çekmeye gayret göstermeliyiz.
Yalnız bu arada şu hususa dikkatlerinizi çekeyim; yeme ve içmesini disipline edemeyen, önüne her geleni abur-cubur yiyen bir insanın uykusunu azaltması mümkün değildir. Buna hadiste ifade edilen hususların birbiriyle irtibatını ele alırken tekrar döneceğiz.
Tembellik: Allah Rasûlü’nün dualarında Allah’a sığınmış olduğu hususlardan biridir tembellik. İslâm’ın temel felsefesi, varlık âleminin her bir parçasında canlılığın ve hareketin olmasıdır. Bu felsefeye zıt olan hemen her hususa İslâm müdahale etmiştir. Mesela; âtıl olarak bırakılan ve üzerine hiçbir şey ekilip biçilmeyen toprağa, ihyâ etmek şartıyla el koyma hakkı vermiştir. Ticarî hayata sirküle edilmeyip, bir kenarda âtıl bırakılan paranın sahibine ciddi tehditte bulunmuş ve sair hikmetlerinin yanı sıra bu atâleti önleyebilecek bir tedbir olarak o parayı da zekâtı verilmesi gerekli olan mallar arasına almıştır. Tembellik adına cansız eşyaya karşı tavrı bu olan İslâm dininin tembel tembel bir kenarda oturup, âdetâ asalak hayatı yaşayan insana karşı da tavrı herhalde bundan farklı olmayacak, aksine daha sert olacaktır. Nitekim Allah Rasulü’nün yukarıda ifade ettiğimiz duası veya üzerinde durmaya çalıştığımız hadiste onu, ümmeti hakkında korktuğu şeyler arasında sayması bu tavrın bir-iki göstergesinden ibarettir.
Yakîn azlığı: Yakîn’in ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn, hakka’l-yakîn gibi mertebeleri vardır. Buna göre bir insan inandığı hakikatleri ilme dayandırarak yorumlayamıyorsa onun hiç yakîni yok demektir. Yani insan Allah’a, peygamberlere, kitaplara, haşre ve imanın sair unsurlarına olan imanını ilimle besleyememiş, onu kainattan alınıp süzülen afâkî delillere dayayamamış veya enfüsî delillerle irtibatlandıramamış ise, bu insanın hiç ama hiç yakîni yoktur. Dikkatinizi çekerim, yakîn azlığı değil, yakîni yok! Çünkü yakînin başlangıcı ilimdir. İnsan için ondan daha aşağı bir mertebe bahis mevzuu değildir. Zira bunun aşağısı behâimin içinde yaşadığı bir hayattır.
Yakîn mertebelerinin başlangıcı ilimdir dedik. Mesela; şu karşımızda âdetâ meşher gibi serilen kâinat kitabını bir seyyah, bediî zevki olan bir sanatkâr veya ekoloji ilmine vâkıf, onun derinliklerine dalmış bir ilim adamı gibi tetkik etme ve bundan sonra Allah’ın kelâm sıfatından gelen Kur’ân’ı okuyarak Kur’ân ile kâinat arasında köprüler kurup Cenâb-ı Hakk’ı kabullenme, O’na aksine ihtimal vermeyecek ölçüde inanma yakînin ilk mertebesidir ki buna ilme’l-yakîn denilebilir. Şayet insanın ister Allah hakkında, isterse Hz. Muhammed (s.a.s) hakkındaki ilmi, örneğini verdiğimiz bu seviyenin altına düşerse buna hayvanlık denir. Yanlış anlaşılmasın; o kadarcık imanı olan bir insan hayvan değildir. Zira onun da aşağısında iman ile hiç ilgisi olmayan ve Kur’ân’ın “Onlar hayvan, hayır hayvandan da aşağı” (A’raf sûresi, 7/179) dediği kâfirler vardır. Fakat bu durum hayvan sıfatlarından biridir. Onun için fıtratın sınırları içinde yürüyen insanoğlu iradesinin hakkını vermek zorundadır. Böylece kendisi için Allah’ın tayin buyurduğu yolda yürürken, Akif’in şairane konuştuğu bir yerde dediği gibi “hürr-ü mutlak” veya daha doğru bir tabirle “hürr-ü mukayyed” haliyle insanlığı iradesiyle yakalayıp, insan için mukadder olan insanî duygu ve düşünceleri elde etmeli ve o makama yükselmelidir.
