Hataları itiraf edip pişmanlıkla kıvranmak, fevt edilen sorumlulukları yerine getirerek, yeniden toparlanıp Cenâb-ı Hakk’a yönelmek şeklinde ilk küçük yorumları ile tanıyacağımız tevbe; hakikat ehlince, duyguda, düşüncede, tasavvur ve davranışlarda Zât-ı Ulûhiyet’e karşı içine düşülen muhalefetten kurtulup, O’nun emirleri ve yasakları zaviyesinden, yeniden O’nunla muvafakat ve mutabakata ulaşma gayretidir. Tevbe, sırf bir şeyin vicdanda kerih görülmesinden dolayı, o şeye karşı tiksinti duyulması, terk edilmesi değildir. O, Allah’ın sevmediği, istemediği şeylerden –aklın zâhirî nazarında güzel görünse, yararlı olsa da– uzaklaşıp Hakk’a rücû etmektir.
Bir de “tevbe” sözcüğüne “nasûh” kelimesi ilave edilerek “tevbe-i nasûh” şeklinde kullanılır ki, o da, bir tevcihe göre, “en hâlis, en sâfi, en içten” anlamına, diğer bir tevcihe göre de, “yırtığı, söküğü dikip kapayan, bozulanı ıslah eden ve hiçbir gedik bırakmayacak şekilde onaran tevbe” mânâsına gelir. Yukarıdaki hususların bütününü birden nazara alınca “tevbe-i nasûh”; “hüsn-ü niyet, hulûs-u kalb ve hayır mülâhazasıyla, ferdin kendi adına ve tabiî seviyesine göre, hâlis, ciddî, yürekten tevbede bulunması, dolayısıyla da başkalarına, tıpkı nasihat ediyor gibi hüsn-ü misal teşkil etmesi” mânâlarına gelir ki, Kur’ân-ı Kerim’de, gerçek tevbeden söz edilirken:
يَۤا أَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا تُوبُۤوا إِلَى اللهِ تَوْبَةً نَصُوحًا “Ey iman edenler, Allah’a tevbe-i nasûhla teveccüh edin.”(Tahrîm sûresi, 66/8.)
buyrularak böyle bir tevbeye işaret edilmektedir.
Tevbe, tevbe edenlerin durumu itibarıyla üç bölümde mütalâa edilmiştir:
a. Hakikatlere kapalı avam halkın tevbesi ki, Hakk’a muhalefetin, kalbinde burkuntular hâlinde hissedilmesi ve onun günahını idrak şuuruyla gönlünde buğulaşan bu duyguyu, bütün benliği ile Hak kapısına yönelerek, tevbe ve istiğfarla alâkalı malum sözlerle ifade etmesidir.
b. Perde arkası hakikatlere yeni yeni uyanmaya başlamış havâssın rücûu ki, huzur ve maiyyet âdâbına aykırı her davranış ve her düşünceden sonra, kalbde yoğunlaşıp basîret ufkunu saran büyük-küçük her gaflet karşısında, himmet kanatlarını açıp Hakk’ın rahmet ve inayetine sığınma cehd ü gayretidir. Böyle bir performans gösteren ruh:
اَلتَّائِبُ مِنَ الذَّنْبِ كَمَنْ لَا ذَنْبَ لَهُ، فَإِذَا أَحَبَّ اللهُ عَبْدًا لَمْ يَضُرَّهُ ذَنْبُهُ، ثُمَّ تَلَا: ﴿إِنَّ اللهَ يُحِبُّ التَّوَّابِينَ وَيُحِبُّ الْمُتَطَهِّرِينَ﴾، قِيلَ: يَا رَسُولَ اللهِ وَمَا عَلَامَةُ التَّوْبَةِ؟ قَالَ: اَلنَّدَامَةُ.
“Resûlullah: ‘Günahtan tam dönen, o günahı hiç işlememiş gibidir; Allah bir kulu sevdiği zaman artık ona günahı zarar vermez.’ dedi ve şu meâldeki âyeti okudu: ‘Şüphesiz Allah, çokça tevbe edenleri ve tevbe edip tertemiz olanları sever.’(Bakara sûresi, 2/222.) Tevbenin alâmeti nedir diye sorulunca da buyurdular ki: ‘Gönülden pişmanlıktır.’ ”[1]el-Kuşeyrî, er-Risaletü’l-Kuşeyriyye s.91; İbnü’n-Neccâr, Zeylü Târîhi Bağdâd 18/78. Benzer ifadeler için bkz.: İbn Mâce, zühd 30; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 10/150; … Okumaya devam et hakikatinin tam mazharı bir ruhtur.
