İçindekiler
Soru Detayı: Niyet-i tâmme ne demektir; mü’minin amelinden daha hayırlı olduğu ifade edilen niyetin hususiyetleri nelerdir?
Cevap: Gerek fakihler gerekse hadis şârihleri niyeti “kalbin kastı” olarak tarif etmişlerdir.[1]Bkz.: el-Gazzâlî, el-Vasît 2/519. Kalbin kastından beklenen kâmil niyet ise, insanın bütün amellerinde, Maksudu bi’z-Zât ve Mâbudu bi’l-İstihkak olan Cenâb-ı Hakk’a yönelmesi, O’na teveccüh etmesi ve O’nun muradını araştırması demektir.
Bildiğiniz üzere niyetle ilgili üzerinde durulan en meşhur hadis, İmam Buhârî Hazretleri’nin de Sahih’inde ilk hadis olarak rivayet ettiği şu mübarek beyandır:
إِنَّمَا اْلأَعْمَالُ بِالنِّيَّاتِ وَإِنَّمَا لِكُلِّ امْرِئٍ مَا نَوَى فَمَنْ كَانَتْ هِجْرَتُهُ إِلَى اللهِ وَرَسُولِهِ فَهِجْرَتُهُ إِلَى اللهِ وَرَسُولِهِ ومَنْ كَانَتْ هِجْرَتُهُ لِدُنْيَا يُصِيبُهَا أَوِ امْرَأَةٍ يَنْكِحُهَا فَهِجْرَتُهُ إِلَى مَا هَاجَرَ إِلَيْهِ
“Ameller (başka değil) ancak niyetlere göredir ve kişinin niyeti ne idiyse, karşılık olarak onu bulur. Dolayısıyla kimin hicreti, Allah ve Resûlü’nün rızasını kazanma istikametindeyse, onun hicreti Allah ve Resûlü’ne olmuş demektir. Yine kim nâil olacağı bir dünyalık veya nikâhlanacağı bir kadına ulaşma uğruna hicret etmişse, onun hicreti de hedeflediği şeye olmuştur.” (Buhârî, bed’ü’l-vahy 1, îmân 41, ıtk 6, menâkıbü’l-ensâr 45, eymân 23, hiyel 1; Müslim, imâret 155)
Bu hadis-i şerife göre; şayet bir insan, âlemi aldatmak ve Müslüman görünmek için abdest alıp namaz kılıyorsa, ahirette bu amellerin hiçbir karşılığını göremez. Çünkü onun kalbi Allah’a değil, insanların teveccühüne yönelmiştir. Aslında böyle bir tavır münafıkların işidir. Zira onlar inanarak abdest almaz, inanarak namaz kılmaz, inanarak irşad yoluna çıkmaz ve inanarak hayır mülâhazasıyla insanlığa ve milletlerine hizmet etmezler. İşte bu hadis-i şerif, her bir amelin niyete göre değerlendirileceğini beyan etmek suretiyle, farklı mülâhaza ve beklentilerle eda edilen amellerin, Allah katında bir değerinin olmadığını ifade etmektedir.
Mârifet Ufkuna Göre Niyetin Dereceleri
Öte yandan herkesin niyetinin aynı seviyede olmayacağını da kabul etmek gerekir. Çünkü kişinin niyeti, mârifet ufkuyla doğru orantılıdır. Yani bir insan Allah’a ne kadar inanmış, mârifetullahta ne kadar derinleşmiş ve ihsan mülâhazası gönlünde ne ölçüde inkişaf etmişse niyeti de ona göre farklılaşacaktır. Bu açıdan mârifet ufukları engin olan insanların, ibadetin ilk başlangıcı diyebileceğimiz niyet mevzuunda çıtayı yüksek tutmaları gerekir. Zira eda edilen ibadetlerin besmelesi diyebileceğimiz niyeti sağlam yapan bir kimse, namaz, oruç ve zekât gibi ibadetlerini duyarak ve daha şuurluca eda edecektir.
