Sorudan anladığımız kadarıyla asıl istifham mevzusu olan, herhalde süt kardeşliğine terettüp eden süt kardeşlerinin birbiriyle evlenmesinin haram oluşunun sebep ve hikmeti. Kaldı ki evlenmenin haram oluşu, sadece kardeşler arasında cereyan eden bir şey değildir. İslâmî açıdan teknik denebilecek bilgileri sizlere aktarmamız gerekir ki, bu bilgiler bizim hayatımıza tatbik etmekle mükellef olduğumuz ibadetler başta olmak üzere, hemen her fiilin zihnî alt yapısını teşkil edecektir. Böyle zihnî ve fikrî alt yapısı kavî olan insanın ise, mükellef bulunduğu emir ve yasakları kavraması, kabullenmesi ve uygulamasının çok farklı boyutlarda olacağı izahtan varestedir. Yani böylesi kişilerin ameli bütünüyle şuur, idrak, iz’anla müzeyyen bulunacaktır ki, elbette bunun sevabı da, meseleyi taklidi yönden ele alanlardan kat kat fazla olacaktır. Zaten İslam’ın yüce kitabı Kur’ân, bazen baba ve dedelerini körü körüne taklit edenleri zemmederek (Bakara, 2/170; Maide, 5/104; Lokman, 31/21), bazen de “düşünmüyor musunuz?”, “ibret almıyor musunuz?” gibi fezlekelerle biten birçok ayetinde bu hususa temas etmektedir. Ayrıca 14 asırdan bu yana taklidî-tahkikî iman ayırımı yapan, ciltler tutan kitapları ile bunu nazara veren nice İslâm ulemasının bulunduğunu da hatırlatmak isterim.
İslâm hukukunda yapılan tasnife göre Şâri’in bizlere sunmuş olduğu emirler “teklîfî” ve “vaz’î” olmak üzere ikiye ayrılır. Teklifi hükümler vücub, nedb, tahrim, kerahet ve ibaheden ibarettir ki, bunlara bir başka ifade ile vacip (farz), mendup, mekruh, haram ve mubah da deniliyor. Bu kategoriler içine giren emir ve yasaklarda -hassaten farz ve haramlarda- esas olan teslimiyettir. Akıl, bunların bir kısmını sebep ve hikmetleri ile birlikte anlamada zorluk çekebilir. “Aklın kavramakta zorlandığı bir hükmü kabul etmem”demek ise -ki zamanımızda bazıları maalesef bunu söylemektedir- meseleyi tek yönlü yani sadece aklî açıdan ele almanın neticesidir. Halbuki akıl, İslâm’a göre tek başına bilgi sebebi değildir. Her şahsa veya döneme ve o dönemin bilgi seviyesi, kültürü, örf ve âdetleri vb. unsurlarına göre değişkenlik gösterebilecek bir şeyi, evrensel olan İslâm’ın ahkamını kabul etme veya etmemede yegane ölçü olarak alma, insanı her zaman yanılgılar içine düşürecektir, nitekim düşürdüğü gibi.
Kaldı ki A’dan Z’ye bütün verileriyle ayakta ve dimdik olan İslâm’ın bazılarının itiraz parmaklarını yönelttikleri şeylerde ne akla, ne müsbet ilme ve ne de fıtrata ters birşey yoktur. Bakın, M. Fethullah Gülen Hocaefendi konumuzla ilgili yapmış olduğu şu enfes tespitlerinde ne güzel söyler: ‘Dine karşı tevazu ve mahviyet içindedirler; onun ne menkulüyle, ne de ma’kulüyle hiçbir çelişkileri yoktur. Kur’ân’ı Kerim’in beyanat-ı neyyiresi, sünnet-i sahiha ve hasene ile sabit olan her hususa karşı teslimiyet ve iz’ân içinde bulunurlar. Rasulullah tarafından tebliğ edilen, bilhassa temsil edildiği bilinen hiçbir meseleye, akla, kıyasa, zevke, siyasete -aslında dinin ufkunda müstakim akla, sahih kıyasa, selim zevke, şer’î siyasete aykırı hiçbir mevzu yoktur- muhalif görseler bile karşı çıkmazlar.
Bu itibarla, “akıl-nakil çatıştığında, aklı nakle tercih ederiz” sözü tevazudan nasipsiz bencillerin lakırdısı olduğu gibi, “rey ve kıyas nassların önünde gelir” düşüncesi bir inhiraf ve sünnet yolunun dışındaki zevkler, keşifler, kerametler de birer istidraçtır.”[1]Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 116
Bize göre Kur’ân, risalet, evrensellik , sünnetin mahiyeti (ne kadarı vahiy, ne kadarı içtihadî türünden tartışmalara verilen cevaplar) ve bağlayıcılığı gibi, temel sayılabilecek kavramların yerli yerine oturtulamamasından kaynaklanan bu düşünceler, sahiplerini maalesef sözünü ettiğimiz konuma itmiştir. Halbuki bu konular, selef-i salihin devrinde gündeme getirilmiştir. Böylesi düşüncelerin sahipleri ya kendilerine verilen muknî cevaplar sonucu seslerini kesmiş, yada cevap verilmeye dahi tenezzül edilmediğinden dolayı, bir kenarda pusmak zorunda kalmışlardır.
Şimdi teklifi hükümlere tekrar dönecek olursak; bütün çeşitleriyle teklifi hükümler, “bir fiilin yapılması veya yapılmaması ya da yapma ve yapmama noktasında mükellefin muhayyer bırakıldığı hükümlerdir.”[2]A. Kerim Zeydan. El-Veci’z, 26 İşte üzerinde duracağımız süt kardeşliği ve ona terettüp eden şeyler, teklifî hükümlerin içinde yer alır. Bu sebeple Müslümanlar bunları, inkâr çizgisinde neden, niçin demeden, ayet-hadis ve onlardan muktebes fıkhî ahkam doğrultusunda hayatlarına tatbik ile mükelleftirler.
İkinci kısım hükümler ise, vaz’î hükümlerdir. Bunlar “Sâri’in bir şeyi diğerine sebep, şart veya mani kıldığı hükümlerdir.” Yani şer’î hükmün gerçekleşebilmesi, beyan olunan sebep, şart veya mani’nin bulunmasına bağlıdır. Bu konuda misaller verecek olursak; alış veriş; satıma konu olan malın mülkiyetinin el değiştirmesine, nikah; iki ayrı cinsin birbirine helal olmasına sebep, iki erkek şahit nikahın, abdest, namazın sahih olması için şart; vârisin, murisi öldürmesi ise vârisin mirastan istifade edebilmesine mani’dir.[3]A. Kerim Zeydan, el-Veciz, 27.
Aslında burada teklifi ve vaz’î hükümler arasındaki farklar anlatılabilir. Veya İslâm’da yer alan emir ve yasakların yaptığımız bu tasniften ayrı olarak, tafsilî, itikadî, ahlâkî hükümler denilerek yapılan tasnifi, misaller verilerek incelenebilir. Fakat bu kadarcık bir hatırlatmanın, konumuzu aydınlatması açısından yeterli olduğu kanaatiyle, o kapıyı şimdilik açmayacağız.
Ahmet Kurucan
Dipnotlar