c. Yaşayışlarını “Benim gözlerim uyur ama kalbim uyumaz.”(Buhârî, teheccüd 16, teravih 1; Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 125.) ufkunda sürdüren has üstü hasların teveccühüdür ki, kalblerine, sırlarına, ahfâlarına perde olan mâsivâ (Hak’tan gayri her şey) ile alâkalı her ne varsa, bütününü benliklerinin derinliklerinden söküp hiçliğin gayyâlarına atarak, yeniden “nuru’l-enver” (bütün ışıkların hakikî menbaı) ile münasebetlerinin şuuruna ulaşmaları demektir ki, “O ne güzel kuldu! Zira o, sürekli (Allah’a) rücûdaydı.”(Sâd sûresi, 38/30, 44.) gerçeğini gösterir ve “evb” yörüngesinde hareket ederler.
Ferdin, bir kısım iç deformasyonlardan sonra yeniden safvet-i asliyesine dönüp özüyle bütünleşmesi veya sık sık kendini yenilemesi mânâsında tevbe, hemen her mertebesiyle:
1. Gönülden nedamet etmek,
2. Eski hataları ürperti ile hatırlamak,
3. Haksızlıkları gidermek, hakkı tutup kaldırmak,
4. Sorumlulukları yeniden gözden geçirip fevt edilen mükellefiyetleri yerine getirmek,
5. Hata ve inhiraflarla ruhta meydana gelen boşlukları ibadet ü taat ve gece yamaçlarında seyahatle doldurmak,
6. Ve haslar, haslar üstü haslar itibarıyla, zikr u fikr u şükrün dışında geçen hayat için âh ü enîn edip ağlamak; duygu ve düşüncelerine kasdî olarak mâsivâ bulaşmış olabileceği endişesiyle sarsılıp inlemek… gibi hususları ihtiva eder.
Hatanın seviyesi ne olursa olsun, tevbe ederken, yeni günah tasavvurlarına karşı pişmanlık ve tiksinti ile inlemeyen, her şeye rağmen bir kere daha istikamet çizgisinin altına düşebileceği endişesiyle ürpermeyen, Hak’tan uzak kalmanın sonucu olarak, içine düştüğü yanlışlık ve inhiraflardan kurtulmak için Hakk’a kulluğa, kullukta samimiyete sığınmayan, tevbe adına yalan söylemiş sayılır…
Mevlâna bir yerde gerçek tevbenin sembolü ‘nasûh’u şöyle konuşturur:
تُوبه اى كَرْدَمْ حَقِيقَتْ بَا خُدا نَشْكَنَمْ تَا جَانْ شُدنْ اَزْ تَنْ جُدا
بَعْدَ ازان مِحْنَتْ كِرا بارِ دِگر پا رَود سُـوى خَطَر إِلا كه خَر
“Cenâb-ı Hudâ’ya bir hakikî tevbe ettim ki, can tenden ayrılıncaya kadar onu bozmayacağım. Aslında o mihnetten sonra, merkepten başka kim ayağını bir kere daha helâk ve hatar tarafına atar ki..?”
Tevbe bir fazilet yemini, onda sebat ise bir yiğitlik ve irade işidir. Usûlünce tevbe edip sebat edenin şehitler mertebesinde olduğunu Hz. Seyyidü’l-evvâbîn söylüyor.(Bkz.: ed-Deylemî, el-Müsned 2/76.) Tabiî sürekli tevbe ettiği hâlde, bir türlü günah ve inhiraflardan kurtulamayanın tevbe ve istiğfarının, tevvâbların, evvâbların yöneldikleri kapıyla alay olduğunu da…(Bkz.: el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 5/436; İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk 54/72.)
Evet, “Cehennem’den korkarım.” deyip günahlardan kaçınmayan, “Cennet’e müştakım.” deyip amel-i salih işlemeyen, “Peygamber’i severim.” deyip sünnetlere karşı alâkasız kalan biri, iddialarında ciddî olamayacağı gibi, ömrünü kat’î günah ve sûrî tevbeler arasında sürdüren, dolayısıyla da, Hakk’a dönüşlerini isyanlar arası molalara benzeteceğimiz böyle vefanâşinasların samimiyet ve hulûslarını kabul etmek de oldukça zordur.