Hanefî fıkhında, namaza başlarken niyetin ağızla söylenmesi müstehap görülmüştür.[2]el-Merğînânî, el-Hidâye 1/45; İbn Âbidîn, Hâşiye 1/108. Fakat fakîh olarak meşhur olmasa da, mânâ erlerinin abidevî şahsiyetlerinden biri olan İmam Rabbânî Hazretleri, ağızla niyeti mahzurlu görmüştür.[3]Bkz.: İmam Rabbânî, el-Mektûbât 1/160 (186. Mektup). Zira ona göre niyet kalbin kastı olduğundan, insanın bütün mâsivâyı gönlünden silip, maksut olarak sadece ve sadece O’na yönelmesi ve O’nu düşünmesi gerekir. Niyetin ağızla telaffuz edilmesi ise insanın zihnini meşgul edebilir. Dolayısıyla onun böyle bir ikilemden sıyrılarak tam olarak Allah’a teveccüh etmesi zor olur. İşte Hazret’in namaza niyet mevzuunda böyle derin ve engin bir mülâhazası vardır.
Şahsen, namaza dururken dille niyette bulunsam bile, onun bu görüşünü tercih ederim. Çünkü niyeti ağızla söyleme, bazen insanı aldatabilir. İnsan bu durumda dille niyeti yeterli bulup hem zâhir hem de bâtın letâifiyle birlikte Cenâb-ı Hakk’a yönelemediğinden dolayı, tam bir kalbî konsantrasyonu yakalayamayabilir. Kalbinin ses ve solukları, ağzından çıkan kelimelere eşlik etmemiş olabilir. Hâlbuki sadece ağızdan çıkan sözler, niyet için muteber değildir. Onlar, ancak kalbin ses ve soluğu olurlarsa, bir değer ifade ederler.
Ne var ki, herkesi böyle bir seviyeye mecbur tutmak, insanların hepsinin aynı kalb ve ruh ufkunda olmasını isteme mânâsına gelir ki, bu da objektif bir talep olmasa gerek. Bu açıdan hâlis bir niyetle Allah’a teveccüh eden bir insanın namazının da, zekâtının da, orucunun da, haccının da kabul olacağına inanmak en doğrusudur. Aynı zamanda böyle bir yaklaşım hem Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin kuluna teveccüh edeceğini hesaba katmanın, hem dinin ruhundaki kolaylık prensibinin, hem de insanlar hakkında hüsnüzanda bulunmanın bir ifadesidir. Unutulmamalıdır ki, hüsnüzan da ibadet şubelerinden bir şubedir.[4]Bkz.: Müslim, cennet 82; Ebû Dâvûd, cenâiz 12; İbn Mâce, zühd 14.
Halis Niyetin Amelle İrtibatı
Niyetin tarifinde ifade edilen “kalbin kastı” meselesinin doğru anlaşılması için konuyu biraz daha açmamız gerekir. Şöyle ki, niyetteki kasdü’l-kalb meselesi, bir şeyi sadece akıl ve kalbden geçirme demek değildir. Bilâkis o, insanın niyet ettiği hususta azimli ve kararlı olması ve niyetini hemen amele dönüştürme cehdi içinde bulunmasıdemektir. Diğer bir ifadeyle Allah’a teveccüh, niyetin nazarî yanını oluştururken, onun pratiğe dökülmesi amelî buudunu teşkil eder. Bu açıdan niyet edilen meselenin realize edilmesi ve onun pratiğe taşınmasında kararlı olmak gerekir.
Şöyle de diyebiliriz: Niyet, din içinde mütalâa edilmesi gereken bir mesele olmasına karşılık, onun realize edilmesi diyanete müteallik bir meseledir. İşte niyetteki ciddîlik de, niyet edilen meselenin nazarî ve amelî yanının birlikte ele alınmasıyla anlaşılır. Binaenaleyh insanın bir şeye sadece niyet etmekle kalmayarak, niyet ettiği ameli gerçekleştirme azim ve gayreti içinde bulunması gerekir. İfade etmeye çalıştığımız bu husus, sadece namaz, oruç ve zekât gibi ibadetlerde değil, hasenat kategorisine giren bütün amellerde geçerlidir.
