Soru Detayı: Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri: “Herkesin iman mukabilinde bu zemin mukabili kadar bağlar ve kasırlar ile müzeyyen ve bâki ve daimi bir tarla ve mülk kazanmak veya kaybetmek davası başına açılmış. Eğer iman vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyunluk taanuyla çoklar o davasını kaybediyor. Hatta bir ehl-i keşif ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesinin kazandığını sekeratte müşahade etmiş; ötekiler kaybetmişler” buyuruyor. Bu durum karşısında halimizden endişe ediyoruz. Ne yapmamızı tavsiye edersiniz?
Kişinin, kendi akıbetinden endişe etmesi çok önemli bir hadisedir. Çünkü bu endişe, Allah’a yönelmenin ve günahlara karşı tavır almanın hem ilk saiki, hem de ilk merhalesini teşkil eder. Bu yönüyle ona, gelecekte tehlikeli hallere maruz kalmamak için, kulun teyakkuza geçmesi ve uyanık olması da diyebiliriz. Halinden endişe etmeyenlere gelince onlar, bir kısım gafilane yaşayanlardır ki, Kur’ân-ı Kerim onların bu halini çarpıcı bir üslupla şöyle anlatır:
“Binasını Allah korkusu ve rızası üzerine kuran kimse mi daha hayırlıdır, yoksa yapısını yıkılacak bir yarın kenarına kurup, onunla beraber kendisi de çöküp cehennem ateşine giden kimse mi? Allah, zalimler topluluğunu doğru yola iletmez.” (Tevbe, 9/109)
Ayette geçen “cüruf” kelimesi, dere kenarında sel sularının dibini yalayıp oyduğu toprak parçasını ifade etmektedir ki bu, her an yıkılmaya hazır bir yar demektir. Bu toprak parçası üzerine yapılan binanın ne kadar çürük olacağını ise varın siz tasavvur edin. İşte ameline güvenen ve akıbetinden endişe etmeyen insanlar da, tıpkı bu toprak parçası üzerine yapılan ev gibi, her an bir kayma ve yıkılma ile karşı karşıyadırlar.
Evet, Allah (c.c)’ın rahmeti olabildiğine geniştir ve bir kudsî hadiste ifade edildiği gibi, O’nun rahmeti gadabını aşmıştır. Hatta bu rahmetin boyutları, Yunus’un ifadesiyle:
Benden kemter kula benzer
Günahı pek çoğa benzer
Her biri bir dağa benzer
Allahu Allah, Allahu Allah..
kulun, dağlar kadar günah ve kusurları olmasına rağmen, her günah işlediğinde: “Allah’ım, ben yine günah işledim. Günahımı affet..” demesi karşısında onu affedecek kadar geniştir. Ve işte bu yönüyle o, insanı hayrete düşürecek ölçüdedir. Allah Rasulü (s.a.s), bu hususa dikkat çekmek için bir mecliste ashabına: “Kimse ameliyle kurtulamaz” der. Sahabe: “Sen de mi Ya Rasulallah!” dediğinde, O: “Evet, Allah’ın rahmeti ve fazlı olmadan ben de kurtulamam” cevabını verir.
Cenâb-ı Hakk, başka bir kudsî hadiste ise, tevbe edip salih amel işleyen kullarına, başka sürprizlerinin de olacağını ifade için: “Ben, salih kullarıma gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve insanın hayal ve hatırından hiç geçmeyen nimetler hazırladım” buyurmuş ve tefsircilerin “cennette cemalullah’ı görme” şeklinde tefsir ettikleri bir “zaide” vereceğini bildirmiştir. Ebu Hureyre (r.a) de, “eğer buna inanmıyorsanız, “Yaptıklarına karşılık Allah katında onlar için göz aydınlığı olacak, ne mükafatların saklandığını kimse bilemez” (Secde, 32/17) ayetini okuyun” demiştir.
Ancak, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin bunca genişliğine rağmen, kul yine de endişe etmeli; kabre imansız girmekten tir tir titremelidir. Zira Allah Rasulü nün ifadeleri içerisinde, akşam mü’min olanın sabah kafir; sabah mü min olanın da akşam kafir olabileceği şu dönemde, kimse akıbetinden emin olmamalıdır.
