Yönetimin Hz. Ali’ye, sonra da onun çocuklarına ait olduğu ortak fikri etrafında siyasi bir temayül olarak gelişen Şia, Kerbela olayından sonra belirli bir süreç içinde zümreleşmeye başlamıştır. Bu çerçevede, Hz. Ali hakkında aşırı fikirler ileri süren ve kaynaklarda kurucusu ve tesirleri ile ilgili olarak farklı bilgiler bulunan Sebeiyye dikkate alınmazsa, ilk ortaya çıkan hareket Hz. Hüseyin ve arkadaşlarının intikamını alan Muhtar es-Sakafî’nin (ö. 687) önderliğinde gelişen ve bazen onun ismine atıfla Muhtâriyye bazen de Hz. Ali’nin hizmetçisi Keysan’a nispetle Keysâniyye diye anılan fırka olmuştur.
Söz konusu fırkanın tali kolları arasında imamet ve mehdilikle ilgili bazı ihtilaflı görüşler olmakla birlikte, ağırlıklı olarak, Hz. Ali’nin Hz. Fatıma’dan doğma olmayan oğlu Muhammed b. Hanefiyye (ö. 700) önce imam, ölümünden sonra da mehdi olarak kabul edilmiştir.[1]Muhtariyye ve Keysâniyye fırkaları ile bunların mehdilik anlayışları hakkında bk. Şehristânî, el-Milel ve’n-nihal (nşr. Ahmed F. Muhammed), Beyrut 1410/1990, I, 145-146.
Ne var ki fırka bir müddet sonra mevcudiyetini yitirmiştir. Keysâniyye-Muhtâriyye’den sonra ortaya çıkan ikinci Şii grup Zeydiyye olmuştur. Zeynelabidin’in oğlu Zeyd’in ismine nispetle anılan fırka söz konusu imamın Emevîler’e karşı 740 yılında giriştiği başarısız ayaklanmadan sonra oğlu Yahya ve takipçileri döneminde ortaya çıkmış, kendilerine has bir imamet nazariyesi geliştirmiştir. İlk iki halifenin imametini meşru gören Zeydiyye daha üstünü varken faziletli bir kimsenin imametinin caiz olduğunu benimsemiştir. Tarihi gelişimi içinde Taberistan ve Yemen’de siyasi hakimiyetler kurmuş, Yemen’deki varlığı bugüne kadar devam ettirmişlerdir. Mehdilik konusunda imamlarla mehdiliği ileri seviyede ilişkilendiren Zeydiyye özellikleri belli her imamı, başına “mehdi” sıfatı getirerek anmış, gaybette bulunan bir mehdi telakkisini yer vermemiştir.[2]Bk. Şehristânî, a.g.e., I, 153 vd.
İmamlar zincirinde Zeynelabidin’den sonra zikredilen oğlu Muhammed el-Bâkır (ö. 733) siyasi faaliyetlerden uzak kalmış, kendisini ilme ve irşada vermiş, onun vefatından sonra taraftarları iki kola ayrılmış, bir grup imametin oğlu Ca’fer es-Sâdık’a intikal ettiğini ifade ederken, diğer bir kesimi Medine’de bulunan ve orada öldürülmüş olan Muhammed b. Abdullah b. Hasan’ın mehdi olduğunu, gerçekte onun ölmediğini, Mekke yolu üzerindeki bir dağda ikamet ettiğini ve bir gün tekrar ortaya çıkacağını ileri sürmüştür.[3]Hasan b Musa en-Nevbahtî, Fıraku’ş-Şia (Beyrut ts. Dâru’ledvâ), s. 62. Siyasî mezhepler tarihinde yer alamayan bu grup bir süre tamamen kaybolup gitmiştir.
