Burada dikkat edilmesi gereken birinci husus, bize borcu olan kimsenin fakir bir kişi olmasıdır. Veya zengin de olsa, borçlarını ödedikten sonra elinde kalan parası, nisap miktarına ulaşmayan (zekât veremeyecek durumda olan) bir kişi olmalıdır. Çünkü kendisine zekât verilecek olan yedi gurup insan Kur’an’da açıklanmıştır ki, fakirler ve borçlular da bu sınıflar arasındadır. Aksi halde zengin olan veya borçlarını ödedikten sonra elinde zengin sayılabilecek malı kalan kimseye zekât vermek caiz değildir.
Diğer taraftan kişi borcunu doğrudan zekât yerine sayamaz. Çünkü zekâtta temlik (malı karşı tarafın mülkiyetine geçirme) şarttır. Ancak alacaklı olan şahıs, zekât verirken borçlu olanı tercih eder de ona vereyim derse, önce zekâtını verme mükellefiyetini yerine getirir. Sonra da ödeme imkânına kavuşan borçlu o zekâtla gelir borcunu öder. Yani temlik ve temellük (sahiplenme) işi tamamlandıktan sonra biri zekât farizasını yerine getirmiş, diğeri de borcu olan miktarı ödemiş olmaktadır.
Fakat alacaklı kişi, borçluya zekâtı verirken, onun kendisine olan borcunu ödeme gibi bir şart ileri sürmemelidir. Şart koşmadan her iki taraf bunu niyet ederlerse verilen şey zekât sayıldığı gibi borç da kapanmış olur. Hatta borçlu olan kimse alacaklıya “benim durumum müsait değildir, bana zekât verirsen ben senin borcunu kapatırım” dese, o da verirse yine caizdir. Çünkü şartlı olarak verilmemiştir. Belki sadece bir teklif vaki olmuştur.