Niyetin pratikle bir değer kazandığı Hazreti Pîr’in şu ifadesinden de anlaşılabilir: “Tevazua niyet onu ifsad eder; tekebbüre niyet onu izale eder.”[5]Bediüzzaman, Mesnevî-i Nuriye s.185 (Şemme). Tevazu kanatlarını yere kadar indirme, ahlâk-ı âliye-i İslâmiye’den kabul edilen önemli bir özelliktir. Fakat, “Ben, biraz mütevazi görüneyim.” düşüncesi, onu değersizleştirir. Çünkü bu durumda, o kişinin takdir edilme, alkışlanma, parmakla gösterilen bir insan olma gibi arzu ve heveslerin peşinde koştuğu ve niyetinin de tevazudan başka bir maksada yöneldiği anlaşılmış olur. Tekebbüre niyet de onu izale eder. Mesela mütekebbir bir adamın karşısında izhar edilen tekebbür, tekebbür değildir. Çünkü o kişinin buradaki maksadı farklıdır. Demek ki, niyet pratikle değer kazandığından, ondaki asıl maksat, amelî buudu itibarıyla ortaya çıkmaktadır.
Niyete Terettüp Eden Sevap
Bir hadis-i şerifte Allah Resûlü (aleyhissalâtü vesselâm), niyetin önemini anlatma sadedinde niyetin amelden daha hayırlı olduğunu beyan ederken[6]et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 6/185-186; el-Beyhakî, es-Sünenü’s-suğrâ s.20., başka bir hadislerinde de, menfi bir işe niyet edip onu yapmaktan vazgeçen kişiyle, bir iyiliğe niyet edip de onu yapma fırsatı bulamayan kimsenin de sevap kazanacağını ifade buyurmuştur.[7]Bkz.: Buhârî, rikak 31, tevhîd 35; Müslim, îmân 203, 206, 207, 259. Buna göre kötü bir fiil irtikâp etmeye niyet eden ve onu yapma azim ve kararlılığı içinde bulunan bir kimse, Allah için onu gerçekleştirmekten vazgeçerse kendisi için bir hasene yazılır. Ve yine bir iyilik yapmaya niyet ettiği hâlde, onu yapma imkânı bulamayan kimse için de bu niyetine binaen sevap yazılır.
Örnek vermek gerekirse, siz, Allah’ın izni ve inayetiyle dünyanın dört bir yanına açılarak, Nâm-ı Celîl-i İlâhî’yi bayraklaştırma, ruh-i revan-ı Muhammedî’nin dört bir yanda şehbal açmasını sağlama, ruh ve mânâ köklerimizden süzülüp gelen değerleri bütün dünyaya duyurma karar ve azmi içinde bulunur ve bu konuda samimî davranırsınız. Hatta böyle bir şey aklınıza geldiği an gözleriniz dolar ve yüreğiniz çatlayacak hâle gelir. Aynı zamanda bu mefkûrenizi gerçekleştirme adına elinize geçen bütün fırsatları değerlendirirsiniz. Fakat şartlar müsait olmadığından, baştaki niyetinizi gerçekleştiremezsiniz. İşte böyle bir durumdaki mü’min için Resûl-i Ekrem Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm), onun niyetinin amelinden daha hayırlı olduğunu ve bu niyeti sayesinde o kişinin bu ameli yapmış gibi sevaba nail olacağını ifade buyurmaktadır.