Hemen belirtelim ki ilme’l-yakînin de kendi içinde mertebeleri vardır. Mesela; bir insan ağaçların yapraklarına bakar, onlardaki canlılığı, insana anlatmak istediği mânâyı özümsemeye çalışır, onların ifraz ettikleri karbondioksite bakar, gece-gündüz değişimlerine dikkat eder, bitkilerle insanlar arasındaki uyuma göz gezdirir, ihtimal hesaplarını nazara alarak bu hadiselerin rastlantı olabilme durumlarını araştırır, sonra güneşten gelen değişik dalga boyundaki ışınların ağaçlar üzerindeki tesirlerini inceler, o ışınların meyvelerin meydana gelmesindeki katkısını ele alır… İşte insan bu ve buna benzer incelemeler sonucu almış olduğu özlerle marifet peteğini örmeye çalışır. Üstad Hazretleri’nin yaklaşımıyla dışarıdan aldığı bu doneleri içeride bulunan “musaddık-tasdik edici” ile birlikte değerlendirmeye tâbi tutarak bir neticeye ulaşır.[1]Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.585 (Otuzuncu Söz, Birinci Maksat).
Evet, bunca gayret sonucu ulaşılan seviye ilme’l-yakîn’in avamcasıdır. Bunun havassına gelince; buna ulaşmak yukarıda ağaç-yaprak diyerek âdetâ bir çoban anlayışıyla yaklaşıp misalini vermeye çalıştığımız şeyleri bir laborant, bir ilim adamı hassasiyeti içinde ele almakla mümkün olur. O zaman ulaşılan netice riyazî kat’iyet içinde ayrı bir hüviyet kazanır. Dolayısıyla bu insanın imanı “iki kere iki dört eder” kat’iyetini çok aşar ki bu aynı zamanda ayne’l-yakîn’in başlangıcı sayılır.
Burada istidradî olarak bir hususa temas edeyim; Risale-i Nur iman adına ele almış olduğu meselelere bu zaviyeden yaklaşmıştır. Dâvâ-yı nübüvveti temsil etmesi cihetiyle de mebde ile müntehayı bünyesinde cem’ etmiştir. Yani onun satırları arasında çobanlara anlatılan şeyler olduğu gibi, gözlerini her açıp kapayışlarında -haşa!- Allah’a mekân tahsisinin dışında “Rabbim şuradasın” diyecek ve kendisini O’nun kucağına atacak kadar ilerlemiş seviye insanlarının da alacakları marifet dersleri vardır. Bu sebeple Risale-i Nur’dan herkes kendi seviyesine göre istifade eder. Kimisi onun sayfaları arasında yüzer-gezer, kimisi de satır aralarından Allah’ın marifetine giden bin-bir yol bulur ve oralarda seyahat eder. Fakat şunu da ifade edelim, marifetullahın asgarî seviyesine ulaşmış bir insan azamî zühd, azamî takva, azamî ihlas ve azamî velayeti hedef edinerek yoluna devam ettiği müddetçe gerçek marifetin sağnak sağnak yağmur damlaları halinde yağması gibi bir lütufa mazhar olabilir. Tabiî iç âlemleri marifetin sağnak yağmurlarına mazhar olanların imanları da, eşyayı duyuşları da elbette farklı olacaktır.
