Cinler de bizim gibi Allah karşısında sorumlu varlıklardır. Cenab-ı Hakk, ahirette insanlarla beraber cinleri de huzuruna alıp: ‘Ey cin ve insan topluluğu! İçinizden size ayetlerimi anlatan ve bu günle karşılaşacağınıza dair sizi uyaran elçiler gelmedi mi?‘ (En’am, 6/130) mealindeki ayetiyle onların bu sorumluluklarını açıklamaktadır.
Bu soru karşısında her iki topluluğun şaşırıp kalacağı ve kendi aleyhlerinde şahitlik edeceği de ayetin devamında şöyle ifade edilmektedir: ‘Evet (geldi) kendi aleyhimize şahitlik ediyoruz dediler. Dünya hayatı kendilerini aldattı ve kendilerinin kafir olduklarına şahitlik ettiler.’ (En’am, 6/130)
Ayetin mazmunundan hem cinlere hem de insanlara kendi içlerinden peygamber gelip, ‘Hak din’i onlara tebliğ ettiği anlaşılmaktadır. Son olarak Hazreti Peygamber (sav) ise, insanlarla beraber cinlere de gönderilen âlemşümûl bir peygamberdir. ‘Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik‘ (Enbiya, 21/107) ayeti de bu hakikati ifade etmektedir.
Bu itibarla, en az insanlar kadar cinlerin de Efendimize karşı merbutiyet ve medyuniyetleri sözkonusudur. Zira O, cihan çapında bir davetle zuhur edip, hutbesini bütün varlığa dinlettirme konumunda bir ‘Söz Sultanı’dır. O, mihrabı Kâbe, minberi Medine olan koskoca yeryüzü mescidinin biricik imamıdır; Cemaati de, arz ve semayı dolduran bütün varlıklardır. Herkes ve herşey onun arkasında ve onun tekliflerine ‘evet’ demektedir. Zira, O Sultan-ı sakaleynin dudaklarından dökülen her söz, arz, sema ve bütün varlığı alakadar etmektedir. Gönüller bütünüyle onu duymakta, onunla dolup taşmakta ve adeta kâinatta başka bir ses, başka bir soluk duyulmamaktadır.
O’nun ilk zuhuru, hem yerlerin hem de göklerin en önemli hadisesidir. Bu zuhurla, cinlerin devamlı gidip-geldikleri ve kulak hırsızlığı yaptıkları sema kapıları artık onlara açılmaz olmuş ve adeta yüzlerine kapanmıştı. Bunun, onlar tarafından mutlaka bir izahı olmalıydı ve onu bulmalıydılar. Bu sebeple de karış karış her tarafı dolaşıp, duydukları en küçük haberleri dahi araştırmaya koyuldular. Derken bir grup cin, Batha’ya uğramış ve Allah Rasulü’nün (sav), Ashabına namaz kıldırdığını görmüş ve Kur’an dinlemişlerdi..(Buhari, Ezan, 105; Müslim, Salat 149; Tirmizi, Tefsir-i Sureti’l-Cin, 2; Müsned, 1/252) dinlemiş ve o büyük sırrı bir ölçüde keşfedivermişlerdi. Kur’an bu vak’ayı bize şöyle nakleder:
‘Bir zaman cinlerden bir topluluğu, Kur’an dinlemek üzere sana yöneltmiştik. Onlar geldiklerinde (birbirlerine) ‘susun (dinleyin)’ demişlerdi. (Okuma) bitirilince de uyarıcılar olarak kavimlerine dönmüş: Ey kavmimiz! Biz, Musa’dan sonra indirilen, kendinden öncekini doğrulayan, hakka ve doğru yola götüren bir kitap dinledik. Ey kavmimiz! Allah’ın davetçisine uyun ve O’na inanın ki, (Allah bağışlanacak günahlarınızı bağışlasın ve sizi bir acı azaptan korusun’. (Ahkaf, 46/29-31)
Kur’an burada sanki şöyle diyor: ‘Onlar Kur’an’a kulak verip onu dinlesinler diye, onları köşe köşe, bucak bucak dolaştırıp Mekke’ye biz çektik. Onlar, seni duyunca, ciddi bir kulluk anlayışı içinde, adeta arkanda divan durup saf bağladı ve birbirlerine: ‘Sesinizi kesin, dinleyin dediler’. Böylece önemli bir hususun altını çiziyor ki, o da Kur’an’a karşı edepli olmaktır. Çünkü Kur’an’ı dinleyip, gönüllere sindirmek için, evvela ona karşı edepli olmak gerekir. Zira Kur’an çehresindeki esrar perdesini ancak ona edeplice yaklaşanlara aralar ve sırlarla köpüren ilhamlarını onların kalplerine boşaltır. İşte bu durum cinler için de aynıyla geçerlidir.
