Ücret, Arapça bir kelime olup, “Bir iş veya hizmet mukabili verilen hak, o iş ya da hizmet için belirlenen bedel, sa’y ve gayretin karşılığı” demektir. Ücret, çalışmanın hedefi ve tabiî bir netîcesidir.
a) Ücret Teorileri
Ücretin neye göre belirleneceği, nasıl verileceği ve ne zaman ödeneceği meselesi, bugüne kadar iktisatçıları en çok meşgûl eden konulardan biri olagelmiştir ve bu mevzuda çok sayıda ücret teorileri ortaya konmuştur.
“Emek talebi, sermaye arzına bağlıdır” diyerek yola çıkan Adam Smith; emeği bir meta gibi değerlendirip, ücreti emeğin arzı esasına dayandıran Ricardo; “belli bir dönemde millî sermayeden işçi ücretlerine ayrılan fonun işçi sayısına bölünmesi ücret seviyesini belirler” kaidesi üzerine “ücret fonu teorisi”ni kuran John Stuart Mill; “kâr, işçinin ücretinden çalınmış bir haktır ve ücret tamamen emeğe dayalıdır; dolayısıyla elde edilen mâmûlün hepsinde, eş bir ücret standardı olmalıdır” diyen Marks, Batı’da kalabalık taraftar bulan ilk ücret teorilerinin fikir babaları olmuşlardır.
Batı dünyasında en çok kabûl gören ücret teorilerinden biri “marjinal verimlilik teorisi”dir. Bu teoriye göre; ücret seviyesi, üretime katılan sonuncu işçinin marjinal verimliliğine göre belirlenir. Yani marjinal (genel işleyişe ayak uyduramayan, sonuncu) işçinin sağladığı hâsıla artışı ücret seviyesini belirler. Buna göre, emeğin verimliliği arttıkça üretim, üretim arttıkça da ücret artacaktır. Ne var ki, işçiye verilen ücretin, bu teoride ileri sürüldüğü şekilde işçi lehine doğru sarktığı pratikte hiç görülmemiştir ve işçi, ekseriyet îtibâriyle hep asgarî ücret üzerinden muâmele görmüştür. Hatta bazen, asgarî ücret çok aşağıya çekilmiş ve verilen ücretler yüksek gibi gösterilmiştir; fakat, neticede işçinin aldığı ücret onun için hep boğaz tokluğu ölçüsünde kalmıştır.
Batıda geliştirilen bir diğer iyimser ücret teorisi de “pazarlık gücü teorisi”dir. Bu teori, işçinin teşkîlâtlanmasını ve işverene karşı bir güç olarak çıkıp onunla pazarlık yapmasını savunur ve ücret seviyesinin belirlenmesinde bu gücü esas kabûl eder.
Bu iyimser ücret teorileri suistimale uğramadıkları ölçüde zahiren işçi adına faydalı gibi olmuştur. Ancak, bunlardan marjinal verimlilik teorisinde ücretin seviyesi emeğin verimliliğine bağlandığından ve bunun tesbîti de tamamen işverene bırakıldığından kötüye kullanma yolu açıktır. Buna karşılık, pazarlık gücü teorisinin tatbîk görmesi de, istismar edilmesi hâlinde belli ölçüde işverenin mağduriyetine yol açabilir.
Günümüzde durum biraz daha farklıdır. Bilhassa ileri ülkelerde, işçiye eskisine göre daha insanca bir muâmele yapılmaktadır. Tabiî ki, en kötü yollarda ve bâtıl mezheplerde bile bir hakikat tanesi bulunabileceği gibi, zikrettiğim ya da hiç değinmediğim teorilerde de akla, mantığa ve insanî fazilete uygun hususlar bulunabilir. Fakat, rahatlıkla söyleyebilirim ki, İslam’ın teklif ettiği ücret sistemine ve ücret seviyesine henüz hiçbir beşerî sistem ulaşabilmiş değildir.
b) İslam’da Ücret
İşçi, bugüne kadar ne kapitalist ve liberal sistemlerde, ne de komünist ve kolektivist düzenlerde aradığını bulabilmiştir. Her ne kadar Batı’da işçinin hayat standardı eskiye nispetle biraz yükseltilmiş olsa da, yine de o, çarşı ve pazardaki arz-talep unsurlarının belirlediği seviyede bir ücret alamamaktadır. Bu sistemlerin çoğunda arz-talep bütünüyle devlet tekelinde ya da büyük sermaye sahiplerinin güdümünde olduğundan, işçinin, kendi ücret standardını belirleme hususunda hiçbir tercih şansı yoktur. Bütünüyle mukâyese esaslarının ortadan kaldırıldığı bu dünyada işçi, eline verileni öpüp başına koymak zorundadır. Bu sistemlerin tek ortak yanı, hepsinde de işçinin istismar edilmesidir. Birisinde bu istismar makyajlı iken, diğerinde bütün çirkinliği ile ortadadır.