Muhammed el-Bâkır’dan sonra altıncı imam kabul edilen Ca’fer es-Sâdık da babası gibi siyasi faaliyetlerden uzak kalmış ve mesaisini ilmî-dînî alana hasretmiştir. Onun vefatından sonra (765) taraftarları birçok gruba ayrılmış, bazıları Ca’fer’in ölmediğini ve onun mehdi olduğunu ileri sürmüş, bir kısmı Ca’fer’in öldüğünü ve imametin oğlu Musa el-Kâzım’a intikal ettiğini ileri sürmüş, bir kısmı da Ca’fer’in büyük oğlu İsmail’in yedinci imam olduğunu belirtmiştir. Bunlardan ilki kısa zaman içinde tarih sahnesinden çekilmiş, ikincisi İmâmi bir anlayış olarak varlığını devam ettirmiş, son grup ise tamamen batınî karakterde bir fırka oluşturmuştur. İsmailiyye adıyla anılan ve günümüze kadar gelen bu fırka ilk dönemde Muhammed b. İsmail’in gizlenmiş son imam ve mehdi olup tekrar geldiğinde “nâtık” olarak görev yapacağını söylemiş, sonraki dönemlerde söz gelimi, Fatımîler döneminde, bu inanç terk edilerek yerine halen mevcut olan imam kavramı getirilmiştir.[4]İsmailiyye ile ilgili en doyurucu kitap Farhad Daftary’nin The Ismailis: Their History and Doctrines (Cambridge 1990) isimli çalışmasıdır. Kendilerine has dinî-batınî anlayış içinde İsmailiyye Nizâriyye ve Müs’taliyye kolları halinde başta Hint alt kıtası olmak üzere muhtelif yerlerde varlığını sürdürmektedir.
Ca’fer es-Sâdık’tan sonra yedinci imam olarak Musa el-Kâzım’ı kabul edenler, onun 799 yılında ölümünden sonra Ali er-Rıza’yı (ö. 818), sonra da babadan oğla geçmek üzere sırasıyla Muhammed et-Takî (ö. 835), Ali en-Nakî (ö. 868), Hasan el-Askerî (873) ve Muhammed b. Hasan’ı imam, sonuncusunu gâib imam ve mehdi olarak kabul etmiş, böylece Oniki İmam Şiiliği ortaya çıkmıştır. İmam sayısını on iki ile sınırlandırdığı için İsnâaşeriyye, imameti (yönetim) iman esası saydığı için İmamiyye, fıkhî görüşlerini Ca’fer es-Sâdık’a nispet edilen rivayetlere dayandırdığı için Ca’feriyye diye anılan bu fırka giderek gelişmiş ve zaman içinde Şia’yı temsil eden ana kol haline gelmiştir. Bugün Caferilik başta İran ve Irak olmak üzere muhtelif coğrafyalarda İslam toplumunun %6-10’unu temsil eden bir nüfus yoğunluğuna ulaşmıştır.
On iki İmam Şiiliği imamlar döneminde Musa el-Kazım’dan sonra da sürekli ihtilaflar yaşamış, kendisi de aynı fırkaya mensup erken dönem Şia tarihçisi Nevbahtî’nin (ö. 922) kaydına göre, hemen her imamın vefatından sonra belli bir grup, imamın ölmediğini mehdi olduğunu ve bir gün zuhur edeceğini ileri sürmüştür. Sözgelimi, on birinci imam Hasan el-Askerî’nin vefatından sonra taraftarları başlıca on dört kola ayrılmış, meselâ, bunlardan bazıları Hasan el-Askerî’nin ölmediğini ve onun mehdi olduğunu, bazıları, imametin kardeşi Ca’fer’e geçtiğini, bir kısmı onun bir cariyesinden Muhammed isminde bir oğlu olduğunu ve onun mehdi olduğunu beyan etmiştir.[5]Nevbahti, Fıraku’ş-Şia, s. 96 vd. İsnâaşeriyye fırkası bu on dört koldan birisinin devam edip güçlenmesiyle ortaya çıkmıştır.