Ayne’l-yakîn ise; eşyanın çehresinde Allah’ın tecelli edişinin görüldüğü bir mertebedir. Yani insanın “Vallahi ben şu ağaçta Allah’ı görüyorum” dediği mertebe. Yalnız bu, şahsın hususî mütalâasına, sezmesine, hissetmesine bağlıdır ve bu yönüyle objektif değil, bütünüyle sübjektiftir. Bu mertebede insan, çiçeklerin açmasında, ağaçların semalara doğru ser çekmesinde, kuşların cıvıldamasında, suların şırıl şırıl akmasında… hâsılı her şeyde kemmiyetten, keyfiyetten, araz olmaktan münezzeh Cenâb-ı Hakk’ın arkasında, tıpkı Mecnun’un Leyla arkasında koşturduğu gibi devamlı koşturur durur ve sürekli O’nu arar. Şu iz, şu hülya, şu siluet galiba evet galiba O der. Üstad Hazretleri’nin dediği gibi “şiddet-i zuhurundan gizli”[2]Bediüzzaman, Lem’alar s.444 (Münâcât); Şualar s.46, 49 (Üçüncü Şua). yani zıddı, niddi bulunmadığından dolayı gözlerin idrak edemediği ama her şeyden daha âyân olan Allah’ı görme çabasının sergilendiği bir mertebedir bu. Burada insan “buraya kadar mülk, bundan öte melekut” veya “buraya kadar illet, bundan öte ma’lul” gibi net değerlendirmelerde bulunamaz.. bulunamaz zira her varlığın arkasında vicdanıyla Rabbini müşahede edecek kadar his dünyası inkişaf etmiştir.Tasavvufî ifadesiyle “seyr ilallah”a ulaşmıştır. Bu makamda her şeyi ayrı bir zevk, ayrı bir neşe halinde duyuyor ve yaşıyordur. Veya bir hayret makamı olan, elinde kâsesi etraf-ı âlemde baygın baygın, sarhoş sarhoş dolaştığı “seyr fillah”da bulunuyordur. Veya İmam Rabbanî’nin vesilesiyle literatürümüze giren ve ancak velâyet-i kübraya mazhar olanlara nasib olan “seyr billah”da yürüyordur.[3]Bkz.. İmam Rabbânî, el-Mektûbât 2/62 (42. Mektup). Yani halk içinde Hakk’la beraberdir. İrşad ve tebliğ vazifesiyle vazifelidir. İşte bunlar ilme’l-yakîni bütün mertebeleriyle yaşamaktan öte, bizim ancak sözünü ettiğimiz ayne’l-yakîni yaşarlar.
Ve hakka’l-yakîn; o bütün bütün Allah’ta fani olma, O’nun bekâsıyla bekâ’ya erme demektir. Tasavvufî ifadesiyle Fenafillah-bekabillah makamıdır bu. Üstad’ın yaklaşımları içinde “heme ez ost.”[4]Bkz.: Bediüzzaman, Mektubat s.88 (On Sekizinci Mektup, İkinci Mesele-i Mühimme). Yani eşyanın ancak O’nun varlığıyla kâim olduğu hakikatinin bütün mertebeleriyle sezildiği makam.
Aslında bütün bu mertebeler birbirine kuvvet ve destek veren ve iç içe yaşanan mertebelerdir. Bana göre insanın, mutlaka bu mertebelerden hiç olmazsa birinde hissesi olması lazımdır. Aksi halde insan hadisin ifadesiyle Allah Rasûlü’nün “ümmetim hakkında en çok korktuğum” dediği tehlikeli bir daire içine girmiş demektir.
Hadiste ifade buyurulan hususların birbiriyle olan irtibatına gelince; bir insanın hayatında yeme ve içme gaye olmuşsa, onda yakîn’in olması mümkün değildir. Yakîn, hayretin dehşeti içinde yaşayan ve yemesini-içmesini ancak ayakta kalabilecek kadarla sınırlayan kimseler için söz konusudur. İhtimal Nebiler Serveri bu noktayı dikkat nazarlarımıza sunmak için “Ademoğlu karnından daha kötü bir kap doldurmamıştır. Oysa ki Ademoğlu için belini doğrultacak birkaç lokma yeterlidir. Şayet mutlaka yemesi gerekiyorsa, o zaman (midesinin) üçte birini yemek, üçte birini su, üçte birini de nefes için ayırsın” buyurmuştur. (Tirmizî, zühd 47; İbn Mâce, et’ime 50; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/132)
O halde insan midesinin altında kalıp ezilmemeli, yemesini-içmesini disipline eden, edebilen bir irade insanı olmalıdır. Yani mide insanı olmamalıdır. Aksi halde abur-cubur kendini yemeğe salıveren birinin, az uyuması da, tembellikten kurtulması da, yakîne ulaşması da mümkün değildir.
Meseleye bir başka açıdan yaklaşacak olursak, bir insan çok yiyorsa onun şişmanlaması, tabir yerindeyse “kilo insanı” olması gayet normaldir. Böylelerinin kendini uykudan alıkoyması, tembellikten kurtarması imkânsızdır. Dolayısıyla çok yiyen bir insan kendini uykuya salar, uyku onun şişmanlamasını sağlar ve böylece fasit bir daire teşekkül eder. İşte bu tip insanların yukarıda ifade etmeye çalıştığımız gibi yakînden nasiplerinin olması söz konusu değildir. Veya başka bir ifadeyle çok yiyen, çok uyuyan insanların tembel tembel oturmaları ve âdetâ bir ceset insanı olmaları gayet normaldir.