Evet, tekrar etmeliyim ki; İslam’ın teklif ettiği ücret sistemine henüz hiçbir beşerî teori ulaşabilmiş değildir. Ne var ki, bu sistemi iyi anlayabilmek ve onun üstünlüğünü görebilmek için İslam’ın bir bütün olarak ele alınıp değerlendirilmesi ve ona küllî (bütüncül) bir nazarla bakılması gerekmektedir. Çünkü, ücret konusu, işçi ile işveren arasındaki münâsebetlerden sâdece biridir. Bu itibarla, onu müstakil olarak ele almak, istenilen sonucu vermez; dolayısıyla, ücretle birlikte diğer karşılıklı hak ve sorumluluklar da nazara alınmalı ve ücret, bu münâsebetler zincirini meydana getiren halkalardan sadece biri olarak değerlendirilmelidir. Hatta bu mesele, İslam’ın içtimâî ve iktisadî diğer prensip ve müeyyideleri arasındaki yer ve durumuna göre de ele alınıp incelenmelidir.
İslam’a göre işçi ücretlerini miktar olarak belirleyen doğrudan bir ayet veya hadis yoktur; zaten, zamanın ve şartların sürekli değişmesi de bunun böyle olmasını gerektirir. Ancak ayet ve hadislerde adaletli bir ücretin belirlenmesi için bazı ölçüler verilmiştir. Çünkü işin çeşidi, çalışma süresi, beldenin ekonomik şartları ve işçinin becerisi ücretin miktarı üzerinde etkili olan unsurlardır. İslam bütün bu unsurların gözetilmesini gerektiren kaideler vaz’ etmiştir. “Artık ölçüyü, tartıyı tam yapın, insanların haklarını ve ücretlerini eksiltmeyin, halka haksızlık etmeyin!” (A’râf, 7/85) mealindeki ayet-i kerimeden tutun da, insanın bu dünyada yaptığı zerre kadar bir iyiliğin mükafatını ahirette göreceği gibi yine zerre kadar bir kötülükten dolayı da mutlaka cezalandırılacağı hususundaki îkazlara kadar İslam ahlâkının çerçevesini belirleyen bütün dinî emirler işçi haklarına da aynıyla yansımıştır. İşte, müslümanların ücret anlayışı bu zaviyeden değerlendirilmelidir.
İslam’da çeşitli iş ve meslekler için genel ücret miktarları belirlenmemekle beraber, bunun, iş akdi yapılırken tespit edilmesi istenmiştir. Aksi halde iş anlaşmasının geçersiz olacağı ve işçinin çalıştığı günler için emsal ücrete hak kazanacağı belirtilmiştir. Diğer bir ifadeyle, ücret, işçi ile işveren arasındaki pazarlığa bağlıdır; ancak önceden bir pazarlık yapılmadıysa ecr-i misil (emsal ücret) verilir; yani, ücret, bilirkişiler tarafından o gün aynı işi yapan kimselerin aldığı ortalama ücrete ve örfe göre belirlenir. Aslında, böyle bir uygulama işçinin lehinedir ama işverenin herhangi bir haksızlığa uğramasına da müsaade edilmemektedir.
Ücret miktarı tesbit edilirken, işçinin kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin barınma, yeme-içme, giyim-kuşam ve eğitim gibi temel ihtiyaçlarını karşılayacak ölçüde olmasına dikkat edilmelidir. Bu hususlara vurguda bulunan Rasûl-ü Ekrem Efendimiz, şöyle buyurmuştur:
“Şayet, bir kimse bizim işçimiz olarak vazifelendirilirse, barınacak yeri yoksa kendisine bir ev edinsin; bekarsa evlensin; hizmetçiye ihtiyacı varsa o iş için birini tutsun ve eğer biniti yoksa bir binit edinsin. Kim, bunlarla yetinmez de daha fazlasını isterse, o, ya emanete hıyânet edecek veya hırsızlığa düşebilecek birisidir.” (Ebû Dâvûd, harâc 9; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/229).