On iki İmam Şiiliğine göre mehdi kabul edilen Hasan el-Askerî’nin oğlu Muhammed, Samarra’da (Irak) ümmü veled (kendisinden çocuğu olan cariyesi) bir anneden 869 yılında doğmuş, babasının 873 yılında vefatından sonra beş yaşında iken sirdapta (yeraltındaki mahzen) kaybolup gizliliğe çekilmiştir. Bu tarihten 941 yılına kadar Mehdi toplumla ilişkisini özel olarak seçilmiş “sefir”leri aracılığıyla yürütmüştür. “Küçük Gizlilik” (gaybet-i suğra) adı verilen bu dönemde Mehdinin sefiri sıfatıyla Osman b. Saîd, Muhammed b. Osman, Hüseyin b. Rûh, Ali b. Muhammed görev yapmış, bu arada kendisini Mehdi’nin sefiri ilan eden çok sayıda yalancı kimseler zuhur etmiş, nihayet dördüncü sefir ölmeden önce Mehdi’den bir tevki (mühürlü ferman) aldığını belirterek bundan sonra sefir gelmeyeceğini belirtmiştir. Son sefirin 941 yılında vefatından sonra Mehdi’nin tamamen gizlendiğine inanılmış ve bu tarihten zuhur edeceği döneme kadar devam edecek olan süreye “Büyük Gizlilik” (gaybet-i kübra) adı verilmiştir.[6]Gaybetle ilgili yapılan çalışmaların listesi için bk. Jassim M. Hussain, The Occultation of the Twelfth Imam (London 1982), s. 2-11.
On iki İmam Şiiliği’nin giderek gelişmesi ve Abbasî yönetimi içinde müstakil bir hanedanlık olarak Şiî Büveyhîler’in iktidara gelmesiyle birlikte, başta imamet ve mehdilik olmak üzere mezhebin dinî ve siyasî görüşleri işlenmeye başlanıp ilgili rivayetler derlenmiş ve kabul edilebilir bir siyaset nazariyesi geliştirilmeye çalışılmıştır. Bu dönemde mehdilikle ilgili olarak, birbiriyle çelişen pek çok rivayetle karşılaşılmış, bilâhare bunlar süzülerek daha açık bir mehdilik tasavvuru ortaya konulmak istenmiştir. Bu çerçevede, Mehdinin gizlenme sebebi, zuhur alametleri, ne zaman ve nerede zuhur edeceği, yeryüzündeki hâkimiyet müddeti gibi konularda pek çok rivayet ve bu rivayetlere dayalı açıklama getirilmiştir. Özet olarak ifade etmek gerekirse, Mehdi’nin gizlenme sebebi ile ilgili olarak başlangıçta, “dostlarının azlığı, düşmanlarının çokluğu” gerekçe gösterilmiştir.
Özellikle Hasan el-Askerî’nin kardeşi Ca’fer’in çocuğa zarar vermesinden endişe edildiğine dikkat çekilmiştir. Ancak şartların değişmesinin ardından bu gerekçenin yeterli olmadığı düşünülerek bunun ilahî bir sır olduğu, mü’minler için imtihan vesilesi teşkil ettiği, üzerinde fikir yürütülmemesi gerektiği belirtilmiştir.[7]Geniş bilgi için bk. Şeyh Sadûk, Kemâmü’d-din, Kum 1405, s. 479-482; ayrıca bk. Allâme Meclisî, Bihâru’l-envâr, Beyrut 1403/1983, LII, 91-100.
Mehdi’nin zuhurunun alametleriyle ilgili olarak kaynaklarda çok sayıda olaydan söz edilmiştir. Şii biyografi âlimi Muhsin el-Emîn klasik kaynakları süzerek bunlardan yetmiş kadarını eserinde sıralamıştır. Bir fikir vermek üzere bunlardan kimilerine işaret edilebilir: a) Emevî ve Abbasî saltanatlarının ortadan kalkması, b) San’a’da (Yemen) gözünde işaret bulunan bir zatın ortaya çıkması, c) Küfe’nin Süfyânî tarafından kuşatılması, d) Küfe mescidinin duvarının yıkılması, e) Küfe’de yetmiş bin bakirenin esir edilmesi, f) Küfe’nin su yollarının tahrip edilmesi, g) Türklerin Cezire’ye inmesi, h) Bağdat ve Basra’da bazı yerlerin batması, i) Rey şehrinin harap olması, j) Korku, kıtlık, açlık ve taun görülmesi, k) Fakirliğin artması vs.[8]Mehdi’nin zuhurunun alametleriyle ilgili yetmiş kadar olay için bk. Muhsin el-Emîn, A’yânü’ş-Şia, Beyrut 1403/1983, II, 71-81.
