Râbıta; bağ ve irtibatlandıran mânâlarına gelir. Sofiler onu, dervişin mürşidine özel teveccühü yerinde kullanırlar ki, bunu şu şekilde açabiliriz: Sâlik, doğrudan doğruya envâr-ı tecelliyâttan tam istifâze edemediği -bu kendini liyâkatsız görmeden de kaynaklanabilir- mürşidinin atmosferinde fâni olarak, onun teveccühünün gölgesinde ilâhî tecellileri duymaya çalışmaktır ki, gölgeden çıkıp vesâyetten sıyrılınca Hakk’la muamelesini bizzat da sürdürebilir. Bidayette mürşid böyle bir istifadeye vesile olduğundan, bir üstad ve rehber olarak ona saygıda da kusur edilmez. Aslında belli bir çerçevede, Kur’ân’da, diğer kitaplarda, enbiyâ-ı izâmda -asliyet-zilliyet, metbûiyet-tâbiiyet hususları mahfuz- birer vesiledirler. Ve vesileliğin vüsati ölçüsünde, “insanlara teşekkür etmeyen Allah’a da şükretmemiş demektir” fehvâsınca onların şahsında Allah’a teşekkürde bulunmuş oluruz.
Diğer bir yaklaşımla râbıta, maddi-manevi, muhtemel ya da muhakkak saldırı ve ızrarlara karşı, din ve dince mukaddes sayılan şeylerin muhafazasına kendini adama demektir. Daha geniş bir çerçevede ise, bölünmez, parçalanmaz, kopmaz bir bütünün bünyân-ı mersûs haline gelip sonra da bu yekvücut heyetin, İslâm’ın harîm-i ismetine uzanacak ellere karşı fevkalâde bir hassasiyet ve titizlikle mukabelede bulunması da diyebiliriz. Bunun değişik konulardaki tezahürü farklı farklıdır; meselâ askerlerin, hudut boylarında nâmusumuza, toprağımıza göz diken kimselere karşı, nöbet tutmaları bir râbıtadır. İşte böyle bir râbıtanın, -bu esasları bize anlatan Sâhib-i Şeriatin beyanlarına göre- bir saati bir sene ibadet yapmaya eş değerdir.
Bir ülke insanının, sahip olduğu değerleri, mübarek ve mukaddes düşüncelerini koruma altına almak için beraberlikler tesis etmeleri, dinî, millî kimliklerini koruma mücadelesi vermeleri veya iç ve dış tehditlere karşı kitleleri uyarmaya çalışmaları irşat platformunda bir râbıtadır.
Yukarıdaki hususların müdafaa ve muhafazasıyla alâkalı açılan çığırda, hizmet etme durumunda bulunan fertler: “Kardeşimin namusu benim namusum, onun haysiyeti benim haysiyetim, onun izzeti benim izzetim, onun hizmeti benim hizmetim.. biz hepimiz bir sefinede hizmet eden hademeler hükmündeyiz; bir tanemizin gafleti, bu vapurun batmasına, altüst olmasına sebebiyet verebilir.. biz hepimiz bu fabrikada ayrı ayrı çarklar hükmündeyiz, birimizin tevakkufu, bütün bu fabrikadaki çarkların hepsinin atâletine sebebiyet verebilir.. öyleyse hepimize teker teker, teyakkuz düşüyor” diyerek birbirlerine çok ciddî bir bağla bağlanmaları da ayrı bir râbıtadır.
Sofilerin üzerinde durduğu râbıta -yeri Kalbin Zümrüt Tepeleri- dar, ferdî ve özel bir râbıtadır. Bu şekildeki râbıtayı kabul etmede bir beis yoktur. Nasslara göre izahı kabul ve vesilelik mânâsındaki râbıtayı inkar ise bir bağnazlık ve bir taassuptur. Tabiî onu, sadece şeyhi, mürşidi veya Allah Rasulü’nü tezekkür ve tahattur etme şekline irca etmek de râbıtanın engin mânâsını daraltma demektir.
Tarikatlar râbıtayı şu şekilde uygular; Mürid, mürşit bildiği zatı kendi iki kaşının ortasında, kendisini de onun iki kaşı ortasında gibi mülâhaza eder. Onun şemâilini, hayat tarzını, siretini, iç âlemini tezekkür ve tahattur ederek, onun gibi olmaya çalışır ve kendini öyle olmaya zorlar.
