Soru Detayı: Altmış yaşında ölen bir kâfir, çocukluk çağını çıkardığımız zaman yaklaşık kırk beş yıl küfür işliyor ve işlediği bu mahdut küfürle ebedî Cehennem’le cezalandırılıyor. Bunu adalet-i ilâhî ile nasıl bağdaştıracağız?
Değerli kardeşimiz,
İsrailoğulları böyle bir mülâhazadan hareketle “Cehennem ateşi, sayılı birkaç gün dışında bize asla dokunmayacak!” (Bakara sûresi, 2/80) demişlerdir. Aslında, amel ve âkıbet arasındaki bu tür münasebete göre Cennet’te de yapılan salih ameller müddetince kalmak gibi bir husus karşımıza çıkar..!
İmanda da küfürde de asıl mesele, niyet ve azme bağlanmıştır. İnsan, üç-beş senelik muvakkat hayatında imanı ve salih ameliyle ebedî Cennet’i kazanabilir. Öyle ki biz, amellerimizle Cennet’e ehil hâle gelemeyebiliriz, ama ciddî bir niyetimiz, cehdimiz vardır. Her sabah, ezanlarla beraber namaza kalkar, Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) davetine icabet eder, mescide koşar; böylece bu fâni dünyada fâni adımlarımızı, ibadetlerimiz ve Hakk’a teveccühlerimizle ebedîleştirebiliriz.
Zira ertesi gün ömrümüz olursa yine kalkma niyeti içindeyizdir.. ve bizde, ebedî olan Allah’a ebedî kulluk yapma arzusu vardır. Yani Allah bizi bu vaziyette bin sene yaşatsa, ciddî bir neşve ve aşk içinde bin sene O’na kulluk yapmayı düşünürüz. Bizim ebedî kulluk niyetimizi Allah, olmuş gibi kabul buyurur, “Mü’minin niyeti, amelinden hayırlıdır.”[1]et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 6/185-186; el-Beyhakî, es-Sünenü’s-suğrâ s.20. fehvâsınca bizi ebedî Cennet’le serfiraz kılar.
Kâfire gelince o, korkunç bir cinayet içindedir. Evet, ne kadar meziyet ve faziletleri de olsa o, kâinatın Sahibi’ni inkâr ve tezyif etmektedir. Her yanda Allah’ın isim ve sıfatları âsârıyla O’nu ilân ettikleri hâlde münkir kalbiyle Allah’ı inkâr etmektedir. Bu, büyük bir cinayettir. Bazıları, falan ilim adamı, filân ilim adamı gibi kimselerin avukatlığını yaparak “Onlar Cehennem’e mi gidecek?” diyedursunlar; evet, eğer onlar da Allah’ı inkâr ediyor, Sahib-i kâinat’ı tanımıyorlarsa elbette Cehennem’e gideceklerdir. Bu mevzuda küfrün şiddetini göstermek için şu basit misali arz etmekte fayda mülâhaza ediyorum:
Bir ülkenin şöyle böyle bir idaresi olsa ve bu idarenin insanî hak ve hürriyetlere de saygısı bulunmasa; masum insanlara ilişilmenin yanında, sokaklar eşkıya ile kaynayıp dursa.. bazı güç odakları sürekli millet malını hortumlasa.. kavî zayıfı ezse.. mazlum kendini ifade edemese… se.. se.. se… Şimdi böyle bir idare karşısında dahi Einstein çapında bir dâhi veya böyle bir dâhiler topluluğu çıksa; çıksa ve size dehâ ürünü bir kısım projeler sunsa, ezcümle: “Size yirmi dört saat içinde bir füze üssü tesis edeceğim. Bunun bütün masrafları da bana ait olacak.. bununla sizi semavî saltanatlara yükselteceğim; ama bir şartım var: Ben sizin hükümeti tanımıyorum. Kimseye hesap vermek de istemem.”
Böyle bir şart karşısında zannediyorum Türkiye, kendisine çok şey kazandıracak bu adama ne bu imkânları verir ne de istediği bu tavizi kabul eder. Çünkü hikmet-i hükümet hâkimiyet ister. Her şey hükümetin inisiyatifiyle olsun ister. Evet, hükümet, Türkiye’yi fezalara çıkaracak bu zatın çalışmasına mâni olur ve belki de ona şöyle der: “Ne yapıyorsan yap ama bizi dinleyecek ve bize itaat edeceksin. Bu meselenin bize göre bir plânlamadan çıkması ve devlet reisinin imza atması gerekir. Çünkü buranın hâkimi biziz. Hâkimi tanımadıktan sonra senin ne meziyetinin ne de faziletinin hiçbir kıymeti yoktur.”