Mehdi’nin ortaya çıkacağı yıl ve yerle ilgili olarak da farklı rivayetler yer almıştır. Esasen onun zuhuru ile ilgili olarak vakit tespit etmek yasaklanmış olmakla birlikte, rivayetlerde genel ifadeler kullanılarak, sözgelimi, bir, üç, beş, yedi dokuz gibi tek sayılı senelerde ortaya çıkacağı, Ramazan ayının yirmi üçüncü gecesinde yahut Nevruz gününde yahut Hz. Hüseyin’in şehit edildiği on muharrem aşure günü gibi işaretler verilmiştir. Zuhur yeri ile ilgili olarak da Mekke’de rükün ve makam arasında ortaya çıkacağı, orada namaz kılacağı, daha sonra Küfe’ye geleceği ve orada ne kadar köle varsa hepsini azat edeceği, yolda karşısına çıkacak bütün düşmanlarını yeneceği belirtilmiştir.
Mehdi’nin zuhur ettikten sonra yeryüzünde kuracağı hâkimiyet müddeti ile ilgili olarak da farklı rivayetler ortaya konulmuştur. Meselâ bunların birisinde onun her bir yılı on yıl kadar uzun olan yedi sene olacağı, başka bir rivayette Ashab-ı Kehf’in mağarada kaldıkları süre olan 309 yıl olacağı, diğer bir rivayette de 322 yıl devam edeceği kaydedilmiştir.[9]Mehdi’nin zuhur zamanı, zuhur edeceği yer ve zuhurdan sonra dünyada hakimiyet müddeti gibi konulardaki rivayetler için bk. Mustafa Öz, İmâmiyye Şiası’nda Onikinci İmam ve Mehdi … Okumaya devam et
Diğer taraftan yapılan çalışmalarda, bazı kaynaklarda Hasan el-Askerî’nin oğlu olmadığının kaydedildiği, rivayetlerdeki gizlenme sebeplerinin tarihi süreç içinde bu rivayetleri yanlışladığı ifade edilmiştir. Ayrıca onun zuhurunun alametleriyle ilgili olarak çoğunlukla Kufe, Bağdat gibi belli yerle atıf yapıldığı ve birbiriyle uyuşmayan rivayetlere yer verildiği, bütün bunların söz konusu rivayetlerin zayıflığını gösterdiği ifade edilmiştir. Yine sözgelimi, onun zuhur zamanı, zuhur yeri ve yeryüzündeki hakimiyet müddetiyle ilgili bilgilerin de çelişkili olduğu belirtilmiştir. Öte yandan pek çok rivayetin senedinin hadis senet tekniği açısından problemli olduğu, rivayet zincirinde bilinmeyen kimseler bulunduğu, bunların da rivayetlerin sıhhatini tartışılır hale getirdiği ifade edilmiştir.[10]Geniş bilgi için bk. Ahmed el-Kâtib, Tetavvuru’l-fikri’s-siyâsi’ş-Şia, London 1997, s. 113 vd., 251 vd.