Burada bir bakıma Allah (celle celâluhu) ile kul arasına başka birisi konmuş gibi oluyor. Ancak bunun öyle olmadığı da açıktır. Bize göre bu anlamda râbıta emekleyen bir insanın, tavus kuşu gibi göklerde pervaz eden birinin arkasına takılması ve hedefine ulaşmak için hızını artırması demektir. Bu meseleyi biraz açacak olursak; kişi ister vadinin dibinde, ister dağın zirvesinde olsun, her zaman ellerini Allah’a kaldırıp O’na maksatlarını açar, içini şerheder, rahatlıkla “Senin abd-i kemterin olan benim, Sen’den istedikleri şunlardır.” diyebilir. Fakat meseleyi murâkabe platformu içinde ele aldığı, günahlarını hatırladığı, Rab karşısında acz ve fakrını mütalaa ettiğinde, zaman zaman ümitleri kırılabilir, inkisara düşebilir ve “Ben kim, şu büyük şeyleri isteme kim..?” -bu mülâhaza yanlış olabilir- diyebilir. İşte bu noktada kul murâkabeden râbıtaya çekilip “Allahım benim dilbeste olduğum mürşid-i kâmil şudur, onun el kaldırmalarının gölgesinde ellerimi Sana kaldırıyorum. Onun teveccühünün arkasında Sana teveccüh ediyorum. Onun bülbül gibi söyleyen dilinin arkasında ben de âcizâne bu hissiyatımı ifade etmeye çalışıyorum. Beni bu duruma iten, aczim, fakrım ve onun hakkında hüsn-ü zannım, benim makbul olmayışım onun da makbuliyetidir. O’nun yüzü suyu hürmetine dualarımı kabul eyle..” diyebilir ki işte râbıtanın gerçek mânâsı da budur.
Görüldüğü gibi burada mürşit veya mürşidin mürşidi, Allah ile kul arasına girmiyor, belki kul acz ve fakrını itiraf içinde, haddince bir duruma giriyor ki, bu mânâdaki râbıta, seyr u sülûkun bir zatın gölgesi veya vesâyâsı altında tamamlanmasına, acz ve fakrı idrakle o zata bağlılık ve merbûtiyet içinde yapılan, ibadet ü taatın unvanı oluyor. Böyle olunca da Allah’la (celle celâluhu) kulları arasına kimse girmiş olmuyor. Allah’a kulluk için böyle bir vesile şart olmasa da, onu Allah’la kul arasında vesâteti esas kabul eden sapık mesleklere benzetilmesi de doğru değildir -ki ben böyle râbıta yapan hiçbir tasavvuf ehli veya ekolu tanımıyorum- değil herhangi bir şeyhi, Hz. Mesih’i Allah ile kendi aralarına koyma anlamında bir râbıta hatadır, hatta -neûzü billah- şirktir.
Râbıta kavramı bu temeller üzerine oturtulduktan sonra, ona konu olan Zat’ın kimliği çok önemli değildir. Meselâ benim hayatımda kullukları ile çok ciddî izler bırakmış derin, engin insanlar vardır. Bunlardan birinin -ki sizin çok değer atfetmeyeceğiniz bir insandı ama benim nazarımda çok büyüktü- dua ederken yüzüne bakardım. O duasında boynunu bir tarafa büker, bazen dudaklarını kıpırdatamaz, bir müddet sonra elleri de dudakları da titremeye başlardı. Şahsen ben o zat hayatta iken, onunla beraber namaz kıldığım her anda, onun duasını, dudaklarındaki o kıpırdanışı, yüzündeki o ciddî teessür ve tahassürü, yakalamaya çalışırdım. O zatın vefâtından sonra da çok defa ellerimi kaldırdığımda, onu, o titreyen elleriyle, kıpırdayan dudaklarıyla, buruk boynuyla tezekkür ettim ve ondan ders almaya çalıştım. Eğer bu râbıtaysa böyle bir râbıtada hiçbir mahzur yoktur ve bu kat’iyen tevhide gölge düşürmemektedir.
Evet, katı bağnaz bir kısım kimselerin düşündüğü gibi meseleyi ele alarak, Ebû Yezid el-Bistâmî, Cüneyd el-Bağdâdî ve İmam Şiblî’lerden başlayıp günümüze kadar gelen selef-i sâlihîn’i, hususiyle Hz. Şâh-ı Nakşibendî gibi, âlem-i İslâm’ın önemli bir güneşi olan bir zatı ve onun açtığı çığırda bu işi yapanları hatalı ve kusurlu görme büyük bir günahtır. Hata edenler, işi çığırından çıkaranlar varsa, elimizde ehl-i sünnet ve’l-cemaatin düsturları vardır, biz her şeyi onlara tevfikan -Allah’ın inayetiyle- doğruyu bulabiliriz.
Kaynak: Prizma 4, “Rabıta”