Bu hadis, ücretlerin, işçilere sağlaması gereken hayat seviyesine işaret etmektedir. Buna göre, bir işçi ücretinden yapacağı tasarruflarla makul süre içinde ev edinebilmeli; bekârsa evlenebilmeli ve arabası yoksa, bir araç satın alabilmelidir. Günümüzün bir kısım fıkıhçılarının yaklaşımına göre, ücretin tesbitinde, işçinin, bu aracı rahat kullanabileceği mali imkanlara sahip olması da hedeflenmelidir ki, aslında, işçinin ürettiği ekonomik değerlerin bedelleri içinde, bu sayılanları karşılayacak ölçüde emek bedeli vardır.
Ayrıca, alış-verişlerde eşya fiyatlarını uzun süre sabit tutmak mümkün olmadığı gibi, emeğin değerini de dondurmak mümkün olmaz. Dolayısıyla, arz etmeye çalıştığım ölçüler içinde ve temel ihtiyaçlara göre, çeşitli meslekler için belirlenecek ücret, eşya fiyatlarında meydana gelebilecek artışlar oranında zaman zaman yeniden tesbit edilmelidir. Temel ölçüler içinde adaletli ücret belirlendikten sonra, paranın değerinin düşmesi ve eşya fiyatlarının yükselmesi nispetinde ücretler de artırılmalıdır.
c) Ücretlerde Farklılık
Ücret mevzuunda üzerinde durulması gereken bir diğer husus da ücretin çeşitliliği meselesidir. Cenâb-ı Hak, insanları ayrı ayrı istidât ve kâbiliyette yaratmıştır. Kâbiliyetlerdeki bu ayrılığın, görülen işe aksetmesi ne derece normal ise, yapılan işlerdeki ayrılığın da ücrete aynı şekilde aksetmesi o derece tabiîdir. Bütün iş ve meslekler eşit emek, eşit yetenek gerektirmediği gibi iş riskleri de farklı farklıdır; dolayısıyla bu unsurlar göz önünde bulundurulduğunda işçilerin eşit ücret almasının gerekmediği anlaşılır. Meselâ; bir inşaat işçisi özel bir eğitim ve yeteneğe gerek olmaksızın çalışabilir. Fakat aynı inşaatın mühendisi, fayans, mermer veya parke döşeyicisi ise ancak özel eğitim ve beceri ile işini yapabilir.
Dünya, insan için duygu ve kâbiliyetlerini inkişaf ettirme yeridir. Onun için de İslam’da, duygu ve kâbiliyetlerin inkişaf ettirilmesine göre mükâfat verme prensibi vardır. Kur’an-ı Kerim’in, “İnsana sa’yinin semeresinden başka bir şey yoktur” (Necm, 53/39) mealindeki ayeti fevkalâde istidât ve kâbiliyetin, fevkalâde muâmeleyi gerektirdiğine de işaret etmektedir ki, bu, İslam’ın ücret ve mükâfat mevzûunda değişmeyen bir prensibidir.
Evet, bu ilahî sistem, beyin gücüyle çalışana da, beden ameliyesinde bulunana da emekleri nispetinde karşılık verme ölçüsünü getirmiştir. Dolayısıyla omuzları üzerinde Hazreti Ömer’in kafasını taşıyana verilecek olan mükâfat ile, hiçbir fikir cehdinde bulunmadan sadece bedenî bir iş yapana verilecek mükâfat her halde aynı olmayacaktır ve olmamalıdır da. Gece-gündüz durmadan işini düşünen ve adeta yirmidört saat mesai yapan bir insanla, birkaç saatlik çalışmadan sonra yan gelip yatan insanı birlikte değerlendirmek elbette âdilâne değildir. Onun için, eşit ücret teorisi dünyanın büyük bölümünde, uzun zaman tamamen beşerin tabiatına, fıtratına ters bir istikâmette işlemiş ve asla her zaman kabûl edilebilir bir tatbîkat olma özelliği gösterememiştir.
Öyle ise istîdâd ve kâbiliyetler, kâmet-i kıymetlerine göre ücret almalıdırlar. Ancak, en aşağı seviyedeki insana verilen ücret de, mutlaka onun insanca yaşamasına yetecek ölçüde olmalı; fazlalıklar ise, insanların o mevzûdaki mahâret ve tecrübelerine göre tespit edilmelidir.
Kaynak: Diriliş Çağrısı, “İslam’da İşci Hakları ve İşçi-İşveren Münasebetleri”