Ameli İkmal Eden Kâmil Niyet
Niyet, insanın ebedî saadeti adına çok önemlidir. Ancak necat vesilesi olan niyet, amele sevk eden niyettir. Başka bir ifadeyle kâmil niyet, ameli ikmal eden bir unsurdur ve bu hâliyle o, sınırlı dünya hayatında sınırsızlığa kapılar açan esrarlı bir anahtar gibidir. Mesela bir insan, Cenâb-ı Hakk’ın mü’minleri mükellef tuttuğu namaz, oruç gibi ibadetleri eda etmeye çalışıyor ve O’nun izni ve inayetiyle bu ibadetleri elinden geldiğince yerine getiriyorsa, onun yaptığı bütün bu ibadetleri ona, yirmiye, hatta yüze katlasanız Cenâb-ı Hakk’ın Cennet’te lütfedeceği nimetlerin öşrüne bile tekabül etmeyecektir. Çünkü Cennet, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, insan aklının tahayyül edemeyeceği nimetlerle donatılmış bir mekândır.[8]Buhârî, bed’ü’l-halk 8, tefsîru sûre (32) 1, tevhîd 35; Müslim, îmân 312, cennet 2-5. Hazreti Pîr de, dünya hayatının binlerce senesinin Cennet’in bir saatine mukabil gelmeyeceğini ifade etmiştir.[9]Bkz.: Bediüzzaman, Mektubat s.260 (Yirminci Mektup, Birinci Makam, On Birinci Kelime). Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Sahiha’da anlatılan Cennet nimetleri de, üzerinde az buçuk düşünebilmesi ve bize bir fikir vermesi açısından bir vahid-i kıyasî ve mikyas nev’indendir.[10] Bkz.: Bakara sûresi, 2/25; Âl-i İmrân sûresi, 3/198; Kehf sûresi, 18/31 Yoksa oradaki nimetler tasavvur ve tahayyülleri çok aşkındır. İşte sizin yaptığınız ibadet ü taatinizle böyle bir Cennet’i peylemeniz, ona istihkak kesbetmeniz mümkün değildir. Fakat diyelim ki siz dünyada ömrünüz vefa ettiği sürece Allah’ın emirlerini yerine getirip nehiylerinden içtinap etmeye çalışıyor; namaz kılıyor, oruç tutuyor, doğru söylüyor, istikamet içinde bulunuyor, zekât veriyor, hacca gidiyor ve din-i mübin-i İslâm’ın i’lâsı istikametinde elinizden gelen gayreti ortaya koyuyorsunuz. Cennet’in kıymeti açısından bakıldığında, bütün bunlar Cennet’i kazanma yolunda çok küçük amellerdir. Fakat siz niyet ve tavırlarınızla âdeta diyorsunuz ki, “Yâ Rabbi! Sultana sultanlık, gedaya da gedalık yaraşır. Âciz bir kul olarak benim elimden gelen budur.” İşte sizin bu engin niyetinize mukabil Allah da (celle celâluhu) sizin için âdeta şöyle diyecektir: “Benim bu kulum altmış sene yaşadı ve ömrünü Bana itaat yolunda geçirdi. Eğer o, bin sene, bir milyon sene yaşasaydı yine hayatını aynı istikamette sürdürecekti. Ben de onu bu kadar süre Bana ibadet etmiş gibi kabul ediyorum.” Yani Cenâb-ı Hak, insanın niyetini ameli yerine koyacak ve onun niyetini amelinden daha hayırlı sayacaktır.
Başlangıçtaki Halis Niyetin Muhafazası
Niyetin amelden daha hayırlı olmasının bir diğer sebebi de şudur: Kişi başta niyetinde samimî ve halis olabilir. Fakat o niyet, amele dökülürken, bazen işin içine riya, ucb ve kibir karışabilir. Niyet için ise bu mevzuda amelde olduğu ölçüde bir risk söz konusu değildir. Çünkü niyette, kalbin kastı vardır. Buna da kimsenin muttali olması mümkün değildir. Mesela bir insan, “Cenâb-ı Hakk’ın bin kere canımı almasına razıyım, yeter ki, şu beldelerde nâm-ı celîl-i Muhammedî dalgalansın.” diyebilir. Fakat onun en yakın arkadaşları bile kalbdeki bu hissiyat ve heyecanı tam olarak bilemezler. Evet, O’nsuz dünyanın her yerini karanlık görme, her yerin O’nunla aydınlanacağına inanma, âdeta sinesine bir hançer saplanmış gibi bunun ızdırabıyla kıvranıp durma, “Sana karşı vefalı davranamadım Yâ Resûlallah!” deyip inleme ve sürekli bunun derdiyle dertlenme… İşte kalbdeki ihlâs mahfazasıyla örtülü bu niyet ve mülâhazaların içine riya, süm’a, ucb, fahir ve kibir giremeyeceğinden dolayı, Allah katında bunların değeri çok büyüktür. Bu itibarla denebilir ki, içteki bu duygu ve düşünceler, kendisini delecek, kıracak ve parçalayacak olumsuz mülâhazalardan uzak oldukları için, Allah, onları yerine getirilmiş birer amel gibi kabul buyuracak, amelle doldurulamayan boşlukları onlarla dolduracak ve onlar karşılığında kişiye ebedî saadeti ihsan edecektir.