Mehdi’nin hayatta fakat “gizli” olduğu düşüncesi, gizlilik süresinin ne zaman biteceğinin bilinmemesi Şia’da fıkıh alanında, toplumun psikolojisinde, ayrıca siyasi ve fikrî hayatta birçok problemin ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Sözgelimi, fıkıhta cuma namazının hükmü “vacib-i tahyirî” yani isteyenin cuma namazını, isteyenin de o günkü öğle namazını kılabileceği, taarruz cihadının söz konusu olamayacağı gibi hükümlerin verilmesine yol açmıştır. Siyasi olarak ise ilk dönemlerde, Mehdi’yi beklemek icap ettiği, fetva, kaza, humus (ganimet ve kazançların beşte birinin verilmesi), kısıtlanan şahıs ve malları üzerinde velayet vb. hususlarda fakihlere başvurmak gerektiği şeklinde yaklaşımlar ortaya konulmuştur. Daha sonra mehdinin gizliliği döneminde fakihlerin yetki ve sorumluluğunun siyasi ıslahat sahasını da içine aldığı belirtilmiş, bu düşünceler Humeynî tarafından 1979 yılına İran’da gerçekleştirilen devrimle uygulamaya konulmuştur. Velâyet-i fakih adıyla anılan bu anlayışta en âlim ve en faziletli fakih, Mehdi’nin temsilcisi sayılmıştır.[11]Hayrettin Karaman, “Ca’feriyyye”, TDV İslâm Ansiklopedisi, VII, 8. İran dışındaki Şiî dünyanın çoğunlukla benimsemediği bu görüş aynı zamanda Mehdi’nin zuhurunu geciktirecek bir tutum olarak algılanmıştır.
Diğer taraftan Mehdi’nin zuhuru için çeşitli vesilelerle dua eden (accelallahü feraceh: Allah onun zuhurunu çabuklaştırsın) halk, yüzyıllar geçtiği halde onun zuhur etmemesi karşısında, dinî hayat itibariyle yer yer atalet içine girmiştir. Hatta bu vesileyle “mehdiyi bekleme”nin ümitsizlik ve atalet vesilesi olmaması, aksine insanların onun geldiğinde işini kolaylaştırmaya yönelik çalışmalar yapması gerektiği doğrultusunda uyarılar yapılmıştır.[12]Bunun yakın dönemdeki bir örneğini İran devriminin büyük ideologlarından Ali Şeriati’nin Bekleyiş -İntizâr- (trc. Ramazan Karaburçak, Ankara 1991) isimli eseri oluşturur.
Öte yandan yüzyıllar geçtiği halde zuhur etmeyen Mehdi’nin hayatta olduğu ancak kimsenin bilmediği bir yerde gizli bulunduğu inancı, Şia tarihinde bazı kimselerin onunla bağ kurma arayışına girmesine yol açmış, bu çerçevede birtakım gruplar ortaya çıkmıştır. Şüphesiz bunlardan en önemlisi Ahsâiyye, Reştiyye, Bâbiyye ve Bahaiyye çizgisindeki gruplardır. Şeyh Ahmed el-Ahsaî ilkin Mehdi ile temas kuracak “kamil bir Şiî”nin bulunması gerektiğini ileri sürmüş, onun ileri gelen müritlerinden Kâzım er-Reştî beklenen mehdinin yakında zuhur edeceğini ifade etmiş, onun da müritlerinden Mirza Ali Muhammed 1844 yılında önce kendisinin mehdiye açılan bir kapı “bâb” olduğunu, daha sonra da bizzat beklenen Mehdi olduğunu söyleyerek Bâbîlik adlı akımı kurmuştur. Bâb’ın 1850 yılında kurşuna dizilerek idam edilmesinden sonra yakın adamlarından Mirza Hüseyin Ali daha sonra müstakil bir din hüviyeti alacak olan Bahâîliği tesis etmiştir.
Burada ayrıca son günlerde gündeme getirilen, “Mehdi’nin zuhuru için kötülüklerin artması” fikri ile Hüccetiyye grubuna da değinmek gerekir. Şii rivayetlerde, Mehdi’nin ortaya çıkacağından söz edilirken onun “haksızlık ve zulümle dolmuş olan dünyayı adalet ve hakkaniyetle dolduracağı” ifadesine yer verilmiştir.[13]İlgili rivayet hakkında bk. Ebû Ca’fer et-Tûsî, Kitâbü’l-gaybe (nşr. A. Tahrânî ve A. Nâsih), Kum 1411, s. 425.
