Bu soruda da yine, beşerî ölçü ve kıstasların insanı yanıltmış olduğunu görüyoruz. Meleğin insana benzetilmesi bir yanlışlık olduğu gibi, “nomen”i “Fenomen”de görmek, ruh’un fonksiyonunu cesedde aramak da birer yanlışlıktır. Buna binâen, suâlin ortaya çıkmasına sebebiyet veren anlayış inhiraflarını, terminolojik hataları îzah etmeden soruyu cevaplandırmak, muvâfık olmayacaktır. Evvelâ inhiraf noktaları bilinmeli, sonra soruya cevap verilmelidir.
Melek, tâbî bulunduğu âlem itibariyle; hilkat ve mâhiyeti, mükellefiyet ve vazîfeleriyle tamamen farklı bir varlıktır. Onu, kendi âlemine bakmadan, mâhiyet ve vazifesini düşünmeden tahlil etmek, hakkında hükümler vermek, ebetteki hatalı olacaktır. Bu itibarla, evvelâ onun bu yönleriyle tanınmasında zarûret olduğu kanâatindeyiz.
Melek, kuvvet demek olan “melk”den veya elçilik manâsına gelen “melek”den alınmıştır. Birincisi itibariyle çok kuvvetli, belki aynı kuvvet manâsına; ikincisi îtibariyle de emr-i ilâhînin (Allah’ın emri) âhize ve nâkilesi (alıcı-verici) olarak elçilik manâsına gelir.
Bu üstün vasıflar Cenab-ı Hakk’ın yarattığı umum meleklerde bulunur. Bilhassa, vahyi getirmekle vazîfelendirilenlerde, bulunmasında zarûret vardır. Bu üstün varlıklar, hayâta, memât’a nezâret edenlerden alın da, arş-ı ilâhi hamelesi ve Hak divanının gözü hayret dolu vazîfelilerine kadar, geniş bir sahada, Allah’ın icraâtına nezâret ve temaşâ ile mükelleftirler.
Makro-âlemden mikro-âleme kadar, bütün değişme ve tahavvüller; bütün terekküb (sentez) ve çözülmeler hep bu kuvvet ve elçilik temsilcisi meleklerin nezâretinde olduğu gibi, Allah’ın “kelâm” sıfatından, beşere gelen teşrii emirlerde, yine bu emin ve güçlü varlıklar tarafından temsil edilmektedir. Âlem-şümûl/evrensel câzibe ve dâfia/çekme ve itme kanunlarından, elektronların çekirdek etrafındaki muntazam hareketlerine kadar, bu ağır ve ince işlere nezâret, ne müthiş bir kuvvet istemek de ve ne emin elçiliğe vâbestedir!..
Melekler, o kadar eşyâ ve hâdiselerin içindedirler ki, onlarsız ne bir yağmur damlası, ne de bir gök gürültüsü düşünmek mümkün değildir. İşte şeriat-ı fıtriyede “kâinatta cereyan eden kanunlar” bu şuurlu kuvvetler her şeyi elinde tutan Hakk’ın, sonsuz kuvvetinin -kâbiliyet ve istidatlarına göre- onlardaki tecellisinden ibaret olduğu gibi, bu büyük ve muhteşem tecellinin nokta-i mihrâkiyesi olan, en değerli varlık insanoğlunun, hareket ve davranışlarını düzenlemek üzere, ilâhî âlemden esip esip gelen vahiy ve ilham meltemleri de, yine vahiy ve ilham sahibinin onlardaki tecellisinden başka bir şey değildir.
Bu îtibarla, yaratanla yaratık arasında vasıta olan ve yaratıcının muhteşem kudretine dayanarak, atomlardan nebülozlara kadar geniş bir sahada, melekûtî güç ve kuvvetin nezâret ve tasarrufunun vazîfelileri olan melekleri beşere benzetmek ve beşer için zarûri olan bir kısım kayıtları onlar için de vârit görmek, bir düşünce inhirâfı ve bir cehâlet ifâdesidir.