Aynen bunun gibi, şu kâinat, âdeta işleyen muhteşem bir fabrikadır. Tıkır tıkır çalışmakta ve Sahibini ilân etmektedir. Kâfir ise bu muhteşem mekanizma, makine veya saat karşısında bunun yapıcısını ve ustasını tanımamaktadır. Allah inancı olmayan birisi, kalbimizden hücrelerin kalbine kadar her şeyi her an kabza-i tasarrufunda tutan, sevk ve idare eden bir kudret ve kuvvete sahip bulunan, “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” ile kalbimizi, zerrat-ı vücudumuzu ve kâinattaki bütün sistemleri aynı anda hareket ettiren, kontrol eden, muvazene ile yürüten bir Sultan-ı Zişan’ı inkâr etmektedir. İşte küfür böylesine korkunç bir cinayettir ve onun affedilmesi de söz konusu değildir.
Evet, kâfir, kâinattaki bütün güzellikleri tezyif etmektedir. Şöyle ki, antika sanatların dizili olduğu bir meşhergâh (sergi yeri) düşünün. Bu meşherin Sanatkâr’ı, bunları, buradaki gölgeleri görsünler de ahirete ait onların asıllarına iştihaları açılsın diye dizmiştir. Kâfir bu meşhere girmekte ve “Bunların hepsi tesadüftür, esbap ürünüdür, müessir tabiattır.” demekte ve Sanatkâr’ı hiç hatırına getirmemektedir. Bu şekilde, avizeyi idare eden düğmeye dokunulmuş da ortalık karanlıkta kalmış gibi, bu meşhergâh-ı âlemde teşhir edilen o muhteşem sanatların hepsi karanlığa dökülmüş gibi olmaktadır.
Ayrıca kâinat da “Kâfirin bizi tezyife hakkı yoktur!” diyerek bütün zerrâtı ve seyyârâtıyla onun hakkında davacı olma ihtimali vardır. Bu bakımdan bir lahza küfür, bütün kâinatın hukukuna tecavüz olduğundan, kâinatın zerrâtı adedince büyük bir cinayeti tazammun etmektedir. Kâfir de bilerek veya bilmeyerek işte böyle bir cinayeti işlemektedir. Aynı zamanda o sadece böyle bir cinayet işlemekle de kalmayıp, her akşam ve her sabahki inkârıyla, meşhergâh-ı âlemi tezyifte ısrarcı olmakla o mütemadî niyetinin cezasını da görecektir. Eğer o, “Ben bundan dönüyorum” dese kurtulur. Evet, hayatının en son lahzasında dönen kimse de mutlaka kurtuluşa erer. Uhud’da bu hakikati teyit eden şöyle bir hâdise yaşanmıştır:
Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamberliğini duymuş, Medine’de olduğunu öğrenmiş ve O’nun yanına gitmeye karar vermiş Muhayrık adında bir haham vardır. Bu haham, Yunus’un saf bir Anadolu havası içinde dediği gibi,
Araya araya bulsam izini,
İzinin tozuna sürsem yüzümü,
Hak nasip eylese görsem yüzünü,
Yâ Muhammed canım arzular seni!
diyerek araya araya Allah Resûlü’nün izini bulmuş, izinin tozuna yüzünü sürmüş, özlediği cemalini görmek üzere Medine’ye varmıştır. Ama o sırada Medine’de Uhud savaşı olmaktadır. Orada Efendimiz’in şehit olduğu söylentisini duyunca, “Aradığımı buldum fakat kaybettim. Ben niye duruyorum ki…” deyip kılıcını çeker, Allah Resûlü’nü görmeden savaşır ve neticede de şehit düşer.[2]İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 3/51, 4/37. Bu haham, bazı yerlerde “Allah Resûlü’nü görmediği hâlde Müslüman olan, Uhud’da şehit düşen ve bir ölçüde sahabi olmayan kişi kimdir?” diye lugaza olarak sorulur. Bu kutlu şahıs için bir lahzada çok şey olmuş ve onun bütün hayatı nurlanmıştır. Cenâb-ı Hak bizim de encamımızı hayretsin!
Kaynak: Çizgimizi Hecelerken
Selametle kalınız.
Dipnotlar