Bu hadis-i şerifte bahis konusu olmasa da Allah Rasulü’nün başka hadislerinde çokça ifade buyurduğu ve tasavvuf büyüklerinin “kıllet-i menam, kıllet-i taam, kıllet-i kelam, uzlet ani’l-enam” diyerek formüle ettikleri hususlar içinde az konuşma ile ilgili birkaç şeyi buna ilave etmek istiyorum.
Bir yerde, mü’min kendi konumu içinde ele alınıp tarifi yapılırken “Sükûtu tefekkür, konuşması da hikmettir” (Bkz.: ed-Deylemî, el-Müsned 1/421.) denilen insandır. Dolayısıyla onun konuşması Rabb’in rızasına matuf bir şekilde Kur’ân veya sünnetin şerhidir. Bu sebeple hakiki mü’min İslâm’ın ruhuyla telifi imkansız olan hoş vakit geçirelim düşüncesiyle hiçbir yerde oturmaz, boş konuşmaz, ahbaplık yapmaz; daha doğrusu yapamaz. O, konuşurken gözleri eşyanın perde arkasına kapalı olanların gözlerini açmak için konuşur. Etrafındakileri insanlığın zirve noktalarına çıkartmak için onlarla beraber olur. Aksi halde hem israf-ı kelâm hem de israf-ı zaman yapıyordur ki dinde bunun hükmü haramdır.
Fakat günümüzde bazı insanlara hak ve hakikati anlatabilmek için önce onlarla diyalog yollarının araştırılması, anlatılacak hususların hüsn-ü kabul görmesi için samimiyetin ilerletilmesi, arada emniyet ve güvenin sağlanması, tarafların birbirlerini daha iyi tanımasının şart olması gibi düşüncelerle fuzûlî gibi gözüken oturup-kalkmalar, sohbetler hatta yeme ve içmeler olabilir. Siz daha önce böyle bir zemini hazırlamadan onlarla tanışır tanışmaz kalkıp marifetullah’tan bahsederseniz onları kaçırırsınız. Hadis ölçüsünde bir sözde “İnsanlarla akılları, idrakleri, mantıkları, muhakemeleri ölçüsünde konuşun” (ed-Deylemî, el-Müsned 1/398.) denir. Onun için Allah’ı tanıtma gibi ulvî bir gayeye matuf yeme ve içmeler, oturup-kalkmalar mazur görülse de, bu gayenin gözetilmediği biraraya gelmelerin, konuşmaların, yemelerin en azından haram şüphesi taşıdığı muhakkaktır.
Netice itibarıyla, mü’min Peygamberinin endişe ederim dediği şişmanlık, çok uyku, tembellik ve yakîn azlığından ve bunlara sebebiyet verebilecek her şeyden yılandan-çıyandan kaçar gibi kaçmak zorundadır. O, İbrahim Hakkı Hazretleri’nin
“Az ye, az uyu, hayrete var, fâni ol An’dan, Bul bekâ, ol An’a mihman gecelerde”
dediği gibi, az yemeli, az uyumalı, hayretin dehşeti içinde yaşamalı ve sonra Rabbinin misafiri olup O’nun enfâs-ı kudsiyesini daima içinde hissetmelidir. Ve gecelerde Râbiatü’l-Adeviyye’nin herkes yatağına çekildikten sonra, kalkıp dediği gibi “Dostlar dostuna kavuştu, işte ben de Sana geliyorum” deyip Allah’a vuslat arzusu içinde coşmalı, aralanan perdelerden maiyet-i İlâhiyeye ulaşmaya çalışmalı, O’nun kapısının tokmağına dokunmalı.. dokunmalı ki yakîn kendisine nasib olsun.
Hâsılı; bu hadisin unsurları arasında öyle bir telazum ve irtibat var ki onları birbirinden ayrı düşünmek mümkün değildir. Ayrıca bu hadisin tıp dünyasını alâkadar eden ve mutlaka tıbbî açıdan incelenmesi gereken yönleri de var. Onu da bu sahanın müstesna simalarına havale ediyoruz.
Kaynak: Prizma II, “İrade İnsanı Olmada Aşılması Gerekenler”
Dipnotlar