Sâlikin ilk menzili, tâlibin ilk makamı tevbe, ikinci makamı ise inâbedir. Sofîler arasında, herhangi bir mürşide intisab etme merasiminde temsil edilen usûl, âdâb ve töreye de “inâbe” denildiğini hatırlatıp geçelim… Tevbede, duygu, düşünce ve davranışların, muhalefetten muvafakata, muarazadan mutabakata yönlendirilmesine karşılık, inâbede mevcut mutabakat ve muvafakatın sorgulanması bahis mevzuudur. Tevbe, “seyr ilallah” ufkunda bir seyahat ise, inâbe “seyr fillâh”, evbe de “seyr minallah” kuşağında bir miraçtır.
Bu üç teveccühü şöyle de anlatabiliriz: Ukûbet endişesiyle Hakk’a sığınma bir tevbe; makam ve derecâtı muhafaza arzusuyla O’nda fâni olma bir inâbe; O’ndan başka her şeye kapanma da bir evbedir. Birincisi, bütün mü’minlerin hâlidir ve ezanları da: وَتُوبُۤوا إِلَى اللهِ جَمِيعًا أَيُّهَ الْمُؤْمِنُونَ “Ey iman edenler, hepiniz inhiraflardan vazgeçip Allah’a sığının!”dır.(Nûr sûresi, 24/31.) İkincisi evliyâ ve mukarrabînin vasfıdır; kametleri de, mebde itibarıyla وَأَنِيبُۤوا إِلٰى رَبِّكُمْ “Rabbinize inâbe ediniz.”(Zümer sûresi, 39/54.), müntehâ itibarıyla da: وَجَۤاءَ بِقَلْبٍ مُنِيبٍ “Cenâb-ı Hakk’a saygı dolu bir kalble geldi.”dir.(Kaf sûresi, 50/33.) Üçüncüsü enbiyâ ve mürselînin hususiyetleridir. Şiarları da نِعْمَ الْعَبْدُ إِنَّهُٓ أَوَّابٌ “O ne güzel kuldur! Çünkü o her zaman (Allah’a) rücûdaydı.”(Sâd sûresi, 38/30, 44.) şeklindeki ilâhî takdir ve iltifattır.
Her nerede olursa olsun, maiyyet-i ilâhiyede bulunduğu şuurunu bir nebze bile kaybetmeyenler için tevbe yoktur. Onlardan sâdır olan tevbe mânâsındaki sözler ya inâbe veya evbe mânâlarını ifade etmektedir. Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın, “Günde yetmiş(Buhârî, daavât 3; Tirmizî, tefsîru sûre (47) 1; Ebû Dâvûd, vitr 26.) veya yüz(Müslim, zikir 41; Tirmizî, tefsîru sûre (47) 1; İbn Mâce, edeb 57.) defa istiğfar ederim.” sözlerini başka türlü anlamak da mümkün değildir. Ayrıca tevbe, “kurb” ve “maiyyet”i bilmeyenler içindir. Hayatlarını kurb ufuklarında geçirenler, her tasarruflarına hâkim, her işlerine nigehbân ve onlara her şeyden daha yakın olan Cenâb-ı Hakk’a herhâlde, avamî mânâda rücûu gaflet sayarlar. Bu mertebe, ehl-i vahdet-i vücudun değil, ehl-i vahdet-i şuhudun, onlardan daha çok da Mişkât-ı Muhammed ve Sünnet-i Hazreti Ahmed (aleyhi ekmelüttehâyâ) Hazretlerinin zıllinde seyr u sülûk yapanların mertebesidir. Seviyesi bu mertebeye ulaşmayan ve makam-ıtabiatta vücudla uğraşanlar için evb ve inâbeden ve hele bu makamların müntehâsından söz etmek taklittir ve bâlâpervâzâne sayılır.
اَللّٰهُمَّ اجْعَلْنَا مِنَ الَّذِينَ اٰمَنُوا وَتَابُوا وَأَصْلَحُوا إِنَّكَ غَفُورٌ رَحِيمٌ
وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى مُحَمَّدٍ سَيِّدِ الْمُرْسَلِينَ.
Dipnotlar
⇡1 | el-Kuşeyrî, er-Risaletü’l-Kuşeyriyye s.91; İbnü’n-Neccâr, Zeylü Târîhi Bağdâd 18/78. Benzer ifadeler için bkz.: İbn Mâce, zühd 30; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 10/150; el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 4/375, 5/387, 439. |
---|