Evet; eğer melek de, insanlar gibi sırtında maddî bir ceset taşıyıp çözülme ve dağılmaya mâruz kalsa ve her canlı gibi zaman tarafından aşındırılsaydı, onun hakkında vereceğimiz hükümler de, insanı, bir ölçü, bir mikyas kabul etmek mümkün olurdu. Halbuki, bütün bu farklılık var; hem de iki sınıfın birbirine kıyas edilmesini imkânsız kılacak kadar var!..
Melekler, yaratılış itibariyle de insandan farklıdırlar. Bu farklılık, onların çok geniş bir sahadaki mükellefiyetleriyle alâkalı bulunmaktadır. Yaratılışlarındaki bu duruluk ve nurluluk, onları daha nüfuzlu ve daha seyyâl kılmaktadır. Bir anda pek çok ruha aksetme,pek çok göz tarafından görülme ve birken çokluk cilvesiyle tezâhür etme gibi hususiyetlere mâlik bulunan melâike, Hz. Aişe’nin naklettiği bir hadîse göre nurdan yaratılmışlardır. Bu itibarla da, Nur’un hususiyetlerine mazhardırlar.
Güneş gibi parlak cisimlerin, bir tek şey olmalarıyla beraber, her şeffaf cisimde aksiyle görüldüğü, her göz bebeğine bir anda girebildiği gibi, varlıkları “nur”dan olan melekler dahi, aynı anda pek çok ruha birden aksedebilir, binlercesi ile bir anda muâmelede bulunabilirler.
Kaldı ki, mâhiyetleri lâtif olan melekler, güneş gibi maddî ve kesif şeylerden de çok farklıdırlar. Onların, değişik şekil ve suret almaları kâbil olduğu gibi, bir anda değişik şekillerde görünmeleri de kâbildir. Öteden beri dindarlar arasında, şimdi ise yaygınlaşmış şekliyle sosyete mahfillerinde, bu temessül keyfiyeti, o kadar bilinen bir mevzû haline gelmiştir ki, erbâbınca, tecrübeye dayalı neticeler kadar kat’idir/kesindir. Allah’ın günü, gazete ve mecmua haberlerinde, her hangi bir insan dublesi ve bir perisprinin, cismin bulunduğu yerden çok uzaklarda bulunması ve bulunduğu yerlerde iktidar ve tasarruf izhâr etmesinden bahsedilmektedir ki; meselenin aslı ne olursa olsun, ruh gibi lâtif varlıkların cisme nispetle daha seyyâl, daha aktif ve daha muktedir olduğunu göstermektedir.
Bu madde ötesi seyyâliyet ve cevvâliyet cismin rağmına ikinci varlığın daha aktif olduğunu gösterdiği gibi, ruha nispetle daha cevvâl olan melâikenin tabiat kanunlarının üstündeki fonksiyonuna işaret etmektedir.
Melâike ve ruhların temessülleri öteden beri bilinen şeylerdir. Başta Nebîler olarak pek çok gönül erbâbı bu mevzûdaki müşâhedelerini anlatmış ve avamdan pek çok kimseyi de buna şahit göstermişlerdir.
Cebraîl’in (as) değişik suretlerde görünmesi ve hangi hâdise münâsebetiyle gelmişse, o hâdiseye göre şekil alması; meselâ, vahiy esnasında elçilik vazifesine uygun bir şekilde; muhârebe sırasında da bir muharip suretinde zuhûr etmesi gibi durumlar, hep temessüle misâl olabilecek şeylerdir. Meleğin temessülü hem çok, hem de umum melekler için vâkidir. Cibril (as) Hazreti Dıhye suretinde göründüğü gibi, ismini bilemediğimiz bir başka melek de “Uhud” harbinin en hareketli ânında, Mus’âb b. Umeyr şekline girerek, Resûlullah’ın (sav) önünde akşama kadar harbeder. Kezâ, pek çok melekler, Zubeyr b. Avvam suretinde, Bedir harbine iştirak ederek müminlerin kuvve-i ma’neviyelerini takviyeye medâr olurlar.