Çeşitli versiyonları bulunan bu rivayetler Mehdi’nin ortaya çıkmadan önceki dünya şartlarının çok olumsuz bir nitelik taşıyacağını, her yerin zulümlerle kaplanmış olacağını belirtmektedir. Nitekim klasik anlayışta, esas itibariyle yönetimin sahibinin Mehdi olduğu, bu sebeple ona ait görevi başkasının devralmasının yanlış olacağı belirtilmiş olmakla birlikte, bir taraftan da kötülüklerin artmasının siyasi alanda gerçekleşeceği, bu bakımdan fakihlerin gaib imam adına yönetimi üstlenmemesi gerektiği önerilmiştir. Ancak velayet-i fakih doktrini ile bu anlayışın reddedilmesi ve fakihe siyasi yetki ve yönetim imkânının verilmesi klasik anlayışla çelişmiş, bu sebeple birçok Şiî müçtehit klasik anlayışı benimsemeye devam etmiştir.
Diğer taraftan bu kesim Mehdi’nin zuhurunun çabuklaşması için “kötülüklerin artması gerektiği” fikrini işleyen güçlü bir fikir yahut tutum içinde de bulunmamıştır. Ancak 1953 yılında Şeyh Mahmûd Halebî tarafından Bahâîlik’le mücadele etmek üzere kurulan ve ismini, terim olarak imam, özelde mehdi anlamına gelen kelimeden alan Huccetiyye ilk zamanlarda üstü örtülü, bazen baskılardan korkarak çelişkili, giderek de yer yer daha açık biçimde bu düşünceleri dile getirir olmuştur. Bu hareket 1979 İran Devrimi’nde, devrimin dayandığı velayet-i fakih nazariyesinin hem Mehdi’ye saygısızlık olacağını hem de kötülüklerin artmasını önleyeceği için onun zuhurunu geciktireceğini düşünerek destek vermemiş, ancak Humeynî’nin bazı konuşmalarında yaptığı sert göndermelerden çekinerek sessiz kalmayı tercih etmiştir. 1983’ten sonra yeniden güçlenmeye başlayan grup 1999 yılında Halebî’nin vefatından sonra liderliğe Ayetullah Misbâh el-Yezdî’yi getirmiştir.
Yezdî’nin öncülüğünde birkaç yıl zarfında yeniden yapılanan ve söylemini gözden geçiren Huccetiyye 2002-2003 yıllarından itibaren Mehdi’nin zuhurunun çabuklaşması için kötülüklerin yaygınlaşması ve insanlığın kaotik bir ortama itilmesi doğrultusunda görüşler beyan etmiştir. Ülkedeki hâkim anlayış ve genel dengeler açısından faaliyetlerini perdeli ve temkinli biçimde sürdüren gruba doğrudan ve açık bir destek vermese bile üst düzey bazı idarecilerin fikrî bir temayül olarak destek verdiği ifade olunmaktadır.[14]Huccetiyye konusunda bilgi için bk. Bahman Baktiari, Hujjatiyah”, The Oxford Encyclopedia of the Modern Islamic World (ed. J. Esposito ve dğr.), New York 1995, II, 138-139; Mahmoud Sadri, … Okumaya devam et
Sonuç olarak imamet anlayışını merkeze alan Şia, mehdi kavramı ile ilk dönemlerden itibaren iç içe olmuş, imamlar döneminde neredeyse her imamın vefatından sonra, imamın ölmediğini ve mehdi olarak geleceğini ifade eden gruplar ortaya çıkmıştır. Oniki İmam Şiiliğinin “yaşayan fakat gizliliğe çekilmiş” bir mehdi anlayışına ulaşması ilk dönemlerde onun naibi olduğunu söyleyen birçok “yalancı sefir”in çıkmasına yol açmıştır. Diğer taraftan onun gizlenme sebebi, zuhur alametleri, zuhur edeceği yer, zuhur ettiğinde yer yüzündeki hakimiyet müddeti gibi konulardaki rivayetler birbiriyle çelişkili nitelik arz etmiştir. Ayrıca böyle bir mehdi anlayışı fıkhî, siyasî ve toplumsal hayatta birtakım problemlerin gelişmesine neden olmuştur. Özellikle Mehdi’nin zuhurunun “yeryüzünün kötülüklerle dolmuş olmasına” bağlanması hem fikri bir temayül olarak ferdi ve sosyal sorumluluğu ikinci plana iten bir psikolojinin oluşmasına hem de marjinal de bu tür düşünceye sahip çevrelerin teşekkülüne yahut onların cesaretlendirilmesine imkan sağlamıştır.