İnsan, tevbe ve inabe ile hata ve günahlarını silebilir. Fakat günahlar silinmiş olsa da, insanın amel defterinde bazı boşluklar meydana gelir. Bu boşlukları dolduracak olan sırlı sermaye ise insanın halis niyetleri, önemli teveccühleri ve pratiğe geçmeye müheyya gibi görünen azim ve cehdleridir. Evet, öyle ümit ediyoruz ki, Allah (celle celâluhu) bütün bunları bir amel gibi kabul buyurup defterin boş kalan hanelerini bunlarla dolduracak, böylece kulunu ötede utandırıp mahcup etmeyecektir. Bu açıdan büyükler niyete çok önem vermişlerdir.
İlâhî İnayete Sunulan En Beliğ Bir Davetiye
Bir de eğer niyet, niyet edilen meseleyi realize etme istikametinde Cenâb-ı Hakk’ın meşiet ve teveccühüne sunulan bir çağrı ve davet ise, insan hiçbir zaman onu ortaya koymaktan dûr olmamalıdır. Evet, insanın, yapılacak işlerin çokluğu karşısında, ümitsizlik içinde veya miskin miskin bir kenara çekilip oturması yerine, niyet ederek bir yerden başlaması ve yapabileceği kadarını yapması, Allah Teâlâ’nın nâmütenâhî kudret ve meşietiyle tecellî buyurup insanın gerçekleşmesini arzu ettiği işleri gerçekleştirmesi istikametinde çok önemli bir çağrı ve davettir. Öyleyse insanın şart-ı adî planında malik olduğu bu kadar küçük bir işi ihmal etmesi doğru değildir. Evet insan, hiç olmazsa niyetinde büyüklük yolunda olmalı ve çıtayı hep yüksek tutmalıdır. Bunun yanında arzu edilen şeylerin hepsinin birden realize edilememesi karşısında da, inkisara düşmemeli, âdet-i ilâhînin cereyanına saygılı olmalı ve yapılması gerekenler yapıldıktan sonra yapılamayanlar için de vakt-i merhunu beklemelidir.
İmkânları Aşan Niyetler
Tasarladığı işleri, aşamayacağı meşru bir kısım mazeretlerden dolayı gerçekleştiremeyenlere gelince onlar niyetlerinin enginliğine göre muamele göreceklerdir. Mesela Kur’ân-ı Kerim, imkân bulamadıklarından dolayı Tebük Seferi için infakta bulunamayan sahabî efendilerimizin durumlarını şu ifadelerle takdir ve tebcil buyurur:
تَوَلَّوْا وَأَعْيُنُهُمْ تَفِيضُ مِنَ الدَّمْعِ حَزَنًا أَلَّا يَجِدُوا مَا يُنْفِقُونَ
“İnfak edecek bir şey bulamamaları sebebiyle gözyaşı döke döke dönüp gittiler.” (Tevbe sûresi, 9/92.) Bir yönüyle verenler verdiklerinden dolayı takdir edilirken, bunlar da niyetlerinin safveti, gönüllerinin derinliği ve hislerinin enginliğiyle takdir edilmiştir. Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de, ya özürlü olduğundan ya bineği bulunmadığından ya da geride bakıma muhtaç yakınları olduğundan dolayı kendisiyle sefere iştirak edemeyenler için, “Medine’de geride kalan öyle kimseler var ki, siz hangi yolu geçseniz, hangi vadiyi aşsanız onlar da (niyetleri sebebiyle) sizinle birlikte gibidirler.” (Buhârî, meğâzî 81; Müslim, imâret 159.) buyurarak, geride kalanların da sevap, mükâfat ve ilâhî teveccühte sefere çıkanlarla müşterek olduğunu müjdelemiştir. Diğer bir ifadeyle, hadis-i şerifte geride kalanlar için şöyle bir kanaat serdedilmiştir: Sizin sahip olduğunuz imkânlara sahip olsa ve sizinle aynı şartları paylaşsalardı, onlar da sizinle beraber koşturacak ve pratikte sizin elde ettiğiniz şeyleri elde edeceklerdi. Hatta bu açıdan Asr-ı Saadet’e bakıldığında şöyle bir uygulamayla karşılaşıyoruz: Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm), bir mazeretinden dolayı Bedir Gazvesi’ne katılamayarak Medine’de kalan Hazreti Osman için ganimetten pay ayırmış ve böylece onun nâm-ı celîli de Ashab-ı Bedir arasına girmiştir.[11]İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 6/361; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 3/56; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 9/174.