Hak dostlarının, buna benzer şekilde, gayb âleminin erleriyle temasları sayılmayacak kadar çoktur. Hele, rüyalar vasıtasıyla umum halka tezâhürü, meselemize, inkâra meydan bırakmayacak şekilde kuvvet kazandırmaktadır. Hemen hemen herkes, bildiği ve tanıdığı ve kendisiyle yakından alâkadar görünen bir rûh’un, rüyâlar vâsıtasıyla kendisine yol gösterdiğine, ışık tuttuğuna şahit olmuştur. Ne var ki, bir kısım kimseler rüyaların ancak bir kısmı için bahis mevzuu olan, “şuuraltı” meselesini ta’mim ederek bu işin de anlaşılmaz hale getirilmesine çalışmaktadırlar, veyl olsun cehâlete!
Bu meselenin tamamını, melâike, temessül ve ruhlarla alâkalı hususların tafsîlen anlatıldığı yerlere havâle ederek, netice olarak diyebiliriz ki; her varlık aynalarda misâliyle göründüğü gibi, melek de kendisine ayna olabilecek her yerde görünebilir, hem de maddî ve kesif cisimler gibi, sadece şekil olarak değil, aynıyla ve bütün fonksiyonlarıyla görünebilir…
Bu hususta onun bir fert olmasının hiçbir zararı yoktur. Bulunduğu yerden bir şua gibi aksederek, istediği yere elini uzatabilir ve istenilen tasarrufta bulunabilir. Ona, ne mesafelerin uzaklığı, ne de münâsebet kurduğu şahısların çokluğu mânî’ olamaz. Güneşin bir tek şey olmasına rağmen, kendisine bağrını açan âyinelerin kabiliyetlerine göre, her yerde görülüp hissedildiği ve tesirine şahit olunduğu gibi, tamamen nur ve nurâni olan melekler, evveliyetle her yerde görünebilir ve icraatta bulunabilirler.. Hayat üfleyebilir ve ruhları kabz edebilirler.
Kaldı ki, can alan ve ruhları kabzeden haddizâtında Allah’tır (cc). Azrail’e (as) gelince, Hakk’ın her işinde bir kısım nezâretçi ve alkışçıları olduğu gibi, ruhların kabzedilmesi işinde o bir nezâretçi ve alkışçıdır. Her yerde hâzır ve nâzır olan Yaratıcı, akla, hayâle gelmez ve hesap altına girmez pek çok işi birden yaptığı gibi, milyarlarca varlığı aynı anda hem var, hem de yok edebilir. İşte bu baş döndürücü kudret ve bütün eşyayı her an görüp bilen sonsuz ilimdir ki -bazıları akıldan. uzak görseler bile- Kâinatın zerreleri adedince işleri bir arada şaşırmadan görebilir ve her yerde ölenlerin ruhlarını da kabzedebilir.
Ayrıca, ruhları kabzetme işini ister Yüce Yaratıcı, isterse Azrâil aleyhisselâm yapsın; her ruh’u kabzedilecek zât, vadesi dolunca ona teveccüh eder ve ruh’u kabzedilir. Bir fikir verebilmek için şu misâli arz edebiliriz. Meselâ: Aynı frekansta çalışan binlerce radyo gibi alıcıları düşünelim; bunların çalıştığı frekansta gönderme yapan bir “göndermeç” düğmesine dokunulduğu an, hepsine bir sinyâl -ve olursa mors- alfabesinden bazı harfler duyulmağa başlar. Aynen onun gibi; acz, fakr ve ihtiyaç çehreleriyle; güçlü ve müstağni bir kapıya yüzleri dönük bulunan mahlûkat, vade ve müddet bitimi düğmesiyle, hayat üfleyen ve hayat kabzeden Zât’a karşı ne zaman açılırsa, ya oldurucu veya öldürücü sinyâlleri ruhunda duymaya başlar. Âciz beşer, bir telsiz şarteli veya bir telemprumör tuşlarıyla, kilometrelerce ötedeki cihazlarla oynayabilirse, neden bizim kayıtlı bulunduğumuz kusur ve noksanlıklardan berî olan zât, bir anda, canlı makinalardan ibaret olan insan ruhuyla münasebet kuramasın, istediği zaman onu alıp ve istediği zaman devam ettiremesin?