*Doç. Dr. İlyas Üzüm, Yeni Ümit Dergisi, sayı: 75, 2007.
Şia’nın Ehl-i Sünnet’e Muhalif Bazı İtikadî Görüşleri
Mesih ve Mehdi bekleyişinin dini temelleri nelerdir?
Dipnotlar
⇡1 | Muhtariyye ve Keysâniyye fırkaları ile bunların mehdilik anlayışları hakkında bk. Şehristânî, el-Milel ve’n-nihal (nşr. Ahmed F. Muhammed), Beyrut 1410/1990, I, 145-146. |
---|---|
⇡2 | Bk. Şehristânî, a.g.e., I, 153 vd. |
⇡3 | Hasan b Musa en-Nevbahtî, Fıraku’ş-Şia (Beyrut ts. Dâru’ledvâ), s. 62. |
⇡4 | İsmailiyye ile ilgili en doyurucu kitap Farhad Daftary’nin The Ismailis: Their History and Doctrines (Cambridge 1990) isimli çalışmasıdır. |
⇡5 | Nevbahti, Fıraku’ş-Şia, s. 96 vd. |
⇡6 | Gaybetle ilgili yapılan çalışmaların listesi için bk. Jassim M. Hussain, The Occultation of the Twelfth Imam (London 1982), s. 2-11. |
⇡7 | Geniş bilgi için bk. Şeyh Sadûk, Kemâmü’d-din, Kum 1405, s. 479-482; ayrıca bk. Allâme Meclisî, Bihâru’l-envâr, Beyrut 1403/1983, LII, 91-100. |
⇡8 | Mehdi’nin zuhurunun alametleriyle ilgili yetmiş kadar olay için bk. Muhsin el-Emîn, A’yânü’ş-Şia, Beyrut 1403/1983, II, 71-81. |
⇡9 | Mehdi’nin zuhur zamanı, zuhur edeceği yer ve zuhurdan sonra dünyada hakimiyet müddeti gibi konulardaki rivayetler için bk. Mustafa Öz, İmâmiyye Şiası’nda Onikinci İmam ve Mehdi İnancı, İstanbul 1995, s. 83-87. |
⇡10 | Geniş bilgi için bk. Ahmed el-Kâtib, Tetavvuru’l-fikri’s-siyâsi’ş-Şia, London 1997, s. 113 vd., 251 vd. |
⇡11 | Hayrettin Karaman, “Ca’feriyyye”, TDV İslâm Ansiklopedisi, VII, 8. |
⇡12 | Bunun yakın dönemdeki bir örneğini İran devriminin büyük ideologlarından Ali Şeriati’nin Bekleyiş -İntizâr- (trc. Ramazan Karaburçak, Ankara 1991) isimli eseri oluşturur. |
⇡13 | İlgili rivayet hakkında bk. Ebû Ca’fer et-Tûsî, Kitâbü’l-gaybe (nşr. A. Tahrânî ve A. Nâsih), Kum 1411, s. 425. |
⇡14 | Huccetiyye konusunda bilgi için bk. Bahman Baktiari, Hujjatiyah”, The Oxford Encyclopedia of the Modern Islamic World (ed. J. Esposito ve dğr.), New York 1995, II, 138-139; Mahmoud Sadri, “Hojjatiya”, Encyclopedia Iranica (ed. E. Yarshater), New York, XII, 426-428. |