Tercüme, bir sözün anlamının diğer bir dilde dengi bir ifadeyle aynen dile getirmektir. Tercümenin, aslının mânâsına tamamen uygun olması için açıklıkta, delalet ettiği mânâda, kuvvette, doğrulukta, güzel anlatmada, beyan üslûbunda, asıldaki anlatım tarzına uygun olması gerekir. Yoksa tam bir tercüme değil, eksik bir anlatım olmuş olur. Hâlbuki değişik diller arasında ortak noktalar ne kadar çok olursa olsun, her birini diğerinden ayıran pek çok özellik vardır. Onun için dille ilgili bir özelliği olmayıp yalnız akıl ve mantığa hitap eden bazı eserlerin, ilmi seviyeleri ilerlemiş olan dillere tercüme edilebilse de, akla, kalbe, zevke, hislere hitap eden ve dil açısından edebi değere ve sanat zevkine sahip bulunan canlı ve güzel eserlerin tercümelerinde başarı görüldüğü çok azdır, hatta böyle bir tercüme imkânsızdır.
Ne kadar yüksek olursa olsun, edebi şahsiyet kazanmış herhangi bir şahsın, ifade üslûbu, yazıla yazıla az çok taklit edilebilir ve benzeri yazılabilir. Fakat Kur’ân’ın indirildiği dönemden itibaren bütün Arap edebiyatçıları ve belagat ustaları Kur’ân belagatini kendi dillerine örnek edinmiş, bu sayede Arap dili ve edebiyatı açısından yükselmiş oldukları hâlde, Kur’ân nazmını taklit etmeye ve benzerini yazmaya yanaşabilen kimse ortaya çıkmamıştır. O hâlde kendi dilinde bile taklidini yapmak ve benzerini yazmak mümkün olmamış olan Kur’ân’ın, nazım ve üslûbunu diğer bir dilde taklit etmek ve benzerini ortaya koymak elbette mümkün olamaz. Mümkün olmayınca da aynen tercüme edilemeyeceği gibi benzetmek suretiyle hiç tercüme edilemez. Çünkü benzetme yapılamamasının dışında bir de ilmi değeri düşürülmüş, bozulmuş ve Kur’ân’da olmayan şeyler Kur’ân’a eklenmiş olur. Gerçi Kur’ân’da mânâsı bulunmayan hiçbir kelime yoktur. Fakat mânâsı çok derin olan kelimeler bulunduğu gibi, bir kelime etrafında birçok mânânın toplandığı ve bazı ifadelerin –hepsi de doğru olmak üzere– birçok yönlerin, ihtimallerin toplandığı yerler de çoktur ki, bunlar yorum ve tevile bağlıdır. Bunlardan bazılarını doğrudan doğruya tercüme etmek mümkün olsa bile, hepsini bütün yönleriyle tercümeye sığdırmak mümkün olmaz.
Kur’ân’ın tercümesi, mütercimin anlayabildiği kadar bazı şeyleri anlatsa da, gerçek anlamıyla ifade edilmesi çok zordur. Anlattığı şeyler de Kur’ân hükmünde ve değerinde olamaz. Onun mânâları tam olarak anlaşılıp bitirilemez. Bir mânâsı ortaya çıkınca arkasından bir mânâ daha, arkasından bir mânâ daha yüz gösterir. Mümine hitap ederken, kâfire bir korkutma fırlatır, kâfiri korkuturken mümine bir müjde nüktesini uzatır. Halka hitap ederken ileri gelenleri düşündürür. Âlime söylerken cahile dinletir. Cahile söylerken âlime dokundurur. Geçmişten bahsederken geleceği gösterir. Bugünü tasvir ederken yarını anlatır. En basit gözlemlerden en yüksek gerçeklere götürür. Müminlere gaybı anlatırken kâfirleri şimdiki zamanda usandırır. Bütün bunları duruma, makama, yere, zamana ve konuya göre en uygun ve en güzel kelimelerle anlatır. Mesela taşın çatlayıp su çıkardığını anlatırken “yenşakku” (يَنْشَقُّ) veyahut “yeteşekkaku” (يَتَشَقَّقُ) demekle yetinmez ve “Lemmâ yeşşakkaku” (لَمَّا يَشَّقَّقُ) diyerek çatlayışın, akışın bütün fışırtısını, şakırtısını, takırtısını duyurur.
