İslâm, belli bir giyimi ve kıyafeti emretmez. Mensuplarını belli bir şeklin içine girmeye zorlamaz. Zira, giyim mevsimine göre değiştiği gibi, muhitine göre de değişebilir. Meselâ, yazın sıcak günlerinde beyaz ve bol elbise giyilmesi sıhhî olurken, kışın soğuk günlerinde de biraz dar ve boyalı elbise giymek maslahata uygun olur. Nitekim serin havanın hâkim olduğu memleketimizdeki giyimle, sıcak havanın hiç eksilmediği Arabistan ve Afrika’daki giyim de aynı olması makul olmaz.
Demek ki, giyimde yaşanan iklimin icabı esastır. Ancak burada İslâm’ın emrettiği bir husus hatırdan çıkarılmamalıdır. Hangi renk, moda ve biçimde giyilirse giyilsin, elbise erkekte ve kadında avret yerini mutlaka örtecek, bakanları tahrik edecek şekilde darlık ve kısalıktan kesinlikle azade olacaktır. Avret, kadında (el yüz hariç) bedenin tümüdür. Erkekte ise diz kapakla göbek arasıdır.
Bütün Müslümanların giyiminde bu vasıf bulunacak, avret yerini mutlaka örtecektir. Bu tesettürü temin eden bütün giyimleri İslâmiyet kabul eder, Müslümanın giyimine aykırı bir kıyafet olarak görmez. Mirkatü’l-Mefâtih’te Peygamberimizin bir Rum cübbesi giymiş olduğu kayıtlıdır.
Demek ki, tesettüre ve sıhhata uygun bulunan giyim gayr-i müslim yapısı da olsa giyilebilmektedir ki, Resûl-i Ekrem Efendimiz “bu Rum cübbesidir, giymem” buyurmamışlardır. Osmanlı Müslümanları alta şalvar giyip, üste de cübbe örtünmüştür. Pantolona nispetle şalvar daha sıhhî ve rahat olduğu gibi, pardesüye nispetle de cübbe daha rahat ve kolay giyilmektedir. Nitekim Osmanlı hanımı normal giyiminin üzerine çarşaf örttüğü gibi, eline eldiven takan da olmuş, kendini bunların içinde daha rahat ve emniyette kabul etmiştir. Bütün bunlar, şahsın rahatı, huzuru ve ilâhî emir olan tesettürün gereği olarak düşünülmüştür. Aynı tesettürü temin eden benzeri genişlik ve uzunluktaki giyimleri de makul görmek yanlış olmasa gerektir. Anlaşılan odur ki, tesettürü tam temin etmeyen dar ve kısa giyimlerin hiçbiri İslâmî olmadığı gibi, sıhhî de değildir.
Ahmet Şahin