Evet, Üstad’ın 1940-45’li yılları arasında ifade ettiği bu hakikatin, üç yönden incelenmesi gerekir.
Bir; ehl-i keşif ve tahkik kimdir?
İki; Üstad, bu sözü hangi şartlarda söylemiştir?
Üç; aynı mesele, günümüzde de geçerli midir?
Bir: Yaygın bir kanaate göre o “ehl-i keşif ve tahkik” Bediüzzaman’ın kendisidir. Evet, kendinin şuurunda ve farkında olan, fakat bunu etrafına açmayan Hakk dostu onun kendisidir. Aslında daha 20-25 yaşlarında iken, kabirde olup-biteni sezecek kadar keşfe-keramete açık bir insanın, bir yerde ölen insanlardan ancak kırkta bir ya da ikisinin imanla, gerisinin imansız kabre girdiğini haber vermesi normal sayılabilir. Hayatı boyunca, gözlerini harama kapayan bir insanın, Cenâb-ı Hakk kalb gözünü açmış ve onunla berzah âleminde olup biteni seyrettirmişse bu Allah’ın ona bir lütfudur.
İki: Üstad bu sözü hangi şartlarda söylemiştir? Herkesin bildiği gibi, onun yaşadığı devir, her yönüyle farklıdır. Tefsir yazacak seviyedeki din alimleri bile, birtakım İslâm düşüncesiyle telifi imkânsız olan fikrî cereyanlara maruz kalmış; hilkat mevzuunda evolüsyona inanacak kadar tereddüde düşmüşlerdir. Böyle bir dönemde elbette avam halkın, kamil bir imânâ sahip olması düşünülemez. Kamil imânâ sahip olmaları bir yana, insanlar küfür seylapları önünde yuvarlanan birer kütük haline gelmişlerdir. Dönemin bu özelliği, elbette o dönemde yaşayan insanlar üzerinde etkili olmuştur. İman ve Kur’ân adına en küçük bir kıvılcımın bile tutuşturulmasına müsaade edilmeyen bir dönemde Üstad, o döneme mahsus ölen insanların kırkta bir yada ikisinin ancak imanı olarak kabre girdiğini haber vermiştir.
Üç: Aynı mesele günümüzde de geçerli midir? Üstad’ın bundan 40-50 yıl önceki bir müşahedesini, bunca Allah’a iman etmiş ve gönül vermiş insanın olduğu şu döneme teşmil ve tamim etmek doğru olmasa gerek diye düşünüyorum. Zira o, aynı mesele ile ilgili başka bir yerde, iman ve Kur’ân’a hizmet dairesi içine girenlerin imanla kabre gireceklerini müjdeler. Dolayısıyla bugün, aynı daire içinde bulunup dünyanın dört bir yanına dağılmış, kalbleri aynı duygu ve aynı düşünce etrafında atan binlerce insan vardır. Bu insanlar her akşam-sabah ellerini kaldırıp: “Allahümme ecirna minennar; Allah’ım! İslâm’a gönül vermiş bütün Müslümanları cehennem ateşinden koru..” diyerek birbirlerine dua etmektedirler. Bu dua, ferdan ferda herkes için söz konusudur. Bir insanın duasını bile geri çevirmeyen Allah (c.c)’ın bunca insanın duasına hayır demesini düşünmek, O’nun hakkında yapılacak en büyük sû-i zan olur. Cenâb-ı Hak’tan ümidimiz, şimdilerde İslâm ı tanıyıp kabullenen, O’na gönül veren ve hatta iman ve Kur’ân hizmetinde bulunanlara ses çıkarmayan insanlara bile, -bir kısım ibadetleri eksik ve kusurları olsa bile- imanla kabre girmeyi nasip edeceği istikametindedir.
Burada üzerinde durulacak başka bir husus ise, Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri hayatı boyunca yazdığı eserlerle, insanların zihnindeki şüpheleri izale edip, imanı tahkime çalışan bir İslâm âlimidir. Belki de Cenâb-ı Hakk, bu görevi daha çevik-çavak yapsın diye, ona bu imansızlık fezaat ve fecaatini göstermiş, aşk ve şevkle iman hizmetinde bulunmasını sağlamıştır.
Kaynak: Prizma III, “Akıbet Endişesi”