Bundan dolayıdır ki Kur’ân’ın benzeri yapılamadığı gibi, aynen tercümesi de yapılamaz. Her şeyden önce tercümede, seçkin beyan üslûbu kaybolur. Tercümeler, gümüş tenli bir güzelin derisini yüzüp altındaki dokulara donuk cansız bir kumaştan elbise geçirmek gibidir. Bu elbisenin saydam bir kristal olduğunu da farz etsek, onun içinden canlı bir vücudun güzelliğinin görülebileceğini düşünmek yanlış olur. Kur’ân, varlık bahçesinde açılmış gerçek ve benzersiz bir gül kabul edilirse, bu resimde aslının ne maddesi ne kuvveti ne yumuşaklığı ne gelişmesi özetle ne yağı ne kokusu bulunabilir. İşte bunun içindir ki Kur’ân’ı tanıtacak bir meal olsa da Kur’ân’ın hükmünü taşıyamaz, onun yerine konamaz.
Kur’ân’ın tercümesinin mümkün olamayacağını dolayısıyla tercümenin onun yerini tutamayacağını oryantalistler bile itiraf etmektedir. Bunlardan birkaç tane örnek verecek olursak şunlardır:
Cenevre Üniversitesi profesörü ve fahri rektörü Edouard Monted yaptığı Fransızca Kur’ân tercümesinin mukaddimesinde bu hususu açık bir şekilde ifade etmektedir:
“Sûrelerle ilgili ileri sürdüğümüz birçok mesele hakkında ne hüküm verilirse verilsin, Arapça olarak Kur’ân’ı bilenlerin hepsi, bu dinî kitabın güzelliğini, üslubunun son derecedeki mükemmeliyetini ifade etmekte müttefik olacaklardır ki, Avrupa dillerindeki bütün tercümeler, bunu hissettirip ifade etme imkânından mahrumdurlar.” (Edouard Mınted, Le Coran, Paris 1949, p. 53)
Kur’ân mütercimlerinden olan Georges Sale “Kur’ân’ı tarafsız tercümeye gayret ettimse de, okuyucularım Kur’ân metnine sadık bir ifadeye muvaffak olamadığımı göreceklerdir.” (Sebilü’r-Reşad, Sayı 7, s. 310, 1954) demiştir.
İngiliz müsteşrik Marmaduke Pickthal, eserine yazdığı mukaddimede şöyle der:
“Kur’ân tercüme edilemez. En eski İslâm âlimleri buna inanmışlardı. Ben de aynı düşüncedeyim. Onun için Kur’ân’ı tercümeye muvaffak olduğumu iddia etmiyorum. Yalnızca Kur’ân’ın mânâlarını nakletmeğe çalıştım. Buna muvaffak olduysam kendimi bahtiyar sayarım. Fakat bu eser, bu tercüme hiçbir vakit asıl Kur’ân’ın yerini tutamaz.” (Ömer Rıza Doğrul, Tanrı Buyruğu, Önsöz).
Hindistan’ın meşhur Brahman şairi Rabindranat Tagore, Mısır’a yaptığı bir seyahat esnasında doğrudan doğruya İngilizce yazdığı eserler dışında, Hinduca yazdığı kitaplarını da İngilizceye tercüme etmesini isteyenlere şu cevabı vermiştir: “Hinduca yazdığım eserler, kendi fikirlerimi ihtiva etmiş olsalar bile onları İngilizceye tercüme etmekten âcizim. Zira bu tercümede İngiliz dili Hinduca için elverişli değildir.” İnsan, kendi fikirlerini, çok iyi bildiği başka bir dile çevirmekte sıkıntı çeker, bunun imkânsızlığını söylerse, başkalarının fikirlerini başka bir dile tercüme etmenin zorluğu kendiliğinden ortaya çıkmış olur. Beşerin yazdığı tercüme edilemeyeceğine göre, Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın kelamının tercümesi pek tabii olarak imkânsızdır.
Kaynak: Kur’ân İklimine Seyahat, Dr. Muhittin Akgül