Evet, cinler, Kur’an’ı ilk duyduklarında, onu edeple dinleyip adeta onunla bütünleşivermişlerdi.. dahası yıllardan beri ondaki sırra vâkıfmış gibi bir saffet ve duruluğa ermişlerdi. Daha sonra da onlardan herbiri kendi mesuliyetini hissedip, Kur’an uğrunda irşada koyulmuş ve Kur’an’dan sinelerine akseden ilhamları hemcinslerinin gönlüne ulaştırmanın telaşına düşmüşlerdi.
İhtimal bunlar, Hz. Musa’ya inen Yahudi cinlerdi. Zira Kur’an’ı dinler dinlemez, onun ‘Kelamullah’ olduğunu anlamış ve Allah Rasulü’ne iman etmişlerdi. Ve arkasından da ondaki sır, istîdatlarındaki meknî hizmet düşüncesinin neşv ü nemâ bulmasını, onların heyecanla şahlanmalarını ve vazifelerinin şuuruna varmalarını sağlamıştı.
Daha sonraki dönemlerde yine Efendimiz (sav), pek çok defa cinlerle görüşüp, onlara dinin emir ve yasaklarını aktararak irşadda bulunmuş ve devamlı onların hizmet aktivitelerini canlı tutmalarına yardımcı olmuştu. Bu hususla alakalı İbn Mes’ud, Ebu Zerr, Muaz b. Cebel ve Hazreti Enes’in (ra) bizlere kadar ulaşan pek çok müşahedeleri vardır (Müslim, Salat, 149,150; Tirmizi, Tefsir); vardır ama, Efendimiz’in cinlerle münasebetini gösteren bu hadiselerin tamamını burada zikretmemiz mümkün değildir.
Sure-i Rahman’da cinler, daha önce de ifade edildiği gibi, insanlarla beraber ele alınmakta ve her iki grup aynı ifadelere muhatab kılınmaktadırlar. Bir rivayette Allah Rasulü (sav), bu sureyi önce cin taifesine, sonra da gelip kendi Ashabına okumuştu. Ashab, onu sessiz bir şekilde dinledikleri halde cinler, ‘Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?’ ayetini işitince: ‘Rabbimizin hiçbir nimetini inkar etmiyoruz. Hamd Sanadır Ya Rab!’ hitabıyla karşılık vermiş ve Allah Rasulü’nün (sav) takdirine mazhar olmuşlardır. O, cinlerin bu halini Ashab’a örnek gösterip ve: ‘Rabbinizin hangi nimetlerini inkar ediyorsunuz?’ ayeti okunduğunda sizler hiçbir şey demediniz; oysa ki onlar: ‘Rabbimizin hiçbir ayetini inkar etmiyoruz. Hamd Sanadır Ya Rab!’ karşılığını vermişlerdi’ diyerek cinlerden övgüyle bahsetmişlerdi.
Esasen Rahman suresi, insanlarla cinlerin yaratılış sorumluluk, mükafat ve ceza gibi pek çok müşterek yanlarından bahsetmektedir. Evet o surede, koca kâinatın işleyişi, Allah tarafından gökte ve yerde vaz’ edilen ‘mizan’, bu ‘mizan’la beraber kanunlar, nâmuslar, tabiattaki şartlar dile getirilip, herşeyin zimamdarının Cenab-ı Hakk olduğu vurgulanmaktadır. Bütün bunlardan sonra da cin ve insanın yaratılışına geçilip; bu iki taifenin vazife, sorumluluk ve akibetleri dile getirilmektedir.
Vücud nimeti, nimetlerin en büyüğüdür. Zira diğer nimetler, vücudla bilinip takdir edilmekte ve neyin ne olduğunun farkına varılmaktadır. Bundan dolayıdır ki sık sık her iki taifeye: ‘İşte Rabbinizin hangi nimetlerini inkar ediyorsunuz?’ sorusu sorulmaktadır.. sorulmakta ve bu soruya muhatab olan herkes, kendisine bahşedilen nimetler karşısında şükre ve tefekküre sevkedilmektedir.
Yine bu surede insan ve cin taifelerinin hayat şartları farklı olduğundan ötürü, her iki taifenin kendi buudlarına göre ‘iki mağrib ve iki meşrık’in tanzim edildiği ifade edilmektedir. Bir diğer husus da, doğu ve batı tabirlerinin her iki grup için ayrı ayrı manaya geldiği keyfiyettir. Yapılarındaki farklılığa rağmen, mekan hususiyeti aynı olsaydı, bu gruplardan birine mutlaka zulüm olurdu ve cin taifesi insana ait buudlarda gezip dolaşamazdı.
Öyle ise, her iki grubun kendi buud farklılıkları göz önüne alınarak, uygun mekanlar tahsis edilmesi, onlar için ayrı bir nimet buudu demektir.
Rahman sûresi, nimetlerin ta’dadı ve nankörlerin tehdidi açısından ayet ayet her-iki taifeyi de kâh inşirahtan inşiraha sevketmekte, kâh başları döndürüp bakışları bulandırmaktadır. Evet her ikisi de hususi yaratılmış ve O’na kullukla serfiraz kılınmışlardır. Tabii ki, bu mükellefiyeti idrak edip ve yaratılış gayesine uygun hareket edenler mükafatlandırılacak, fıtratlarını bozup kulluktan ayrılanlar da cezalandırılacaklardır.