Görüldüğü gibi, maruz kaldığı bir kısım mazeretler ve aşamayacağı engellerden dolayı istediklerini yapamayan, arzu ettiği işi tam olarak gerçekleştiremeyen kişinin hâli Kur’ân ve Sünnet nazarında mazur görülmüş ve böyle bir kimse niyetettiklerini îfa etmiş gibi kabul edilmiştir. Günümüzde de, dünyanın değişik yerlerinde, hayatın değişik birimlerinde vazife yapan öyle insanlar vardır ki, bunlar, tepeden tırnağa pür heyecandırlar. Onlar, her gün heyecanla oturup heyecanla kalkmakta, kendilerine düşen vazifeyi yerine getirmeye her an âmâde bulunmaktadırlar. İşte bu kişiler, –Allah’ın izniyle– her gün mücahede ediyor gibi sevap kazanırlar. Onların niyetleri, azim, gayret ve kararlılıkları öbür tarafta öyle sürprizler şeklinde karşılarına çıkar ki, çokları Allah’ın onlara lütfettiği nimetler karşısında imrenmekten kendilerini alamazlar. Bu itibarla niyet ve himmetler her zaman âli tutulmalı ve asla unutulmamalıdır ki, kimin himmeti milleti ise o tek başına bir millet[12]Bkz.: Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat s.95 (İlk Hayatı)., hatta daha ötesinde kimin himmeti bütün insanlık ise o kocaman bir insanlıktır.
Kaynak: Yenilenme Cehdi, “Kâmil Niyetin Özellikleri-1”
Dipnotlar
⇡1 | Bkz.: el-Gazzâlî, el-Vasît 2/519. |
---|---|
⇡2 | el-Merğînânî, el-Hidâye 1/45; İbn Âbidîn, Hâşiye 1/108. |
⇡3 | Bkz.: İmam Rabbânî, el-Mektûbât 1/160 (186. Mektup). |
⇡4 | Bkz.: Müslim, cennet 82; Ebû Dâvûd, cenâiz 12; İbn Mâce, zühd 14. |
⇡5 | Bediüzzaman, Mesnevî-i Nuriye s.185 (Şemme). |
⇡6 | et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 6/185-186; el-Beyhakî, es-Sünenü’s-suğrâ s.20. |
⇡7 | Bkz.: Buhârî, rikak 31, tevhîd 35; Müslim, îmân 203, 206, 207, 259. |
⇡8 | Buhârî, bed’ü’l-halk 8, tefsîru sûre (32) 1, tevhîd 35; Müslim, îmân 312, cennet 2-5. |
⇡9 | Bkz.: Bediüzzaman, Mektubat s.260 (Yirminci Mektup, Birinci Makam, On Birinci Kelime). |
⇡10 | Bkz.: Bakara sûresi, 2/25; Âl-i İmrân sûresi, 3/198; Kehf sûresi, 18/31 |
⇡11 | İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 6/361; İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 3/56; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 9/174. |
⇡12 | Bkz.: Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat s.95 (İlk Hayatı). |