Bütün bunlar bir yana, ruhların kabzedilmesi hususunda farklı mütalaâlar vardır:
Beyan ettiğimiz üzere, her canlıya hayatı veren Allah (cc) olduğu gibi, onu alan da yine Odur. Buna göre Azrâil’in (as) vazifesi sadece bu muhteşem icraâta nezâret ve alkışlamaktır.
Allah’ın emri ve izniyle her ruh’u Azrâil aleyhisselâmın kabzetmesidir ki; bir ferdin tek başına bu kadar şeyi yapmasının mümkün olacağına dair bir kısım misâller vererek meseleyi aydınlatmağa çalıştık.
Kâinat çapında cereyan eden bütün işlere, bir temsilci başkanlığı altında pek çok melek nezaret ettiği gibi, ruhların kabzedilmesi vazifesinde de, Hz. Azrâil (as) yardımcı olacak bir çok melâike vardır ve sınıf sınıftırlar. Bir kısmı ise, incitmeden, telaşlandırmadan usulcacık kabzediciler; bir diğer sınıf ise, aldıkları ruh’u bulutlar gibi semalarda yüzerek Yüceler Yücesine ulaştırıcıdırlar ki; Kurân bu sınıfların hepsine işaret eder.
“O yerinden koparan ve derinden daldırıp çekenlere ve usulcacık çekip alanlara ve yüzüp yüzüp gidenlere kasem olsun. ” (Nâziat/1-3)
Bu itibarla ruhu kabzedilecek her ferde, ayrı ayrı gönderilecek pek çok melek vardır ve bunların bütünü Hz. Azrail’in (as) kumandası altındadır. O, Allah’ın (cc) emriyle, iyi ve kötü ruhlara göre değişik melekler gönderir ve ruhları kabzettirir.
Netice olarak diyebiliriz ki, baştaki suâle sebebiyet veren, evvelâ bir anlayış inhirâfıdır. Yânî meleklerin insana benzetilmesi suretiyle yanlışlık yapılmaktadır. Oysa ki, katiyyen görüp kanaat getirdik ki; melek ne yaradılışı itibariyle, ne de mâhiyetiyle asla insana benzememekte; insana benzemediği gibi, icrâatı itibariyle de, tamamen ondan farklı bir durum arz etmektedir. O, tıpkı insan rûh’u gibi temessül eder; bir anda pek çok yerde bulunabilir ve pek çok şeyle münâsebet kurabilir. Günümüzde alabildiğine yaygınlaşan medyumluk, ruh çağırma ve görünmeyen varlıklarla münâsebet kurma, hatta ispirtizma ve manyetizma gibi şeyler, fizik kanunlarını aşan ve onların ötesinde akıl almaz işler gören pek çok şuurlu ve müşahhas kanunların mevcudiyeti mevzûunda, kanaat-ı katiyye verecek mahiyettedir. Binaenaleyh, bu kabil varlıkların benzerleri olan melâike, bunlarında kat kat üstünde vazife görebilir ve tasarrufta bulunabilir. Hele hele, ruhların kabzedilmesi gibi bir vazifede, her canlı, hayat müddetinin bitimiyle bu vazifelilerle aynı frekansa girerse.. Bir de mükelleflerin bir tâne değil de, sayılmayacak kadar çok olduğunu ve her vefat edecek zât’a gidebilecek bir meleğin mevcudiyetini düşünürsek, tereddüde düşürecek bir hususun kalmadığını görürüz. Her şeyin doğrusunu O bilir.
Kaynak: Asrın Getirdiği Tereddütler I