Rahman suresinde: ‘Rabbin makamından (hesap vermek üzere durulan yerden) korkan kimseye iki Cennet vardır’ (Rahman, 55/46) denilerek bu iki taifeden mehâfet ve mehâbet insanlarına, içiçe cennetlerin vadedildiği dile getirilmektedir. Aynı surede hûrilerden bahsedilirken ‘onlara (Cennetlerde), bakışları münhasıran (kocalarına bakan) öyle dilberler vardır ki, bunlardan önce onlara ne insan ne de cin dokunmuştur.‘ (Rahman, 55/56) buyurularak cismanî zevkin bir başka buuduna dikkat çekilmektedir. Demek ki, cinler de bizler gibi ya mükafat görüp cennete gidecek ya da ikaba maruz kalıp cehenneme sürükleneceklerdir. Böyle bir şey ise, ancak mükellef ve mes’ul bulunmanın gereği olabilir.
Cinlerin mesuliyeti hususunda pekçok delil vardır. Onlardan birini daha hatırlatalım:
‘Şimdi onlar da kendilerine (azab) sözü gerekli olmuş kimselerdir. Kendilerinden önce geçen cin ve insan toplulukları arasında (azabın içinde) bulunacaklardır. Gerçekten onlar ziyana uğrayanlardır.’ (Ahkaf, 46/18)
Bu ayet, gayet açık olarak, her iki grubun da burada yapıp ettikleri şeylerin mutlaka ya mükafatını, ya da cezasını göreceklerini anlatmaktadır. Evet, kimileri bir şeyler yapmanın huzuru içinde, yüzünde güller açarak Rabbin huzuruna girerken, kimileri de yaptıkları çirkefliklerin yüzlerine akseden kara lekeleriyle..
Ancak, İslam alimleri arasında bu konu biraz ihtilaflıdır. Bazı önemli imamlara göre cinlerin diğer bir kısım canlılar gibi toprak olacakları sözkonusudur. Bunun yanında İbn-i Ebi Leyla, İmam Malik, İmam Şafii, Evzai ve Hanefi mezhebi imamlarından Ebu Yusuf gibi alimler ise: ‘İnsanlar gibi cinler de mükelleftir. Dolayısıyla sevaba mazhar olacak ve ikaba maruz kalacaklardır.. evet sefil ve alçak olanlar cehenneme, ulvî ve yüce olanlar da cennete gidecekler’ demişlerdir. (Ahmet Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, 3/1407; Kurtubi, el-Camiü Liahkami’l-Kur’an, 7/85,86; 17/165)
Yukarıdaki ayetler de bu görüşü teyid eder mahiyettedir. Şayet Cenab-ı Hakk, onları muhatab kabul edip sorumluluk yüklemeseydi, onlara herhangi bir karşılık vermesi de sözkonusu olmazdı. Madem ki onlara sorumluluk yüklemiş, o halde neticede karşılığını da verecektir.
Rahman sûresinde ele alınan konulardan bir diğeri deniz sularının birbirine karışmamasıdır. Kur’an bunu şu ayetiyle anlatır:
‘İki denizi birbirine kavuşturmak üzere salıvermiştir. (Fakat) aralarında bir engel vardır; engeli aşıp birbirine karışmazlar’ (Rahman, 55/19-20)
Böylece her deniz kendi bünyesindeki canlıyı korumakta ve kendi zenginliklerini muhafaza etmektedir. Geçimlerini denizden sağlayanlar için bu ne büyük bir nimettir! Yine insanların büyük değer ve kıymet verdikleri inci, mercan.. gibi şeyler de oralardan çıkarılmaktadır.
Demek ki, denizlerle canlılar arasında böyle sırlı bir irtibat var. Bu irtibatı kurup, ihtiyaçla nimeti dengeli hale getiren ise Allah’tır (cc).
Nihayet bu fâni dünya kapanıp, bâki bir aleme kapı açılacak ve bütün beka buudlu eşya, beka damgası ile mühürlenecektir. Bu olgu, ebedî nimetlere kavuşturacak bir şeyse şayet, dünyanın fena bulması da inkar edilemeyecek ayrı bir nimettir.
O bâki alemde, göklerde ve yerde olanlar hesaba çekilip, Cennetlik ve Cehennemlikler ayırd edilecek ve yokluğa göre Cehennem de bir nimet halini alacaktır.
Nimetlerin en büyüğü olan cemalullahı temaşa ise, ancak Cennette elde edilecektir. Bütün bunların olması kesin iken O’nun hangi nimetleri inkar edilebilir ki! O’nun ismi, şanı ne yücedir..!
İşte bütün bunlara karşı O’na şükretmek gerekmez mi?
Kaynak: Varlığın Metafizink Boyutu